spot_img
Ana SayfaYazarlarOrtadoğu'da züccaciye dükkanındaki fil

Ortadoğu’da züccaciye dükkanındaki fil

 

Amerika, 2003 yılı Mart ayında Irak’ı bir ‘yalan’ üzerinden işgal etmişti. Hatta bir değil, iki yalan üzerinden. Bunlardan ilki, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren El Kaide örgütüyle Saddam Hüseyin rejimi arasında ‘irtibat’ olduğu yalanıydı. Öyle bir irtibat yoktu ve Amerikan güvenlik ve istihbarat birimleri bunu biliyordu. Ancak, aralarında John Bolton’ın da bulunduğu İsrail yanlısı etkili grup, Amerika’yı Irak’ın üzerine salmaya kararlıydı ve CIA’e ‘olmayan bağlantıyı’ bulması için baskı yapıyordu.

 

İkinci yalan, Irak’ın elinde kimyasal silah bulunduğu iddiasıydı. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu elinde bu tür veriler olmadığını defalarca açıklamıştı. 7 Mart 2003’te kitle imha silahlarını araştırmak için kurulan Birleşmiş Milletler Gözlem, Doğrulama ve Teftiş Komisyonu Başkanı Hans Blix, o zamanki Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed el Baradey ile birlikte hazırladığı raporu açıkladı; Irak’ta kimyasal silah bulunduğuna dair kanıta rastlayamamışlardı.

 

Nitekim, Irak’ın işgalinden sonra bu ülkede kimyasal silah bulunmadığı ortaya çıktı. Kaldı ki, olsa ne olurdu? Bölgede aralarında İsrail’in de bulunduğu pek çok ülkenin elinde bu silahlar (hatta İsrail’in elinde nükleer silah) mevcuttu. Elinde kimyasal silah bulunması bir ülkenin işgaline meşruiyet veya hukûkî zemin sağlamaz.

 

Öyle ya da böyle, Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın eline sahte deliller verip, ondan BM Güvenlik Konseyi’nin önünde ‘sunum yaparak’ dünyayı savaşa ikna etmesini istediler. Powell, bunu 5 Şubat 2003 günü gönülsüzce de olsa yapacak, iki yıl sonra da ABC televizyonunun canlı yayınında Barbara Walters’ın sorularını cevaplandırırken, o sunum için ‘kariyerimde bir lekeydi’ diyecekti.

 

Amerika’nın Irak’ı işgalinin gerçek sebebi ne Saddam Hüseyin rejimiyle El Kaide arasındaki ‘bağlantı’ ne de bu ülkede kimyasal silah bulunduğu iddiasıydı. Irak’ın işgal edilmesi gerekiyordu, çünkü Irak bölgede, İsrail’in kendisine karşı ‘stratejik tehdit’ algıladığı iki ülkeden biriydi. Öteki Suriye idi.

 

Amerika’nın Irak’ı işgalinin üzerinden dört yıl geçtiğinde, yani 2007 yılına geldiğimizde 2 milyon kişi ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. İşgalin üzerinden sekiz yıl geçtiğinde, 2011 yılı Aralık ayında, ‘Iraq Body Count’ isimli kuruluşun rakamlarına göre tablo şöyleydi:  103 bin ilâ 113 bin 728 ölü!

 

İnsan kayıpları, evini barkını terketmek zorunda kalan milyonlar, harâbeye dönmüş şehirler…Öte yandan, saldırı ve işgal amacına ulaşmış; Irak, İsrail’e karşı ‘stratejik tehdit’ olmaktan çıkmıştı.   

 

Irak etnik ve dini temelde bölündü

 

Irak, ağırlıklı olarak Şii ve Sünni Araplarla Kürt ve Türkmen (Türkmenlerin de Şii ve Sünni olanı var) nüfustan müteşekkil bir ülke. Ülkede çoğunluğu Şii Araplar oluşturuyor.

