Ana SayfaManşetPeki her yer gülsuyu koktu mu?

Peki her yer gülsuyu koktu mu?

Günün sonunda Taksim gibi ülkenin kalbi olan bir yere, bir mimari yarışma açarak, ölçerek, biçerek değil, neredeyse hayırsever bir işadamının köyüne cami yaptırmasıyla aynı yöntemle bir inşaat şirketinin hayır ve hasenatı olarak bir cami yapıldı. Meydanı ezen, karşısındaki tarihi kiliseye meydan okuyan, Taksim’in simgesi olan mütevazi anıtın, karşısında kibrit kutusu gibi kaldığı haşmetli bir eser ortaya çıktı.

Taksim Camii, kılınan ilk Cuma namazıyla Cumhurbaşkanı tarafından açıldı. Camiden taşan cemaat, Cuma Namazı’nı Taksim Meydanı’na seccadelerini sererek kıldı. Açılış öncesi Isparta Belediyesi’ne ait bir kamyonetten meydana 25 ton gül suyu sıkıldı.

Bundan tam sekiz yıl önce o meydana resmi araçlardan gül suyu değil, tazyikli su sıkılıyordu. Meydan da gül değil, gaz kokuyordu.

Meydanı dolduran çoğunluğu genç kalabalık ise iktidara karşı öfkeli sloganlar atıyordu.

Taksim Camii’nin açılışı, Gezi Park’ı olaylarının başladığı 28 Mayıs’a denk getirildi.

Caminin mesajına uymayan kaba bir rövanşizm bu.

Ama Taksim’e camii ve rövanş meselesini konuşurken hikayeyi Gezi Parkı protestolarından başlatmak eksik olur.

Burada alınan çok daha eski bir rövanştır.

Türkiye’nin 150 yıllık kimlik, laiklik, demokrasi tartışmalarının ortasından geçen bir mazisi var bu caminin.

O yüzden dün Cumhurbaşkanı, cami açılışında “Milletimiz 150 yıllık hayaline bugün kavuşmuştur. Taksim Camii, yaklaşık 1,5 asırlık bir mücadelenin ardından İstanbul’umuza kazandırılmıştır” dedi.

Peki, neydi o “150 yıllık mücadele” ve “150 yıllık hayal”?

Hikayenin başlangıcında 1856 Islahat Fermanı var.

Kırım Savaşı’nda Avrupa devletleriyle ittifak halinde Ruslara karşı savaşan Osmanlı, zaferden sonra hem reform hem de müttefiklerine jest olarak Islahat Fermanı’nı yayınlamıştı.

Fermanla ülkedeki gayri-Müslimlere verilen haklar, halkta o kadar büyük bir tepkiye neden oluşmuştu ki, az kalsın Türkiye tarihinin ilk darbesi oluyordu.

Darbenin lideri Süleymaniyeli Şeyh Ahmed adlı Kırım Savaşı’nda da savaşmış bir din adamıydı. Savaştan sonra yayınlanan Islahat Fermanı onu isyan ettirmişti.

Aralarında paşaların, askerlerin, başka tarikat şeyhlerinin, zengin aile mensuplarının da olduğu bir fedailer cemiyeti yani cunta kurdu.

“Süleymaniyeli Şeyh Ahmed ile aramdaki muahedeyi kabul ettim ve ben muvahhid fedaiyim” diyerek yazılı ahit vererek girilen gizli cemiyet 10 bine yakın silahlı fedaiye ulaşmıştı.

Şeyh Ahmed, Islahat Fermanı’nı yayınlayan Abdülmecid’in kanının dökülmesine cevaz veren bir fetva yayınlamıştı:

“Şeriat-ı Muhammediye’yi batıranlardan ve beytülmal-ı Müslimini yağma edenler ve ulemayı ve sair Müslümanları kâfirlere tercih edenleri ve kâfir ile İslâm arasında fark yoktur diyen ve gerek (6 nokta) olsun ve gerek ona muayyen eden zalimler olsun onların kanını dökmedikçe durur isek dinimiz kâfir olsun ve Karun gibi mel’un olalım ve Ebu Cehil gibi merdud olalım…”

Fetvada “sair Müslümanları kâfirlere tercih edenleri ve kâfir ile İslâm arasında fark yoktur diyen” derken kastedilen Islahat Fermanı’ydı.

14 Eylül 1859 gecesi Şeyh Ahmed ve cemiyetin önde gelen 41 kişisi darbe için Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nde toplandılar.

Planlara göre köprüler tutulacak, telgraf hatları kesilecekti. 30 bin silahlı askerin katılması beklenen darbe için halka dağıtılacak, elçilikle verilecek bildiriler bile hazırdı.

Sultan Abdülmecid, Tophane’den geçerken öldürülecek, yerine dindar bir padişah olan Abdülaziz geçirilecekti. Ama cemiyetin içindeki Tophane-i Amire kâtiplerinden Arif Bey, darbeyi ihbar etti. Kısa süre sonra Kılıç Ali Paşa Camii basıldı ve darbeciler yakalanıp Kuleli Askerî Lisesi’ne kapatıldı.

