Başka yerlerde de anlatmış ama, ben Orhan Pamuk’un yeni romanının konusunu 11 Temmuz 2019 tarihinde T24’te Murat Sabuncu’nun yaptığı söyleşide okudum ilk kez.
“Üç yıldır üzerinde çalıştığım Veba Geceleri'ni bitirmeme az kaldı. Benim Adım Kırmızı, Masumiyet Müzesi gibi iddialı bir roman. Olaylar 1900 yılında Girit civarında hayali bir Osmanlı adasında geçiyor.”
Bu hayalî ada, veba yüzünden karantinaya alınıp dünyayla bağlantısı kesiliyormuş… Kar romanında Kars’ın kar dolayısıyla dünyayla bağlantısının kesilmesi gibi. Çok değişik değil belki ama her zamanki gibi heyecan verici…
Evet, Orhan Pamuk romanları içine nüfuz etmiş okurlar olarak, bu yeni kitabın konusuna hiç de yabancı değiliz.
Mesela, yine tarihî bir roman olan Beyaz Kale’de birkaç bölüm boyunca 17. yüzyılda İstanbul’un vebalı günlerini anlattığı kısımları hemen hatırlayabiliriz:
“… Hoca’yla birlikte diğerleri, “Şehre nefes aldırmayalım ki, içinde gezinen veba şeytanı da alamasın” diyorlarmış. Ben, günbegün ölüm rakamlarının düşmesine bakarak umutlanıyordum ama, Hoca hâlâ heyecan içindeydi, ilk takımın, Köprülü’yle anlaşıp bir isyan hazırlığına giriştiği söyleniyormuş; maksatları vebayı önlemek değil, düşmanlarından kurtulmakmış.”
Beyaz Kale’nin sonunda romanın yazılması süreci hakkındaki notlarını bizlerle paylaşırken, Veba Geceleri hakkında da bol bol veri sunuyordu yazarımız:
“Vebanın, Doğu-Batı ayrımı için bir turnusol kâğıdı gibi kullanılması da eski bir düşüncedir. Baron de Tott, anılarının bir yerinde şöyle der: “Veba Bir Türk’ü öldürür, bir Frenge ıstırap çektirir!” Böyle bir gözlem, benim için bir saçmalık ya da bir bilgelik kırıntısı değil, yalnızca, sırlarının birazını vermeye çalıştığım bir kurgu serüveni sırasında yararlanabilecek bir renktir. Belki yazarına sevdiği bir geçmişi ve kitabı hatırlatmaya yarayabilir, ama renklerin nasıl bulunduğu ve bir araya getirildiği anlatmakla bitmez.”
Bu notların arasında Sessiz Ev’deki tarihçi Faruk Darvınoğlu’nu, Beyaz Kale’de Giriş kısmını yazdırdığı gibi, daha sonraki tarihî romanları için de görevlendirebileceğini de söylüyordu:
“Benim yaptığım, yalnızca Faruk’un bulduğu bazı ayrıntılardan yararlanmak oldu. Onları, ilk tarihî hikayelerimi yazarken severek okuduğum Stendhal’in İtalya Hikayeleri’nden öğrendiğim o eski, bulunmuş elyazması yöntemiyle Faruk’a yazdırdığım giriş bölümüne serpiştirdim. Böylece hem belki, bir başka zaman yazacağım öteki tarihî hikayelerim için Faruk’u –tıpkı dedesi Selâhattin Bey’e yaptırdığım gibi- hizmetimde çalıştırmaya alıştırıyordum, hem de okuyucuyu damdan düşer gibi bir kostümlü baloya sokmanın –tarihî romanın en zor yeri- tehlikelerinden kurtuluyordum.”
Zaten bu kullanışlı roman kahramanı Faruk Darvınoğlu, daha Sessiz Ev’de, “Veba Geceleri ve Cennet Günleri” diye mırıldanıyor, 38 yıl önceden, yazarının 2020 yılında çıkması muhtemel kitabının adını bu şekilde telaffuz ettikten sonra şu ipuçlarını da veriyordu:
“Bu veba düşüncesi beni gittikçe sarıyor. Dün gece aklıma geldi, bir yerde okumuştum. Cortez’in, o kadar küçük bir orduyla Aztekleri yenilgiye uğratıp Mexico-City’i almasının arkasında veba varmış. Şehirde veba salgını çıkınca Aztekler Tanrının Cortez’den yana olduğuna karar vermişler.”
Bu alıntılar, işaretler listesi uzayıp gider.
Bir söyleşi, yeni bir kitap adı, daha önceki kitapların izleri… Bildiğimiz, sevdiğimiz bir yazarın biz okurlarını sürükleyip götürebilecekleri yerler, tarihler, olaylar sanki anlattıkça çoğalıyor. Bahsettikçe, yakın arkadaşımız haline gelen roman kahramanlarını özlediğimizi fark ediyoruz.
Aslında, ben de herkes gibi, çoğunlukla, bir romanın bende bıraktığı hissi hatırlıyorum sadece, “o kitabı çok sevmiştim” ya da “beni pek sarmamıştı” gibi bir izlenimden ibaret birçok kitap. Bazen birkaç tane karakter, bazen veciz sözler, bazen de bir manzara, bir görüntü vs ekleniyor bu belli belirsiz hâtıraya.
