Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIÖlüm değil hayat acıtır

Ölüm değil hayat acıtır

Yetişememek, işte bütün mesele… İnsanın son ana kadar pek bilemediği ölüm acısı, hayatı boyunca tüm gecikmişliklerin de sızısı, ağrısı esasında. Yaptıklarından değil yapamadıklarından duyduğu pişmanlıklarına kesilen cezanın infazı. Jack London Martin Eden’ın ağzından son nefesinde “Bu acı ölüm değil, hayattı acıtan” diyor ya, işte ondan.

Ölümle ilgili yazı dizimin beşinci, son bölümü münasebetsiz bir tebessüm de ekliyor üslubuma. “Ölümle ilgili yazı dizisi” deyince insan ıslah edemiyor aklını fikrini, muzır tahayyülünü… Böyle bir yazı dizisin yazarının, muhabirinin gaipten haber vermesi, görünmeyen âlemle de bir bağ kurması beklenir gibi geliyor bana. 

Önceki “Kaç yıl değil kaç bahar daha…” yazımda değindiğim “bahar, yaşlılık ve ölüm”, yani Hayırsızada Şeytan Üçgeni de bir bakıma öyle. İhtiyarın ölümü “Eceli gelmiş işte” özetiyle bildik de, ihtiyarın baharı biraz gaip. Garip de, o iki kelimenin birbiriyle zıtlaşan anlamlarını düşünürsen.

Bahar, torunla dedenin-ninenin parasempatik geçimsizlik alanı… Parasempatik sinir sisteminin bünyeye göz kırparak “beslen ve üre” çağrısına karşı, bir taraftan da “dinlen ve sindir” uyarısı. Genç ve yaşlı cenahta bahar da öyle işte biraz. Biri baharın taze ekmeğini yer, biri elindeki diyet peksimete bakar…

Yaş bahara, bahar yaşa ayarlı

“İhtiyar”ın baharı, baharı(nı) da kocatıyor.  İlkbaharda 65+ kartlarıyla otobüse sabahtan oturup koltuğundan kalkmadan seyrana çıkıyormuş, gün boyu ring atıyormuş bazı yaşlılar mesela. Baharda fink atanlar anlayamıyormuş bu durumu…

Hatta otobüste koltukları ihtiyarlar yani hayat gazileri doldurduğu için öfkeleniyormuş ayakta kalanların bazıları: “Olmaz ki böyle de oturulmaz ki…” Bazı otobüs şoförleri de bıçkın mimikleri, söylenmeleriyle destek veriyormuş onlara.

Hissiyatıyla o denizin iki yakası için de hüzünlü… Bahar da bazen öyle. Sait Faik’in “Bir İlkbahar Hikayesi”ne o hazin girişle başlaması boşuna değil: “Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinde ilkbaharı üzüntü ile duymamasına imkân yoktur.” Üstelik o devrin ömrüne, bilhassa şair-yazar ömrüne göre bir de 40 diyor pazarlık etmeden.

Ama o dostun acı söyleyeni, hakikisi… Zira insanın -hissettiği dâhil- yaşı yaşadığı baharlara, baharı da yaşa ayarlı aslında. İhtiyarlıkta bahar ondan acıtıyor insanı, romatizmaya da iyi gelmiyor yağışlar. Dizlerin, kemiklerin sızlayınca yağmur yağacağını anlıyorsun da ölümün ne zaman geleceğini bilemiyorsun. Oysa asıl ihtiyacı, imtihanı oydu belki de insanın.

Ölümle oynanan satranç

Bir vakit geldiğinde bahar bile ölümü hatırlatabiliyor insana. Bahar da bu mevzuda masum değil. Gün geliyor bahar hayat değil sanki ölüm istiyor senden, belki bir imza, bir paraf bitmekte olan sözleşmenin altına… Baharın da kotası var zira.

Ingmar Bergman’ın “The Seventh Seal (Yedinci Mühür)” filminde Ölüm şövalyeyle satranç oynuyor. Ölüm “Şah mat”a yol alırken “Kimse benden kaçamaz” diye böbürlenince, şövalye satranç taşlarını deviriyor: “Kimse ölümün karşısında her şeyin bir hiç olduğunu bile bile yaşayamaz”.

