Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) karşı siyasi muhalefet, en baştan beri bu partinin ‘özsel’ olarak ‘yanlış’ olduğu varsayımı üzerinden yürütüldü. Buna göre, AK Parti’nin değişmeyen ve hiç değişmeyecek ‘gerici’ bir özü vardı (varsayım) ve dolayısıyla ondan ‘doğru’ bir şeyin neş’et etmesinin imkânı yoktu (hüküm). Bu varsayım ve hüküm, baştan beri AK Parti’ye karşı yürütülen muhalefetin karakterini belirleyen etmenlerin en önemlisi olageldi.
Peki böyle bir varsayımdan ve hükümden çıkan bir muhalefet nasıl bir muhalefet olabilirdi? Bunu, en veciz bir biçimde, AK Parti iktidarının ilk aylarında, Cumhuriyet gazetesi yazarı Oktay Akbal dile getirmişti:
"Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: 'Kartaca yıkılmalıdır.' Roma'nın büyük düşmanı Kartaca'ydı. Bu düşman yıkılmadan, ezilmeden, Roma, huzuruna, barışa, güvenliğe kavuşamayacaktı. Biz de 'AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye'nin hiçbir sorunu çözülemez' diyenlerdeniz.
“Şu bu, o öteki, evet binbir olay var, binbir çıkmaz var. (…) Bakıyorum çoğu arkadaşlar gündelik birtakım olayları yorumluyorlar, eleştiriyorlar. O düzelse, bu değişse, bilmem hangi sorun çözülse ya da çözülmese!.. Ne değişecek, ne yarar gelecek?.. İpleri takmışlar, istedikleri yere yönlendiriyorlar toplumu… Çalarsaat çalıyor; yurtseverler seslerini yükseltiyor, uyanalım, onunla bununla uğraşıp vakit öldürmeyelim, şeriatçı kafaları iyi niyetlerle yorumlamaya kalkışıp kendimizi de, başkalarını da kandırmayalım!.." (Cumhuriyet, 10 Ağustos 2003).
Radikal muhalif ve tembel!
Bu muhalefet çizgisi radikal olduğu kadar tembeldi de. Bu sayede, iktidar cihazını ellerinde tutanların bütün adımlarına ‘istemezük’ diyerek hem ‘radikal muhalif’ sıfatı kazanmak mümkün oluyor, hem de çalışmaya, uğraşmaya gerek kalmıyordu. ‘Hayır’, ‘istemiyoruz’, ‘kahrolsun’ ve benzeri kelimelerin yetebildiği bir muhalefet çizgisiydi bu.
Bu muhalefet çizgisi, gürültü çıkararak bazı hamleleri engelleyebiliyordu ama engelleyemediği hamlelerle ilgili olarak katkıda bulunma, içeriğine müdahale etme gibi imkânları da elinin tersiyle itmiş oluyordu. Çerçevenin tümünü ‘kafadan’ reddetmek yerine o çerçevenin içine (muhtevaya) yönelik eleştirel bir entelektüel gayret, Oktay Akbal’vari iktidar tanımı doğrultusunda ‘düşmanın oyununa gelmek’, ‘işbirlikçilik’ olarak algılanıyordu.
İşte böyle böyle koca bir 14 yıl geçti. AK Parti yeterince kararlı olduğu konularda, planladıklarının tamamını firesiz olarak hayata geçirebildi (çünkü muhalefet onu ‘fire’ye zorlayacak hiçbir şey yapmıyordu). Ya da bazı konularda öyle büyük bir gürültü çıkıyordu ki, AK Parti kafasındaki değişiklikleri hayata geçirme cesaretini bir türlü kendinde bulamıyordu.
İşte bu son fasıldan, orduya dair, 10 yıllardır bekleyen bir dizi reform bir günde, bir kanun kuvvetinde kararname ile hayata geçiriliverdi.