 

Amerika, işgalin ardından bu ülkenin siyasi yapısını etnik ve dini temeller (farklılıklar demek daha doğru) üzerinden kurguladı. Bu zihniyetin bir yansıması olarak, bir taraftan da “Baas’tan arındırma” (Debaasification)  adı altında devletin temel güvenlik birimleri dağıtıldı ve kamu otoritesi çöktü. Irak, böyle bir ortamda fiilen iç savaşa sürüklendi.

Amerika’nın Irak’ta yaptığı şey, esasen Ortadoğu’ya nasıl bir ‘vizyon’la baktığının bir göstergesiydi.

 

ABD, Irak’ı İran’a gümüş tepside sunuyor

 

Amerika, işgal öncesinde Irak’taki toplumsal dokuyu doğru okuyamadı; işgal sonrası ortaya çıkabilecek direnişi ve İran ve Suriye gibi sıranın kendisine geleceğini düşünen öteki bölge ülkelerinin Irak içinde yürüteceği yeraltı faaliyetlerini öngöremedi. Amerika, işgalin tamamlanmasını ‘görev tamamlandı’ diye ilân ederken asıl savaşın bundan sonra başladığını dehşet içinde farkedecekti. İran’ın ‘Kudüs Gücü’ diye bilinen meşhur özel kuvvetler birliğini Irak’ta sahaya sürmesiyle, beklemediği çapta bir silahlı direnişle karşı karşıya kaldı. Barack Obama’nın 2008 yılında yönetime gelmesinden sonra, Amerikan askerlerinin Irak’tan arkalarına bakmadan, âdeta kaçarak çıkmasının sebebi buydu. İşgal kararı ne kadar yanlışsa, sahayı ve siyaseti neredeyse tamamen ‘İran etkisi’ne bırakarak, yani zamansız çekilme kararı da o kadar yanlıştı.

 

Amerikan askerlerinin çekilmesi, esasen İran’ın sahadaki zaferiydi. Amerikan işgali İran’ı en büyük düşmanından kurtarmış, dahası o ülkeyi Tahran’daki yöneticilere âdeta gümüş tepside sunmuştu. Neredeyse iki bine yakın düşünce kuruluşuna sahip bir ülkenin bu tabloyu öngörememiş olması doğrusu şayân-ı hayrettir. Eğer bugün İran’ın bölgede yükselen jeopolitik ağırlığı’ndan bahsediyorsak, bu durum Amerika’nın hesapsız Irak (ve tabii Afganistan) politikalarının sonucudur. (Amerika’nın Afganistan harekâtı da, İran’ı kuzeydoğudaki en önemli düşmanı Taliban’dan kurtarmıştı)

 

Amerika Şii mezhepçiliği yapan Maliki’nin yanında

 

Irak, işgalin ardından, Nuri el Maliki gibi İran kuklası yöneticilerin elinde koyu mezhepçiliğe yuvarlandı. Radikal İslâmcı Sünni örgüt IŞİD’in Irak’ta zemin bulabilmiş olmasının, dahası 2014 yılında Irak’ın ikinci büyük şehri olan Musul’u ele geçirebilmiş olmasının sebebi Sünnilere kan kusturan bu mezhepçi politikalardı. Nuri el Maliki bu politikaları izlerken, arkasında sadece İran’ın değil, İran’la nükleer anlaşmayı yapmanın peşinde koşan Amerika’nın da desteğini bulmuştu.

 

Amerika’nın bu tahripkâr politikaları, 2010 sonunda patlak veren ‘Arap Baharı’ döneminde de önce Mısır’da, sonra da bilhassa Suriye krizinde devam etti.

 

Alanı radikal örgütlere bırakan yanlış tercihler

 

George W.Bush yönetimi, ‘şahin’ politikalarıyla Irak’ı nasıl perişan etmişse, Barack Obama yönetimi de ‘ürkek’ politikalarla Suriye’de benzer bir sonuca yol açtı. George W. Bush, “Irak’taki kimyasal silah varlığını”, daha doğrusu ihtimâlini, bu ülkenin işgaline gerekçe yapmıştı, Obama ise fiilen kimyasal silah kullanmış, yüzlerce hatta binlerce insanı katletmiş bir rejime karşı hareketsiz kalmayı seçti.