Ölüm biraz küçümseyerek, “İnsanların çoğu ölüm ya da yaşamın boşluğu üzerine kafa yormaz ki…” karşılığını veriyor. Ve şövalyenin dağıttığı taşları hızla eski yerine diziyor, tereddütsüz. Hazırlanan ecel listesi, dolaşacağı kapıların adresi de ezberinde…

Şövalye “Ama bir gün hayatın o son anına varıp, karanlığa doğru bakmak zorunda kalacaklar” diye itirazlanmaya çalışıyor. Ölüm mırıldanıyor usanarak: “O gün geldiğinde. Anca o gün geldiğinde…” Mat olunca pes eden şövalye, “Öldüğümde sırlarınızı açıklayacak mısınız peki?” diye soruyor bu kez. Sırıtıyor Ölüm: “Hiçbir sırrım yok ki…

Çocukken zıp zıp, gençken zıpır

Evet, pek bir sırrı yok ölümün ama ölümle arandaki buğulu camı sırlayıp, onu ayna eyleme imkânın var. Niyetin, halin, inancın varsa o boy aynasında kendine biraz çekidüzen de verebiliyorsun giderayak. Kanmak/kandırmak da kolay bu mevzuda, kendini kandırmak da… Mutluluğu andıran bir avunmayla, huzura benzer bir hüzünle, kiminde şık duran tevekkülle arkana yaslanman da mümkün. 

O anlık “rahat”a kavuştuğunda yine baharı bekliyorsun; kaç bahar daha kaldıysa ömründe. Umut işte ya da ölüme karşı totem yapmak, görmezden gelmek… Ne bileyim, eve hırsız uğursuz girdiğinde yorganın altına saklanmak. Emrah Serbes’in “ölüm, yas ve cinayet” hikâyesindeki gibi bazen de ironik bir mesele:

“Bizim bir akraba, 75 yaşında. Geçen yıl yeni kombi aldı, ‘49 yıl garantisi var’ dedi. ‘Garanti belgesini herkesin görebileceği bir yere koy’ dedim.” Trajediyle yüz göz, durum komedisi… Gençle ihtiyarın “Ölmeden önce yapılacak işler” listesine de bakamıyorsun yutkunmadan, hüzünlenmeden. İkincisine vasiyet diyorlar zaten. 

Çocukken zıp zıp, gençken zıpır karşıladığın o mevsimle, bir süre sonra hep daha yorgun, biraz bıkkın, bungun, kasvetle merhabalaşıyorsun. Arada telefon açarsa bahar, görüntülü ararsa “Tamam, tamam ben de öptüm, kapat, kapat, kapat…” diyorsun o postmodern âdapsız tele-muaşeretinle. Görsen yeter artık, öyle konuşmasın vır vır. Olanı var, olmayanı var.

Yetişememek, işte bütün mesele

Geç kalmışsın, hep geç kalıyorsun artık. Kendi cenazene, o “Çabucak gömün” törenine bile seni başkaları yetiştiriyor pürtelaş. Usturupsuz, zamansız, milletin işini-gücünü düşünmeden ölmüşsen, koştura koştura sonraki cenaze matinesine, “ikindi”ye…

Eline kendi kurukafanı alıp musalla taşına çıksan repliğin hazır: Yetişememek, işte bütün mesele… İnsanın son ana kadar pek bilemediği ölüm acısı, hayatı boyunca tüm gecikmişliklerin de sızısı, ağrısı esasında. Yaptıklarından değil yapamadıklarından duyduğu pişmanlıklarına kesilen cezanın infazı. Jack London Martin Eden’ın ağzından son nefesinde “Bu acı ölüm değil, hayattı acıtan” diyor ya, işte ondan. 

Olsun… Bir ömür gelmiş geçmiş, geçiyor gözünün, bir zamanlar bahara reveranslar yaptığın dizinin, belinin, mevsiminin üzerinden. Yorgunsun… Olsun. Sen bunları yazarken “Ne kadar karamsar mırıldanıyorsun” diyorsa tırnaklarını manikürleyen, bir güzel frenchleyen en yaşlı, en harika arkadaşın… Bu asla karamsarlık filan değil. Bu yaşa kadar kendince yaşamışsın işte. Bir de ömür gibi aritmetmeden, gerçekten “hayat”sa, yeri geldiğinde ömre omuz atan hayatsa yaşadığın, sen düşün!

Bazen sıkılmak da konfor

Hem bütün bunlar, ölüm ortadayken, ölüm her şeyden daha gerçekken ve sen bütün bunları, bütün ölümleri, bu ülkede ilkokuldaki çarpım tablosu ezberiyle biliyorken, “Hehehey yaşamak ne güzel şey” diyebilmek maharet.