AK Parti, yangından mal kaçırmakla suçlanıyor. Ben, biliyorsunuz, üç bölümlük, “Belki de ‘akim kalmış bir darbe’den başka çare yoktu” başlıklı son üç yazımda, 15 Temmuz darbe girişiminin ordunun reorganizasyonu için olağanüstü bir meşruiyet zemini yarattığını ve böyle bir şey olmasaydı, daha nice 14 yıllar geçse bu adımların atılamayacağını söylüyorum.
AK Parti’nin bu kadar hızlı davranmasında -muhalefet her ne kadar biz de hazırız, getirin tartışalım dese de- yukarıda özetlediğim muhalefet geçmişinin payının bulunduğu muhakkak.
Olacaktı, oldu, şimdi ince ve teknik eleştiri zamanı
AK Parti’nin, değişikliklerin genel çerçevesi konusunda kararlı olduğu ve geri adım atmayacağı besbelli. Fakat bir yandan da ayrınıtların son derece önemli olduğu, yeterince tartışılmazsa ileride büyük sorunlara yol açabilecek bir değişiklikler silsilesi ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız. Dolayısıyla, muhalefet şimdi kategorik itirazları bir yana koymalı, ince ve teknik bir eleştirel dil tutturmalı.
Bu dönemde asker-sivil ilişkileri ve modern ordular üzerine çalışmış uzmanlara büyük bir ihtiyaç duyacağız. Her konuda, çerçevenin içinin nasıl doldurulacağını, nasıl doldurulması gerektiğini ayrı ayrı tartışmalıyız. Mesela benim kafamda cevabını bulamadığım iki soru var.
Birincisi: Yüksek Askeri Şûra’daki değişikliklerden sonra, terfilerde siyasi iktidar belirleyici bir pozisyona gelmiş durumda. Peki, iktidarın atamalarda liyakat yerine kendine yakınlık-uzaklık ölçüleriyle hareket etmeyeceğinden nasıl emin olacağız?
İkincisi: Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a silsile gözetmeksizin askerlere emir verme yetkisi, hiyerarşinin bu kadar önemli olduğu bir kurumda yönetim zaafları doğurmayacak mı?
Kanımca AK Parti, akim kalmış 15 Temmuz darbesinin yarattığı meşruiyet zemininden faydalanmak için acele ediyor ve haklı. Fakat çerçeveyi bir kez ilan ettikten sonra, içinin doldurulmasında tartışmalara açık olduğunu da göstermeli topluma.
Başbakan Binali Yıldırım’ın CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile görüştükten sonra yaptığı açıklamalar, bu açıdan umut vericiydi. Keza Kılıçdaroğlu da, sivil-asker ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine itirazlarının olmadığını fakat ayrıntıları tartışmak istediklerini söyledi ki, bu da eski tip muhalefetten epeyce farklı bir pozisyona işaret ediyor.
‘Cambaza bak’çı emekli askerlerin rahatsızlığı
Televizyonlar, son haftalarda bizi bu ülkenin darbeler tarihinin 15 Temmuz 2016’da başlamış olduğuna ikna etmeye çalışan eski askerlerle dolup taşıyor… Türkiye’yi hiç bilmeyen biri onları dinlese, Cemaat’in darbeci askerlerinden önce orduda darbe peşinde koşan subayların olmadığına ve bundan sonra da olmayacağına inanmaları işten bile değil. Bu askerlerin bir bölümünün, ordunun reorganizasyonuna dair kaygılarının siyasi olmaktan çok teknik bir içerik taşıdığı anlaşılıyor. Fakat bazılarının da ‘bir daha ihtilal üretemeyecek bir ordu’ modelinden hiç hoşlanmadıklarını fark etmemek mümkün değil.
Bu da çok normal: Çünkü bu önlemler sadece Cemaatçi darbecilere değil bütün potansiyel darbecilere yönelik sonuçlar üretecek.