Benim açımdan bu konunun birkaç istisnası var. Orhan Pamuk ve ne zaman Orhan Pamuk desem aklımda beliriveren İhsan Oktay Anar mesela. Türkçe yazan, yazdıklarını ve kendilerini kendime yakın bulduğum yaşayan yazarlar. Kitaplarını defalarca okuyup yeniden yeni ayrıntıları keşfedebilirim. Saplantı, tutku, merak, neşe, doğu-batı… Hepsi bir arada.
Orhan Pamuk’un kitaplarını eski bir arkadaşımla başımdan geçen olayları hatırlar gibi hatırlayabiliyorum. Tabii ki, detaylar çok silikleşmiş, birçok şeyi yanlış hatırlıyorum, bazılarını bolca değiştirmişim. Gerçek hayatta çeşitli anılarda yaptığım gibi, hikâyeleri de bir ölçüde, olumlu ya da olumsuz yönde, kendime yontmuşum.
Şimdi de yeni çıkacak romanını, ne zamandır göremediğim o eski arkadaşımla görüşmeyi merakla bekler gibi bekliyorum.
Ben Veba Geceleri’ni beklerken, her zamanki gibi son günlerde de, Orhan Pamuk Türkiye’nin sevilen bir “nefret objesi” olmaya devam ediyor. Malûm kimsenin görmeden geçemeyeceği, her zaman çok ilgi çeken bir ünlü Türk büyüğüdür kendisi! Sadece yazdıklarıyla değil de, belki de bir yazar için fazla sıklıkla, siyasi fikirleriyle, kendini ifade ediş tarzıyla, ilişkileriyle vs gündeme gelir. O durumda, ne zamandır, sebeplerini tahmin etsem de pek de akla yatkın bulamadığım o “nefret”, “öfke” ya da düpedüz “haset” hisleriyle kıyıda köşede bekleyenler ortalığa saçılıverir.
Cumhurbaşkanının, gazeteciler, siyasetçiler gibi medyada sesini duyurabilecek konumda olanların ya da çevremizdeki/sosyal medyadaki herhangi bir insanın Orhan Pamuk hakkında atıp tutmasına fazlasıyla alışığız.
Orhan Pamuk hakkında kim ne demiş? Terörist miymiş? Nobel’i hangi dalaverelerle almış? Türkiye’yi “dışarıda” şikayet mi etmiş? İktidara çanak mı tutmuş? Artık muhalefeti mi destekliyormuş? Bu soruların önemli bir kısmının cevabının bile olmadığını biliyorum. Cevabı olanlar ise, sadece açık ve net cevapları kadar ilgilendiriyor beni. Orhan Pamuk da, bizzat, bunları sunuyor zaten.
Gelelim kitapları hakkında sıklıkla söylenenlere.
Orhan Pamuk’un zor anlaşılır olduğunu söyleyenlere, romanların bizzat söylediklerinden daha fazla söyleyebileceğim bir şey yok.
Hep aynı şeyi, hep doğu/batı meselesini, anlattığını söyleyenlere ise, tabii ki, katılıyorum. Ama onlara şu soruları da soruyorum: Türkiye’de hayat gailesini dışarıda tutarsak, en anlatılmaya değer konu değil midir doğu-batı meselesi? Hayatı daha iyi anlayabilmek ya da kendimizi tanıyabilmek için kullandığımız tüm ayrımlar gidip doğu-batı ikilemine kilitlenmiyor mu? Tarihî konuları geçtim, günlük meselelerin neredeyse tamamını, en rahat bu çekişme çerçevesinde açıklayabildiğimizi sanıyorum. Bir insanın okuduğu okullarda, sevdiği yerli-yabancı yazarlarda, dinlediği müziklerde, kullandığı kelimelerde ve hatta düpedüz insanlarla ilişkilerinde hep bu sancıyla karşılaşıyoruz. Kusura bakmazsanız, bu konuyu da Orhan Pamuk’un hanesine artı yazıyorum yani.
Bütün bu “millî hezeyanlar” yaşanırken, Orhan Pamuk’un boğaz manzaralı ya da değil, Türkiye’de ya da başka bir ülkede, yeni romanının ayrıntılarıyla uğraştığını düşünmek ise bana huzur veriyor.
Doğrusu “bazen” imiş, zaten Orhan Pamuk’dan başka hiçkimsenin böyle dediğini duymadım, ama “bazan” diyorum onun gibi, kim ne derse desin, bazan insan Orhan Pamuk romanları okumalıdır. İstanbul’u ve dünyayı, bu coğrafyanın ya da dünyanın diğer coğrafyalarının geniş bir zaman dilimindeki sakinlerini, onun gözünden görmek, onun sesinden dinlemek, kurgusal dünyanın ne kadar gerçek, gerçeklerin ne kadar kurgusal olabileceğini gösterir bize. Roman okumanın, ne kadar ciddi bir şey olduğunu algılarız.
O hâlde, bir yazar için söylenmiş en güzel övgüyle bitirelim. Cemal Süreya söylemiş Orhan Pamuk gencecik bir yazarken: “Ne yazsa ilgiyle okunur.” Orhan Pamuk gibi anlatmaya ve yazmaya tutku duyan bir yazarın bunu hak ettiğinden hiç kuşkum yok. Çünkü Veba Geceleri’ni ilgiyle okuyacağımı, artık bu sağlam yolun dönüşünün olmadığını biliyorum. Aradaki zamanda, hangi kitabını bir daha okusam acaba?