Yalancıktan da olsa, bir an ağzından da kaçsa, böyle dediğin için kendini mahçup hissetsen de son umut orada. İlle bir (m)araz aranacaksa, bazısı aşırı, patolojik iyimserlik belki. Öyle düşkün iyimserlik Pollyanna sıkıcılığını zorlasa da, Voltaire’in romanına adını veren kahramanı Candide, iyimserliğinin sevimsiz ikizi “Her şey olacağına varır” kaderciliğiyle dünyayı nafile dolaşsa da makul bir tutamı herkese lazım bazen. (¹)

Zaman bulduğunda bazen sıkılmanın, kadim kanepene kendini bırakıp, parmaklarını oynattığın ayaklarını uzatıp mırıl mırıl oflamanın puflamanın bile bir tür konfor olduğunu anladın, böyle koşullarda. Sıkılmanın, derin bir nefesin insanın ateşleme düzeneği, fünyesi üzerindeki etkisini de biliyorsun biraz. O yüzden hızla, hevesle fırladın kanependen geçen gün, bileğin incindi.

Hayatın tadını çıkarmanın bedeli

Seni mutsuz etmeye ant içmiş Abdülhamit Bandosu kapında bangır bangırken, kendi müziğine uzanmanın kıymetini idrak ettin. O bir türlü çözemediğin, nakaratına eşlik edemediğin şarkının, “Şiribom şiribom şiribiririri biriri biriri bobom bom”un sırrını bile kavradın, cancağızın isterse teklemeden söylüyorsun mânâsızlığın o cümbüşünde. 

Bir zamanlar tırtıkladığın şimdi gınâ getirecek kadar ulaştığın “boş zaman”ın değerine biraz geciksen de vakıfsın artık. Yalnızlığın cazip gizemini, onun bile yaşanmış bir hayatın “elde var”ıyla kalabalıklaştığını biliyorsun. Sessizlik bazen müzikal gibi geliyor sana.

Güzel kalkılan, öyle uyanan, keyfi akşamdan kalma ikindinin, sabaha eren gecelerin değerini o hayat sayesinde, artık kuru sana pek de yüksek gelmeyen o bedel karşılığında öğrendin. Her şeye rağmen hayatın tadını çıkarmanın bedeli çoğu… Dilerim senin için de öyledir, sana da öyle geliyordur gelenler yani.

Yaşlanmak mağlubiyet değil

Artık iyi biliyor, en azından seziyor o “alaylı bilgeliğe” nâil olanlar. Yaşlanmakmağlubiyet değil öyle gösterilmeye çalışılsa da… O nedenle seni yeniden zafere, gençliğe ulaştırabilecek bir muharebe, yaşlılığa karşı bahar harekâtı da yok.

İhtiyarlığı bir bulut hayaletini andıran antik bir cengâver, kır atı Rosinante’yle savaş meydanına rahvan inse diyecek ki; Sok kılıcını kınına… O teslim olmak değil barış. İlk adımı insanın kendisiyleimzaladığı anlaşmayla başlayan…  Zira savaşmak ona sadece savaşı değil hayatı da hatırlatmış, öğretmiş son nefesinde.

Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan kabilelerle her gün ölecekmiş gibi yaşayan kabileler savaşmamalı, ortalarda bir yerde buluşmalı. İkisinin de birbirlerinden öğreneceği şeyler var; ne bileyim biri ısınmak, korunmak için ateş yakmayı biliyorsa, diğeri kebap ustası. Savaşırlarsa, hadi de ki biri kazanırsa, o Pirus zaferi.

Bir yaştan sonra cephesi çok geniş, cephanesi, levâzımı kıt böyle bir muharebeye, belirsiz bir geleceğe, ömre gününü kurban etmemeli fikrimce insan. Yani böyle bir mevzuda… Adağını geleceğe bırakmamalı, bugününü yarına adamamalı. Hayat ömürden çok daha kısa, çok daha az.

Uzayan ömür boy atan hayat değil

Elbette sağlık önemli, bahar ve şeytan dilimin ucuna itelese de “Onu da bazen boş ver” diyemiyorum gencecik yaşıtlarımla iyi geçinmek için. Ki bu yazıyı yazarken fonda çaldığım şarkı da “Boşver boşver arkadaş” değil zaten… Lâkin güzel yaşlanmanın güzelliği de sadece vitrinle, yaşını göstermemekle filan alakalı değil.

Fiziği hoş da “kimya”sı, simyası, Kâtip Çelebi’den mülhem “beşerî hazları, nefsânî lezzetleri” filan da var. Uzayan ömür o nedenle de boy atan “hayat” değil çoğu zaman. O kıyafeti dikmek, giymek için “en”den, rüyaların, heveslerin, hayallerin yapıldığı kumaştan kısmak hüsran. Desenler kayıyor en azından.

Uzun yaşamanın her şeyi o varsayımla açıklayan bir öğretiye, bir inada, hırsa, “mahalle maçı”na dönüştüğü kimi hayatlar, o uğurda feda edilen şeyler, ödenen bedeller, “heves”in, yaşama hevesinin, yaşama lezzetinin mânâsını, kıymetini gözden kaçırabiliyor. “Olmaz ki, böyle de yaşanmaz ki” diyorsun, belini tutup dizlerini ovalarken.

Müzmin bahar yorgunluğu

Yorgunsun… Olsun. “Bahar yorgunluğu” diyor; yaşlılığı, hızla geçen ömrü terapileyen pudra pembesi haberler. Eh, gençliğinin baharlarını düşününce, “ihtiyar”ın gizli nükseden pandemik hastalığı müzmin bahar yorgunluğu… Her anlamda.

Gün geliyor, bacaklarına örtülü allı-lacili İskoç battaniyeyle sadece pencerenden seyrediyorsun artık baharı, sana giderek hüzünlü gelen o güzelliği. Bir tür ölüm iyiliği, asaleti, olgunluğu, güzelliği çöküyor senin de yüzüne. Filmlerde öyle oluyor yani…

Ağaçlarla, yapraklarla, dallarla, çiçeklerle, çayırlarla devasalaşan, karşında bağır çağır doğuran o manzarada, o tabloda kırağıya baş eğmiş, dalında kurumuş ufacık bir tomur kadar kalıyorsun sanki. O da pencerene denk gelirse, vaktin-ömrün kaldıysa öyle manzaralı, “konforlu” yaşlanmaya…

Senden iyi tablo olur beybaba

Pencerenden öylece bakan halinle senden de iyi tablo oluyor artık, iyi fotoğraf kareleri, konuşan fotoğraflar çıkıyor hüzne, geçip giden ömre dair. “İyi yaşadı rahmetli” diyor, cenazende kaldırıma oturup soluklanan cemaat. Kimi bu cümleyi ortalama ömürle, kimi ortalama “hayat”la kıyaslayarak… İçlerinden biri sessizce sigarasını yakıyor. Ne dese yakışıksız kaçacak.

O tabloda bahar, artık ölümün bekleme salonunda, içine öyle icap ederse küllerinin de konulabileceği bir vazodaki ömürsüz çiçek, kısır, belki tek mevsimlik hibrit tohum. Bir vakit mi desem, beş vakit mi desem, sen de duvara çerçeveleneceksin zaten.

Bahar gibi gülümseyen, ölüme en omuz atan fotoğrafını da seçseler, “öyle çerçevelenince” hep aynı resim, aynı bakış… Uzaktan… Ama olsun. İhtiyarın keşke tek derdi, şöyle ailecek oturup albümden o fotoğrafı seçmek olsa: “O güzel değil dedeciğim, seni yaşlı gösteriyor.” 

Ölümle tokalaşmadan barışmak

Olsun… Yine bahar işte… Sağolsun, varolsun, kahrolsun ki bahar. “İlk”iyle “son”uyla mevsimleri barıştırdığı gibi insanı da barıştırsa keşke bütün bu duygularla. Tokalaşmasa da, itibar etmese de ölümle de barıştırsa hatta. Huysuz ihtiyar olmak da epey cazip ama insanın kendisiyle barışması muhtemelen tek ilacı, şekere damlatılan tek aşısı, en azından merhemi yaşlanmanın. 

Yazıya oturduğumda, bahçedeki geciken, mayısa, hazirana bile yetişemeyen bahar “Nihayet” dedirtiyordu insana. Dünyanın ilk harikası, hâlâ harika… Şimdi yine döndü yel, bulutlar yağmur düzenine geçti, maviyi köşeye kıstırıyor. Olsun, o da güzel… Son yerine iki bin yıllık bir efsane geçiyor aklımdan.

Antik Roma mitolojisinin en güçlü tanrıçalarından Juno’nun tek arzusu bir çocuğunun olması… Ama tanrıların hâl-i pür melâlini gördüğü için bu meseleyi erkekleri araya katmadan halletmek istiyor. Bahar ve çiçek tanrıçası Flora’ya derdini döküyor, yardım istiyor ondan. Flora da “Vallahi yerden göğe haklısın şekerim” diyerek ona bir bahar çiçeği veriyor.