 

Obama dönemini nitelendirmek için ‘ürkeklik’ dışında kullanılabilecek ikinci uygun kelime “tutarsızlık”tır. Mart 2011’den itibaren Beşar Esed rejiminin devrilmesi yönünde bir politika izleyip, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkeyi bu yönde teşvik eden Amerika, 2013 yılı içinde bu politikadan çark etmeye başladı. Amerikan Dışişleri, Savunma Bakanlığı (Pentagon) ve CIA’in ısrarlı taleplerine rağmen ılımlı muhaliflere ağır silahlar verilmesine karşı Obama’nın ürkek politikaları, Suriye sahasının giderek artan ölçüde radikal unsurların kontrolüne girmesine sebep oldu. O dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, görevden ayrıldıktan sonra kaleme aldığı ‘Hard Choices’  (Zor Tercihler) adlı kitabında, Obama’yı ılımlı muhaliflere ağır silahların verilmesine ikna edemediklerini hayıflanarak anlatıyor.

 

Amerika Rusya’ya alan açıyor

 

Büyük devletler, ‘tutarsız’ hareketler içinde olup, üzerine bir de ‘yanlış tercihler’ yaptığında, bunların bedelleri hem kendileri için hem de bölgede onlarla birlikte hareket eden müttefikleri için ağır olur. Nitekim öyle olmuştur.

 

Amerikan yönetimi, araziyi radikal örgütlerin etkisine bırakırken, diplomatik alanda kendisinin tam tersi bir tavır sergileyen Rusya yönetimine alan açıyordu. Rusya, Suriye rejimi 21 Ağustos 2013 tarihinde Doğu Guta’da kimyasal silah kullandığında bile Amerika’nın, bu durumu ‘kırmızı çizgi’ diye ilân etmiş olmasına rağmen, müdahale etmediğini görünce alanın kendisine açık olduğundan emin oldu.

 

2015 ortalarına kadar sahada olup bitenleri izlemekle yetinen (fiili müdahaleyi göze alamayan) Rusya, o tarihten sonra Amerika’nın sahadan uzak durma niyetinden emin olarak Suriye’ye büyük bir askerî yığınak yaptı. Ondan sonra da hem askerî hem siyasi alanda gidişâtı belirleyen en önemli aktör haline geldi.

Hillary Clinton’ın kitabının ismi pekalâ ‘Yanlış Tercihler’ olabilirmiş!

 

‘Terörle mücadele’ diye çıkılan yolda terör örgütünü silahlandırmak

 

Amerika’nın, Suriye’de 2011 baharıyla 2019 başı arasında izlediği politikaları tek bir kelimeyle îzah etmek istesek ‘savrulma’ kelimesi herhalde işimizi görür. 

 

Nasıl bir savrulma?

 

‘Rejimi devirme’ hedefiyle yola çıkıp, ‘rejim çökerse radikal İslâmcılar gelir, rejim yerinde kalsın’ çizgisine savrulma; ‘terörle mücadele’ hedefiyle yola çıkıp, bir terör örgütüyle ‘müttefik’ olmaya, hatta onu silahlandırmaya doğru bir savrulma. En sonunda, ’Suriye’den hızlıca çekiliyoruz’ deyip iki hafta sonra ‘çekilmemiz şartlara bağlı’ noktasına savrulma.

 

Amerika’yı, Ortadoğu’da izlediği politikalar sebebiyle ’züccaciyeci dükkânına giren fil’e benzetmemizin sebepleri bunlar. Bu ‘fil’in dükkâna girişi bir dert, dükkândan çıkışı başka bir dert. Kaldı ki gelişmeler, onun Ortadoğu dükkânından, ‘başındaki adam istese de’ kolay kolay çıkamayacağını gösteriyor.

 

Yani?

Görünen o ki, dükkânda daha kırılıp dökülecek çok şey var.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -