Özgürlükten kaçışın hikayesi: Büyük engizisyoncu üzerine notlar

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’indeki Büyük Engizisyoncu bölümünde Ivan Karamazov’un kardeşi Alyoşa’ya anlattığı alegorik hikaye, İsa’nın Engizisyon dönemi İspanya’sına yeniden döndüğü hayali bir sahneyle açılır. İsa, mucizeler gerçekleştirdiği için halk tarafından hemen tanınır ve sevgiyle karşılanır. Fakat aynı gün kilisenin en yüksek otoritesi olan Engizisyoncu tarafından tutuklanır. Çünkü O, insanların unuttuğunu sandığı bir özgürlüğü yeniden dünyaya getirmiştir.

Anlatı ile özgürlük arasındaki gerilimi yalnızca bugünün krizleri üzerinden düşünmek eksik olur. İnsan, kendi hikayesi ile kendi iradesi arasındaki çatışmayı çok daha önce sezmişti. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde yer alan Büyük Engizisyoncu bölümü bunun en çarpıcı örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Romanda Ivan Karamazov’un kardeşi Alyoşa’ya anlattığı bu alegorik hikaye, İsa’nın Engizisyon dönemi İspanya’sına yeniden döndüğü hayali bir sahneyle açılır. İsa, mucizeler gerçekleştirdiği için halk tarafından hemen tanınır ve sevgiyle karşılanır. Fakat aynı gün kilisenin en yüksek otoritesi olan Engizisyoncu tarafından tutuklanır. Çünkü O, insanların unuttuğunu sandığı bir özgürlüğü yeniden dünyaya getirmiştir.

Engizisyoncu gece yarısı hücreye gelir ve uzun bir tiratla İsa’yı suçlar. Ona göre insanlar özgürlüğe ihtiyaç duymaz. Özgürlük ağırdır. İnsanları yalnız bırakır ve onları dayanamayacakları bir sorumlulukla baş başa bırakır. Bu yüzden kilise, İsa’nın reddettiği üç büyük ayartmayı yani mucizeyi, sırrı, otoriteyi kendi düzeni adına sahiplenmiştir. İnsanlara hakikati değil, ona benzeyen bir huzur sunmuştur. Hakikati geri getiren birinin bu düzeni bozmasına izin verilemez.

Bu hikaye yalnızca bir dini tartışma değildir. Hakikatin nasıl bastırıldığına, özgürlüğün nasıl bir tehdit olarak algılandığına ve anlatının nasıl otoriter bir forma dönüşebileceğine dair keskin bir sezgidir. Engizisyoncu’nun tiradı, insanın özgürlük karşısında duyduğu eski korkuyu bugüne taşıyan bir metindir. İsa’nın bütün bu suçlamalara karşı sessiz kalması ise hakikatin gücünün değil, kelimenin sınırlarının bir ifadesidir. Dostoyevski böylece özgürlük arzusunun ve özgürlükten kaçışın aynı insanda nasıl bir arada bulunabileceğini biz okuyucularına gösterir.

Özgürlüğün ağırlığı ve engizisyoncu’nun mantığı

Dostoyevski’nin kurduğu sahne ilk bakışta bir karanlık dönem eleştirisi gibi görünür. Oysa Büyük Engizisyoncu’nun sesinde tarihsel bir figürden çok, insan doğasına dair daha eski bir yankı duyulur. Engizisyoncu’nun temel iddiası basit ama sarsıcıdır. İnsan özgürlüğü istemez. Özgürlük, insanın taşıyabileceğinden daha ağırdır. İnsanı yalnızlaştırır, kendi seçimlerinin sorumluluğuyla baş başa bırakır, onu sürekli bir belirsizliğin eşiğinde tutar. Engizisyoncu bu belirsizliğin insan ruhunda bir yorgunluk yarattığını düşünür ve bu yorgunluğu kendi düzeni için bir fırsata çevirir.

İsa’nın mucizeyi, sırrı ve otoriteyi reddetmiş olması onun gözünde büyük bir yanlıştır. Çünkü bu üç şey, insanın özgürlük karşısındaki zayıflığını örter. Mucize korkuyu bastırır. Sır, belirsizliğe bir anlam verir. Otorite, tercihin ağırlığını insanın omuzundan alır. Engizisyoncu’nun mantığı burada iyice belirginleşir. İsa insanlara hakikati ve özgürlüğü bırakmıştır. Kilise ise onların yerine huzuru ve itaati yerleştirmiştir. Engizisyoncu bu düzenin daha insani olduğuna inanır. Çünkü ona göre insan hakikati değil, hakikatin yerine geçecek bir güven duygusunu ister.