Her yıl hayatı yeniden canlandıran, yaratan o bahar çiçeğinin tohumu, tanrıça Juno’nun derdine de derman, ona da tohum oluyor. Gebe kalıyor çiçekten… Ve adı baharın müjdecisi mart ayıyla doğuştan kardeş Mars dünyaya geliyor.

O bahar çiçeğinin, mevsimin etkisiyle Roma mitolojisindeki savaş tanrısı Mars’ın, Antik Yunan’daki muadili Ares’ten hassas bir farkı var. Öncelikle Ares gibi yıkıcı değil, bahar gibi üretken olduğu rivayet ediliyor. Asıl esaslısı… Gözleri şimşek şimşek, homurtusu gürül gürül Zeus’la, kindar Hera’nın oğlusu Ares’in “Savaş için savaş”ı yerine, çiçek çocuğu Mars “Kalıcı barış için savaş” nüansını yerleştiriyor mitolojiye. Bahar isyancıdır evet, ama “ilk”iyle “son”uyla mevsimler arasındaki barış aşkına.

(¹) BİR KİTAP/BİR ÖNERİ: Voltaire’in romanının finalinde kirli, acımasız dünyayı, yoz, habis Avrupa’yı mutlu ve ahmak tebessümüyle dolaşan Candide Türkiye’ye geliyor. Dünyayı gezip de bir türlü bulamadığı hayatın anlamına, gerçek tadına orada ulaşıyor, yaşamanın aslında ne olduğunu Türkiye’de öğreniyor!

Kitap sayesinde 300 yıl önce de Avrupa’nın bizi nasıl kıskandığını görüyoruz, koltuklarımız yine kabarıyor da… Candide’in gözünü gönlünü, ufkunu açan Türkiye’ye geldiği gün “İstanbul’da iki vezirle müftünün boğazlandığını ve dostlarının birçoğunun kazığa vurulduğunu” da kaçırıyor ağzından Voltaire.

Olsun… O kadar kusur kadı kızında da, romandaki koskoca Baron’un kız kardeşinde de oluyor. Baron’un yıllardır kayıp kız kardeşi Matmazel Cunegonde da Türkiye’ye sığınan Transilvanyalı bir hükümdarın evinde mutlu mesut bulaşıkçılık yapıyor. Olsun… İnsan hayatın gerçek anlamını, güzelliğini, tevekkülü öyle öğreniyor.

Candide karşılaştığı nuru yüzünden, kır kelebeği mutluluğu yorgun da olsa dizlerinden dökülen bir Türk’ü görünce gıptayla soruyor, “Çok geniş, çok bereketli bir toprağınız olmalı”. “Yooo” diyor ihtiyar adam, “Yalnızca yirmi dönümlük bir yerim var. Burasını çocuklarımla birlikte eker biçerim; bu iş, üç büyük kötülük olan can sıkıntısını (aylaklığı), ahlaksızlığı ve yoksulluğu bizden uzak tutar”.

Fazla düşünmeden çalışalım

Candide çiftliğine dönerken, yaşlı adamın söyledikleri üzerine -herhalde hayatında ilk kez- derin derin, Türk gibi düşünüyor. Ve arkadaşlarına dönüyor; “Bana bu iyi yürekli yaşlı adamın, birlikte yemek yediğimiz altı kralın hayatına değişilmeyecek bir hayatı var gibi geliyor”. Arkadaşı yaşlı bilgin Martin de “Fazla düşünmeden çalışalım; bu, hayatı dayanılır kılan tek çaredir” diyerek bilimsel desteğini veriyor. Memleketlerine döndüklerinde herkes elinden gelen işi yapmaya koyuluyor. Minnak çiftçilik, musmutlu rençberlik, çamaşırcılık, doğramacılık, elden ne gelirse… Onlar eriyor muradına, biz tünüyoruz yine kerevetine…

Kıssadan hisseye, Fransa’dan bünyeye gelirsek… Böyle masalları her gün duyuyoruz da… Her vatandaşı ayaklı ekonomi muammasına dönüştüren “Ne olacak bu memleketin hali” sorusu ülkeyi yandım anam dolaşırken, bu kitap okullarda zorunlu ders kitabı, rehber kitap olarak müfredata alınmalı. Finalindeki Türkiye vecizeleri nedeniyle tersten okunması kaydıyla.

- Advertisment -