“Evvela insanı birleştirmek… Varsın hayat standartları farklı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar…”
Tanpınar, ‘toplum’ olmanın sırrını veren bu veciz cümleyi Huzur romanının kahramanına söyletmeden önce Beykoz çayırlarındaki hafta sonu atmosferini anlatır uzun uzun: Zenginlerle yoksullar farklı yemekler yese de aynı eğlencenin parçasıdırlar orada.
Beykoz çayırı, farklılıkları silikleştirip ortak yanları öne çıkaran bir rol oynuyordu Tanpınar’ın romanında.
Sınıfları, gelirleri, politik görüşleri farklı insanların ortaklaşa sevip değer verdiği sanatçılar da haddinden fazla kutuplaşmış toplumumuzda benzer bir rol oynamıyor mu?
Sezen Aksu için yıllar önce kaleme aldığım portrede, “Tanpınar bugün yaşıyor olsaydı, Sezen Aksu’nun, romanındaki Beykoz çayırınınkine benzer bir işlev gördüğünü söylerdi sanırım. Öyle ya, zenginlerle fakirlerin, kentlilerle köylülerin, villadakilerle gecekondulardakilerin birlikte ‘ihtiyaç duyduğu’ başka kaç şeyimiz var?” diye yazmıştım.
Münir Özkul’u kaybettiğimiz bugünlerde, onun için on yıl önce kaleme aldığım portreyi yeniden okudum. O, tabii ki farklılıklarına rağmen herkesin ortaklaşa sevip saydığı, ‘ihtiyaç duyduğu’ sanatçıların başında geliyor.
Fakat sözünü ettiğim portre, Sezen Aksu’nunkinin tersine bu tema üzerine kurulmamıştı. Beni o zamanlar onun filmlerdeki şen-geveze haliyle gerçek hayatındaki içe kapalı-suskun hali arasındaki tezat cezbetmiş olacak ki, Bir Gizli Bildiği Mi Var başlıklı portresinin sunuşunda şöyle yazmışım:
“Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum / Hiçbirinizle dövüşemem / Siz ne derseniz deyin / Benim bir gizli bildiğim var…” Halinde, tavrında, en çok da bakışlarında bize böyle seslenir gibi değil midir? Bence var bir gizli bildiği ama bize hiç anlatmayacak; çünkü Münir Özkul, ‘anlatmadan anlaşılmaya âşık’ o insanların kategorisinden…”
Münir Özkul’a hoşça kal derken, 10 yıl önce kaleme aldığım portreyi bir kez de Serbestiyet okurlarının dikkatine sunmak istedim…
***
“Münir Özkul kendiyle derdi olan bir adam mıdır?”
Kızı Güner Özkul’un soruya cevabı: “Olmasa bu kadar içmezdi. Belki de yapmak istediği çok şey vardı, belki de kabına sığamıyordu. Hiçbir zaman kafasına takılan şeyleri başka türlü dile getirmedi. Hayatta tek yaptığı şey oynamaktı.”
Münir Özkul’un “kafasına takılan şeyleri dile getirmeyen” yapısı bana derhal Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar romanının kahramanı Selim Işık’ın, kendi karakterinin en belirleyici yanına işaret ettiği şu cümlesini getirdi: “Ben Selim Işık, anlatmadan anlaşılmaya âşık.”
Hiç bu türden insanlarla yakın ilişkiniz oldu mu? Çok zordur… Çünkü dertlerinin, sizin hakkınızdaki düşüncelerinin, size ilişkin iyi duygularının ya da rahatsızlıklarının “anlatmadan anlaşılmasını” isterler, ruhları bu gizli oyundan beslenir. Anlattıkları anda yakın ilişkinin sihrinin ortadan kalkacağına, sıradanlaşacağına inanırlar. Bu türden insanlar, “anlatmak ister misin?” cümlesinden ve ona benzer bütün cümlelerden nefret ederler.
Karşı taraf mı? Onların durumu çok daha zordur. Karşılarında durup çığlık çığlığa susan bu insanlara karşı, belki kendilerinin bile “neden?” diye sordukları dizginlenemez bir öfke duyarlar. Güner Özkul, babasının sevgilileri ve eşleriyle yaşadığı ilişkide mutlaka ortaya çıkan öfke patlamalarını anlamlandıramadığını söylüyordu bir söyleşide:
“Yaşar Anne, babam ve ben, Kuzguncuk'ta, Nakkaştepe'te köprüye (o zamanlar bir köprümüz vardı) üstten bakan bir eve taşındık. Yürümedi; bir gün Yaşar Anne bizi terk etti ve giderken de, ‘Bana Örümcek Yaşar diyorlar ama sen benden de kötüymüşsün, akrepsin sen! Akrep Münir!’ dedi. Bana melek gibi davranan babama neden 'kötü' dediğini anlamadığım gibi, akreplerin kötü olduğundan da pek emin değildim.”
Keşke yerim geniş olsaydı da Güner Özkul’un anlattığı, babasının muhatabında yarattığı öfke patlamalarına daha çok örnek verebilseydim. Ama şunu anlatmadan geçemeyeceğim:
“Ve manken Tülay!.. Çok 'cool'du… İçlerinde en güzeli, en klası oydu. Dual pikabında saatlerce Pink Floyd dinlerdik ve cep foto okurduk. Onun kadar şık bir kadın görmemişimdir belki de. Bir gün Tülay pikabı babamın kafasına fırlattı, babam eğilince pikap camdan dışarı uçup Kodaman Sokak'ta patladı. Babamın canı pek tatlıdır, deli deliyi görünce sopasını saklarmış, biz de oradan tüydük, o iş de öyle bitti.”