Bu noktada Dostoyevski’nin kurduğu gerilim yalnızca teolojik bir ihtilaf değildir. Burada özgürlük, insanın içsel bölünmüşlüğünün aynası hâline gelir. Bir yanda hakikatin çağrısı vardır. Bu çağrı sorgulama ister, risk ister, yalnızlık ister. Diğer yanda güvenli bir düzenin sunduğu konfor vardır. Bu düzen hata yapma olasılığını azaltmaz, yalnızca hatanın sorumluluğunu bireyin omzundan alır. Engizisyoncu bu sorumsuzluğu bir lütuf olarak sunar. İnsanların kendi hayatlarını üstlenmekten duydukları korkuyu haklı bir sebep olarak görür.

Dostoyevski’nin asıl keskinliği burada ortaya çıkar. Engizisyoncu kötü bir karakter değildir aslında. Kendi içinde tutarlı, hatta koruyucu bir mantığı vardır. Bu nedenle İsa’yı suçlarken öfke değil, neredeyse hüzünlü bir kesinlik duyarız onun cümlelerinde. İnsanların özgürlüğe dayanamayacağını düşündüğü için kendini onların yükünü hafifleten biri olarak konumlandırır. Onun gözünde İsa’nın hatası, insanı kaldırabileceğinden fazla bir sorumlulukla baş başa bırakması olmuştur. Bu sorumluluk hem ruhu hem toplumu yormaktan başka bir şeye yaramaz. Engizisyoncu bu yorgunluğu kendi düzeniyle telafi eder ve bunu bir ihanet olarak değil, bir gereklilik olarak görür.

Dostoyevski bu tiradı Ivan’ın ağzından anlatırken basit bir kötülük sorununa değil, insanın doğasında yer alan derin bir ikileme işaret eder. Özgür olmak ile özgürlükten kaçmak çoğu zaman aynı ruhta var olur. Engizisyoncu’nun sesi bu ikilemin karanlık yüzü olarak karşımıza çıkar. Özgürlüğü bir tehdit olarak görmesi yalnızca bir baskı figürünün tavrı değildir. İnsan doğasının kırılganlığına verdiği yanıtın karanlık bir biçimidir.

Bu nedenle Engizisyoncu’nun tiradı İsa’ya değil, insana yöneltilmiş bir suçlamadır. İnsan özgürlük istemez. Hakikat istemez. Ona göre insanlar huzur ister. Huzurun bedeli hakikatin kaybıysa bunu ödemeye hazırdır. Bu bakış, özgürlüğü değil düzeni kutsar. Düzenin sürdürülebilmesi için hakikatin unutulmasını gerekli görür.

Ve tam bu noktada Dostoyevski, anlatının yerini gösterir. Hakikat geri çekildiğinde ortaya bir anlatı çıkar. Engizisyoncu bu anlatıyı kurar ve ona hakikat demeden hakikat işlevi yükler. Böylece özgürlüğün ağırlığı anlatının gölgesine bırakılır. Hakikatin taşıyamadığı yük, düzenin diline devredilir.

Engizisyoncu’nun anlatısı ve hakikatin gölgesi

Engizisyoncu’nun tiradı yalnızca bir akıl yürütme değildir, öyle de okunmamalıdır. O tirat, bir anlatının da inşasıdır aynı zamanda. Kendisini hakikatin taşıyıcısı olarak sunmaz. Hakikat iddiasında bulunmaz. Bunun yerine insana daha dayanılabilir bir hikaye verir. Bu hikaye, hakikatin yerini almak için değil, hakikatin yükünü hafifletmek için kurulmuştur. Böylece anlatı bir teselli aracı hâline gelir. Teselli ise çoğu zaman hakikatin karşıtı değili ertelenmiş hali olarak bize sunulur. 

Dostoyevski’nin sezgisi tam burada keskinleşir. Engizisyoncu’nun kurduğu düzen yalnızca bir baskı sistemi değildir. Aynı zamanda bir anlatı düzenidir. İnsanları itaate çağıran şey zorlama değil, hikayenin kendisidir. Bu hikayede özgürlük değil, huzur vardır. Risk değil, açıklık vardır. Hakikatin taşıyamayacağı soruları ortadan kaldıran bir sadelik vardır. Engizisyoncu bu sadeliği “hakikatin insanı ezdiği yerlerde” bir merhem gibi sunar.

