Bugün Ortadoğu çok ciddi, çok yakıcı bir kriz yaşıyor. Bölgeyi oluşturan ülkelerin neredeyse tamamında etnik ve mezhepsel çatışmalar var. Aynı şekilde, ülkelerin birbiriyle ilişkileri de gerilimli ve çatışmalı geçiyor. Son olarak mevcut bunalımlara bir de Suudi Arabistan-Katar gerginliği eklendi. Bu haliyle Ortadoğu, sistem içi (konjonktürel) bir krizi değil, sistemin kendi (yapısal) krizini yaşıyor. Ama tabii, bugünlere öyle bir günde de gelinmedi.
Ortadoğu tarihinde üç büyük aşama ciddi değişimler yarattı. İlk aşama MÖ 3500’lerde hanedan, kent, sınıf olguları etrafında uygarlığı oluşturan bileşenlerin oluşmaya başlaması. Bu olgular önemli, çünkü tanrı-kral uygarlıkları (Mısır, Sümer) kültürünü yarattı. Zaman içinde bu kültür, en iyi olan kulun Allah’ın elçisi olabileceği bir kültüre ve inanışa (İbrahimi dinleri) evrildi.
İkinci aşamada Ortadoğu üstünlüğü, Geç Ortaçağ’dan itibaren İtalya yarımadasında çıkış yapan Batı uygarlığına kaptırdı. Bu aşama da önemli. Zira uygarlık yaratan coğrafya artık kaybeden coğrafyaya dönüşüyordu.
Üçüncü aşama, 1800’lerden sonra üstünlüğü iyice ele geçiren Batı uygarlığının Ortadoğu üzerinde hegemonya kurması oldu.
681, tarihî dönüm noktası
Tabii bu tarihsel dönüşümler düz doğrular şeklinde olmadı. Her dönüşüm kendi içinde alt dönüşümler ve etkileşimler de meydana getirdi. O yüzden bu dönüm noktaları içindeki alt sistemlere de bakmamız gerekecek. Ben 7. yüzyılın son yıllarını önemsiyorum. Çünkü bu tarihte İslam yorumu dramatik bir şekilde değişti. 681’den itibaren, Peygamber Efendimizin ailesinin geri kalan üyelerinin Hz. Hüseyin’in şahsında Kerbela’da katledilmeleri ile, karşı-İslam dönemi başladı. Karşı-İslam yorumuyla İslam adına gelenek ve tarikatler ihdas edildi; bir nevi sosyal cumhuriyet olan İslam geleneksel uygarlık fenomenlerinden birine dönüştürüldü.
Böylece kutsal metnin yorumu, bu yorumu yapma hakkı kazanan dinsel elitler, bu elitleri koruyan ve kollayan yöneticiler şeklinde bir üçgen oluştu.
İslam, karşı-İslama dönüştürülünce, zincirleme pek çok şey toplumsal yaşamı etkilemeye başladı. Örneğin tarım-sanayi devrimi gerçekleşemedi. “Ne alâka?” diye bir soru akla gelebilir. Ama unutulmamalı ki karşı-İslam yorumu yüzünden iktidarın kendisi ve savaş ganimetleri daha verimli görüldü. Bu da toplumsal üretim formlarını belirledi; felsefi ve sanatsal devrimi engelledi. Bu yüzden karşı-İslama karşı bir aydınlanma oluşamadı.
Halklar bahçesi
Tarihsel döngüler içinde yaşanan bir diğer önemli aşama Ortadoğu hakikatini çarpıtan ve tekleştiren ulus-devlet olgusu oldu. Bu süreç halklar bahçesi olan bu coğrafyayı halklar mezarlığına dönüştüren gelişmeleri tetikledi.
12. yüzyıldan sonra Ortadoğu’da kavim çeşitliliği baş gösterdi. Tarih sahnesine Farslar ve Araplardan sonra Türkler de çıktı. Bu üç kavmin yükselişe geçmesi Ortadoğu’nun daha önceki aşamalarının en gelişkin kültürleri olan Ermenileri, Asurluları, Helenleri, Hristiyan halkları ve kültürleri Ortadoğu’dan neredeyse tasfiye etti. Ortadoğu’nun çölleşmesinde, krize girmesinde bu tarihsel trajedinin de büyük rolü var.
Altı yaşamsal çelişki
Ulus-devlet olgusu üzerinden iz sürerek bugüne gelirsek… Bence bu izi en iyi, İmralı’da Ortadoğu üzerine çok çarpıcı analizler içeren kitaplar yazan Abdullah Öcalan sürüyor. Öcalan’a göre, 13. yüzyılda yapısal krize giren Ortadoğu’da bugün 19. yüzyıldan itibaren hayata geçirilen Batı kapitalist rejiminin fethetme ve kuşatma stratejisi uygulanıyor. Bu strateji 20. yüzyılın ortalarına kadar ağırlıklı olarak İngiltere üzerinden hayata geçti. 20. yüzyılın ortalarından sonra ABD sahneye çıktı. Kuşatma ve fethetme stratejisi şöyle bir miras bıraktı:
* Batı uygarlığının bölge üzerinde hegemonya kurması;
* Bu hegemonyayı kolaylaştırmak için, bölgenin etnisite ve mezhep farklarına dayalı 22 Arap devletine ayrıştırılması; yani böl-ve-yönet yönteminin uygulanması;
* Bölge hegemonlarına ajan-figüran rolü oynatılması.
Bu stratejiye bağlı olarak Ortadoğu’yu şekillendiren şu altı çelişki oluştu:
* Arap-Yahudi çelişkisi;
* Türk-Kürt, Türk-Ermeni, Kürt-Ermeni çelişkileri;
* Şia-Sünni çelişkisi;
* Ulus devletin herkesle çelişkisi. Bunu modernite-gelenek çelişkisi şeklinde de okuyabiliriz.
Ortadoğu Asur dönemine geri döndü
Bu arka plan bilgisi şu açıdan çok önemli: Ortadoğu’nun “şimdisi zayıf, tarihi çok büyük.” O yüzden şu sorular gelecek açısından önemli: Ortadoğu’da reddedilenin yerine ne konacak? Oryantalizm aşılabilecek mi? Aşılırsa yerine nasıl bir sistem inşa edilecek? Bölge Arap, Türk, Kürt ve Fars ulusalcılığı kapanından kurtulacak mı? Kurtarılacaksa nasıl? İslam, karşı-İslam yorumundan ayrıştırılacak mı? Ulus-devletler özgür, eşit bir ümmet olarak yenilenecek mi? AB projesinden esinlenerek bir Ortadoğu ulusu var edilebilecek mi?
Ortadoğu günümüzde MÖ 1300-600 arasında iki dönem hegemon güç haline gelen Asur vahşeti ve yıkımına benzer bir dönem geçiriyor. Asur zulmü insanlık vicdanında büyük yaralar açtı. Hikmetler çağına (MÖ 600 – MÖ 300) yol açtı. Kawa, Medler, Urartular direnişi başladı. Bugün ise, Ortadoğu’da “yeni Asur vahşeti”ne paralel iki çizgi daha gelişiyor. Biri, Batı hegemonyası için ajan-figüran rolü oynayan bölge hegemonlarının otoriter yönetim arayışı. Diğeri, bölgeyi sivil demokratik dinamikler doğrultusunda yeniden şekillendirmek isteyen halkçı bir çizgi.
İki çizgi arasındaki çelişkiyi önemsemek gerekir. Çünkü Ortadoğu Rönesansı ve Reformu doğacaksa buradan doğacak.