Güner Özkul’a, haddim olmayarak babasının mazlumluğuna, suskunluğuna bir de onun “anlatmayan” yanından bakmasını önermek istiyorum. Gene haddim olmayarak söylüyorum: O zaman belki, yakın temas kurduğu insanlarda yarattığı öfke nöbetleri de dahil olmak üzere bazı şeyler daha rahat anlaşılabilir.
Bir adım daha atacağım: Bana öyle geliyor ki Münir Özkul’un bizimle, tanımadıklarıyla, toplumla kurduğu ilişkide de “anlatmadan anlaşılmak” gibi bir arzusu var. “Oyunculuğuyla anlatıyor ya” demeyin, orada da anlatmadığı bir şey var gibi geliyor bana. Turgut Uyar’ın başa aldığım dizelerinde dediği gibi “bir gizli bildiği” var ve gene başta söylediğim gerekçeyle bunu bize hiç anlatmayacak.
İsterseniz tadında bırakalım ve çok iddialı olsam da nihayet bir sezgiden türetilmiş bir tahmin üzerinde fazla gidip gelmeyelim; anlatmadıklarını bir kenara koyalım ve bakalım anlattıkları arasında neler var?
‘Münir Baba’
Bir okurum, geçtiğimiz hafta yayımlanan Cüneyt Arkın portresinden bir paragrafa takılmış. O bölümü aktardıktan sonra eleştirisini son derece veciz bir biçimde, sadece şu dört kelimeyle ifade etmiş: “Emin misiniz? Münir Özkul?”
Üzerine bu eleştiriyi kurduğu paragrafı da aktarayım:
“Cüneyt Arkın parçası çekilip çıkarılsa, anlamlı bir bütün olma iddiasını epeyce kaybedecek eski Türk sinemasının anlamı konusunda kendisinin yaptığı değerlendirme hayli abartılı. Bu değerlendirmeye inanacak olursanız, toplumdan çıkan, onu yansıtan bir sinemadan değil; sinemadaki ilişkileri taklit eden, tabir caizse sinemanın biçimlendirdiği bir topluma inanmanız gerekir.”
Okuruma her şeyden önce bana bir Münir Özkul portresi yazma ilhamı verdiği için teşekkür ederim. Dediğini anladım. Özellikle “en iyi baba ölü babadır” deme yaşında olduğunu zannettiğim bazı gençlerin onun hakkında yazdıklarını, filmlerinden nasıl etkilendiklerini okuduktan sonra…
“Az evvel ATV Haber’de gördüğüm… Hâlâ çok tatlı idi. Hâlâ böyle gidip dizine başımı koyasım gelmekteymiş, fark ettim. Ama o kadar yaşlanmış ki… Yaşar dede olmuş… Pamuk dede olmuş… Bebek gibi idi. Hem tavırları hem gülümsemesi… Rabbim sağlık sıhhat versin ona bolca…”
“Baba gibi severim bu adamı… Tanımaz, tanımam, arada cam olmadan görmüşlüğüm de yoktur. (…) Hepimizin biraz babası olmuştur sanırım.”
“Yoksulların kralı, Yaşar Usta'sı, Münir Ağabey'i… Fedakârlık, dürüstlük, kadirşinaslık, hamiyetperverlik, âlicenaplık, kalendermeşreplik, dirayet, feragat, tevazu, kanaat, haksızlığa itiraz, tokgözlülük, helalilik, samimiyet, bağışlayıcılık… Bütün bunları biz Münir Özkul'un Yeşilçam filmlerinde canlandırdığı karakterlerden öğrendik.”
‘Yaaaa…’
Şimdi artık, Cüneyt Arkın’ın geçen hafta itiraz ettiğim cümlelerini yeniden düşünmem gerektiği kanaatindeyim. Olabilir, belki de haklıdır şöyle konuşurken:
“Türk sineması öğrenme aracıydı, moraldi. Kadınlar, yaşlılar, dullar gelip ağlar rahatlardı. Yiğitliği, cesareti öğreniyordu insanlar. Komşuluk ilişkileri, karakter oyuncularla veriliyordu. Türk toplumu o nedenle bir arada çok güzel yaşardı. Türk sineması o dönem işlediği konularla, değerlerle Türk toplumunu bir arada tutuyordu. Her hafta yeni bir film izliyorsun, her hafta bir değer öğreniyorsun.”
Onun filmleriyle büyümüş, yavaş yavaş gençliklerini terk etmekte olan kuşak, şu iki noktayı belirtmeden bitirirsem bu portreyi tamamlanmamış sayarlar, biliyorum. Biri, internette çok rastladığım şu replik:
"Dokunma oğluma, dokunma çocuklarıma, dokunma aileme. Eğer dokunursan, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmeyen ben, hiç düşünmeden çeker vururum seni. Vururum ve arkama dönüp bakmam bile…"
Haklılar… Bu repliği okurken kaçımızın gözünün önüne gelmez Yaşar Usta’nın aynı anda öfkeyi ve şefkati birlikte yansıtan yüzü?
Bir de şu: “Ne de güzel ‘yaaa’ diyen ve ‘yaaa’yı duruma göre tonlayan adammış be.”
Hakikaten ya!