Bu nedenle Engizisyoncu’nun sözleri yalnızca İsa’ya yöneltilmiş bir iddia değildir. İnsanlara da bir teklif sunar. Bu teklif, hakikati değil, hakikatin yerine geçebilecek bir düzeni kabul etmek üzerinedir. Özgürlüğün yarattığı boşluğu doldurmak için sunulan bu düzen, insanın kendi hikayesini kurma ihtiyacını ortadan kaldırır. Çünkü bir hikaye ne kadar güçlü ve kapsayıcıysa bireyin kendi hikayesine alan bırakmaz.

Burada önemli olan mesele artı anlatı burada bir iktidar biçimine dönüşür. Engizisyoncu’nun gücü, insanları zorlamasından değil, onlara yüklerinden arınmış bir dünya sunmasından gelir. O dünya, belirsizliğin, rastlantının ve sorumluluğun ağır geldiği ruhlar için bir sığınaktır. Bu sığınakta hakikat yoktur ama hakikate benzeyen bir düzen vardır. İnsanların bu düzeni tercih etmesi, onların zayıflığından değil, dünya ile baş etme biçimlerinden kaynaklanır. Dostoyevski bu tercihi ahlaki bir düşüş olarak değil, insanın varoluşsal kırılganlığının bir sonucu olarak okur.

Tam da burada İsa’nın dönüşü bu düzeni bozar. Çünkü O, insanların uzun süredir unuttuğu bir şeyi geri getirir: özgürlüğü. Özgürlük, bu düzenin merkezinde duran hikayeyi dağıtır. Bu yüzden Engizisyoncu İsa’yı suçlarken aslında kendi hikayesini savunur. Kurduğu düzenin kırılganlığını gizlemek için değil, insanların bu düzeni tercih etmesinin sebeplerini göstermek için konuşur. Onun tiradı bir hakikat iddiası değildir. Bir “hakikat yerine geçebilirlik” iddiasıdır.

Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu sahnesini zamansız kılan da budur. Çünkü burada iktidarı ayakta tutan şey zorbalık değil, anlatıdır. İtaati mümkün kılan şey korku değil, açıklıktır. İnsanların Engizisyoncu’nun düzenine bağlı kalmasını sağlayan şey hakikat değil, hakikatin ağırlığını ortadan kaldıran bir dildir. Bu dil, insanların kendi hayatlarına hükmetme sorumluluğunu unuttukları anlarda daha kolay hâkimiyet kurar.

Ve bu noktada bir paradoks belirir. Engizisyoncu halkı kandırmaz. Onlara dayanabilecekleri bir dünya verir. O dünyanın hakikatle değil, hakikat boşluğuyla kurulduğunu bilir. Ancak insanların bu boşluktan memnun olduklarını da bilir. Bu nedenle İsa’ya yönelttiği eleştirinin bir yönü de halkadır. Halk hakikati değil, huzuru seçmiştir. Bu seçim karşısında İsa’nın sessizliği, anlatının iktidarına karşı sözün artık yetersiz kalışını işaret eder.

Dostoyevski burada hakikatin anlatı tarafından gölgelenebileceği bir dünyayı anlatır. Bu dünya yalnızca geçmişe ait değildir. İnsanın özgürlükten kaçtığı her çağda yeniden kurulur. Engizisyoncu’nun hikayesi bu yüzden tarihsel değil. Varoluşsaldır. O hikayeyi sürdüren şey iktidarın iradesi değil. İnsanın kendi içinde taşıdığı korkudur.

Hakikat ile anlatı arasında yeni bir özgürlük alanı

Dostoyevski’nin Büyük Engizisyoncu sahnesi insanın özgürlükle kurduğu ilişkiyi yalnızca dramatik bir çatışma üzerinden anlatmaz. Aynı zamanda bir uyarıdır herkes için. Özgürlüğü korumak, ona sahip olmaktan çok daha zor olabilir. Çünkü özgürlük, insanın kendi hikayesini kurma cesaretiyle ilgilidir. Hikayeyi başkasına devrettiğimiz her durumda özgürlük bir anlatıya dönüşür. O anlatı hakikatin yerini aldığında düzen bulaşıcı bir huzur gibi yayılır. Bu huzur bir rahatlama duygusuna karşılık gelmez hiçbir zaman, olsa olsa sorumluluktan kaçışın yarattığı geçici bir dinginlik haline tekabül eder. 

Aradan geçen zamanın bahenesi kalmamıştır, bugünün dünyası da benzer bir kırılma yaşamaktadır. Hakikat ile hikaye arasındaki sınır bulanıktır artık. Anlatının daha kolay, daha hızlı, daha teselli edici olduğu her yerde hakikat geri çekilmek zorunda bırakılmıştır. Engizisyoncu’nun düzeni, kendi çağımıza uyarlanmış biçimlerde yeniden ortaya çıkarken kimi zaman algoritmaların sunduğu hazır gerçekliklerde, kimi zaman güvenlik adına yapılan fedakarlıklarda, kimi zaman düşünmekten çok inanmanın tercih edildiği anlarda hep karşımıza çıkmaktadır. Zira insan, belirsizliğin ağırlığını hissettiğinde özgürlüğün yükü kendisi için yeniden ağırlaşıyor. O anlarda anlatı, hakikatin yerini doldurabilecek bir sığınak gibi görünüyor.

Fakat Dostoyevski’nin işaret ettiği bir ihtimal daha var. İsa’nın sessizliği. Bu sessizlik bir geri çekilme midir? Bence değil. Sözün hükmünü kaybettiği yerde hakikatin başka bir biçimde var olabileceğini hatırlatan bir alan açma ihtimalini sezdiriyor bizlere. Engizisyoncu’nun uzun tiradının karşısında tek bir cümlenin söylenmemesi, hakikatin her zaman anlatıyla ifade edilemeyeceğini gösterir. Bazen hikayeyi güçlendiren şey sessizliktir. Çünkü sessizlik, insanın kendi sorumluluğunu yeniden hatırladığı bir alan yaratır.

Bugün ihtiyaç duyduğumuz özgürlük tam olarak burada beliriyor. Hakikat ile anlatı arasındaki o dar aralıkta. Hakikatin yükünü taşımak ile anlatının rahatlatıcı gölgesine sığınmak arasında ince bir denge mümkün. Bu denge, özgürlüğün yalnızca bir hak değil, bir kararlılık olduğunu hatırlatır. İnsanın kendi hikayesini kurabilmesi, önce başka hikayelerin gölgesinden çıkabilmesine bağlıdır. Bu gölgeler Engizisyoncu’nun düzeni kadar güvenli, o düzen kadar sakin olabilir. Fakat özgürlük sakinlik değildir hiçbir zaman. Özgürlük yönünü kendi belirlediğimiz bir açıklığın adıdır aslında.

Dostoyevski’nin bize bıraktığı asıl soru şudur. İnsan hazır anlatılara mı sığınacak, yoksa hakikatin belirsizliğine rağmen kendi hikayesini kuracak mı? Bu soru bugün de geçerli. Hatta daha yakıcı bir şekilde geçerli. Çünkü çağımızın Engizisyoncuları gürültülü olmaktan çok çoğu zaman görünmezdirler. Sert bir otoriteyle değil, kolaylaştırılmış gerçekliklerle konuşurlar. Onların karşısında özgürlüğü sürdüren şey büyük sözler değil, sessizce verilen kararlar ve içeriden kurulan küçük dirençlerdir. Başkasının anlattığı hikayeye değil, kendi seçtiğimiz hakikate yönelme cesaretidir bu…

Büyük Engizisyoncu’nun hikayesi bu nedenle bir kapanıştan ziyade bir başlangıç ihtimali olarak okumak gerekiyor. Özgürlük, hakikati sahiplenmekten daha büyük bir gerçkeliği dayatıyor bizlere ki o da, hakikatin ağırlığını taşıyabileceğimiz bir alan yaratmaktan geçiyor. Anlatının gölgesinden çıkmak ve kendi sesimizin neye benzediğini yeniden duymak tam da bundan daha önemli bir hale geliyor. Ya da belki de özgürlüğün asıl gücü tam burada: Başkasının anlattığı hikaye karşısında, kendi hayatımıza dair sözü geri alma cesaretinde.

Önceki İçerikMutluluğun resmini yapamayan ressam
Sonraki İçerikVanity Fair 11 film seçti: 2025’in en iyileri