Halk arasında “Artık kafire kadir denmeyecek” diye özetlenen fermanla gayri- Müslümlere verilen haklardan Müslüman ahalinin en çok gözüne batan, tahta tokmak yerine artık kiliselerde çan çalınmasına müsaade edilmesi ve kilise, havra, manastır, mektep inşa ve tamiri konusundaki kısıtlamaların kaldırılmasıydı.

Yasağın kalkması üzerine 1867 yılında Beyoğlu’nda içinde tahta bir mütevazı kilisenin de olduğu mezarlık olarak kullanılan bir araziyi satın alan Fener Rum Patrikhanesi, bir kilise yapmaya başladı.

II. Abdülhamid Han devrinde “Saray Mimarı” unvanı alıp, Darülaceze’yi yapacak mimar Vasilaki Efendi’nin yapmaya başladığı kilisenin mevcut kiliselerden büyük bir farkı vardı.

Kilise, camiler ve türbeler dışında yasaklanmış olan kubbeli olarak inşa edilecekti.

Yanı başında içinde Müslüman ve gayrimüslim mezarlıkları bulunan Ayaspaşa Mezarlığı olan görkemli ve kubbeli kilisenin inşaatı devam ederken, Osmanlı’daki Ortodoksların hamiliği iddiasındaki Ruslarla Osmanlı orduları bir kere daha karşı karşıya geldiler.

“93 Harbi” olarak bilinen büyük savaşta dağılan Osmanlı ordusunu önüne katan Ruslar, İstanbul’a girdiler ve Yeşilköy’e kadar ilerlediler. İşgalle burun buruna gelen İstanbul ancak, tavizler verilen meşhur Ayastefanos Anlaşması’yla Rus işgalinden kurtuldu.

Rusların bu ezici zaferinden iki yıl sonra Aya Triada adı verilen kilisenin inşaatı bitti. Beyoğlu’nun girişinde, yanı başında 93 Harbi’nde ölen Osmanlı askerlerinden yattığı mezarlığın yanı başında açılan kilise hakkında; Rusların verdiği parayla yapıldığı, Ayastefanos Anlaşması’nda bu kilisenin şart koşulduğu gibi dedikodular halk arasında hemen yayıldı.

Aya Triada 1880’ler. Foto: Sebah ve Joaillier

Ezeli düşman Rusya’nın hamiliğinde yapılmış olması, büyüklüğü, kubbeli olması, o güne kadar alışık olmadıkları çan sesleri Müslüman ahaliyi rahatsız etmişti.

Ama Taksim’e caminin motivasyonu sadece Aya Triada’nın rövanşı değildi.

Gayrimüslimlerin, elçilerin, Batılı hayat tarzının merkezi olan Beyoğlu’nda 1594 yılında yapılmış Ağa Camii’nden başka camii yoktu (Topçu Kışlası içindeki cami de 1922’de satılıp, yıkılmıştı)

Batıyla girilen savaş, İstanbul’un işgali, Rumların işgale verdikleri destekle yükselen milli hassasiyetlerle daha çok göze çarpan bir noksanlıktı bu.

1921 yılında genç bir şair bu duyguyu şöyle ifade etmişti:

“havsalam almıyordu bu hazin hâli önce

ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce

dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;

allahımın ismini daha çok candan andım.

ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!

böyle sokaklarda ki, anası can verirken,

ışıklı kahvelerde kendi öz evladı var…

böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,

en kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,

üstünde orospular yükseltiyor sesini.

burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,

yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,

anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen

bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!

ey bu caminin ruhu: bize mucize göster

mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

bir gün harap olmazsa türkün kılıç kınıyla,

baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!..”

1921 yılında işgal altında olan İstanbul’da, yıkık dökük durumdaki Ağa Camii’ne bakarak bu şiiri yazan genç şair Nazım Hikmet’ti.

Nazım Hikmet’i bile saran bu “İmansız muhitte yalnız kalmış cami” duygusu, Beyoğlu’nu millileştirme, bize ait olduğunu gösteren bir damga vurma arzusu Taksim’e cami inşa etmenin uzun yıllar ana motivasyonu oldu.

Daha sonra büyüyen şehir, Beyoğlu bölgesinin değişen sosyolojisi ve bölgedeki tek cami olan Ağa Camii’nin küçüklüğüyle bu motivasyona, ihtiyaçlar da eklendi.

Taksim’e bir cami yapılmasıyla ilgili ilk adım 1952 yılında atıldı.

“Taksim’de büyük bir cami yapılacak” başlıklı 14 Şubat 1952 tarihli Cumhuriyet gazetesinden okuyalım:

“Taksim Meydanı, İstanbul’un büyük çapta Türk ve İslam mimari abidelerinden mahrum bir köşesidir. Ağa Camii’nin tamirinden ve Şişli Camii’nin inşasından sonra çehresi biraz daha değişen Beyoğlu semti için Taksim’de bir cami inşa edilmesi düşünülmektedir. Merkezi Ankara’da bulunan Anıtlar Derneği bu hususta şimdiden harekete geçtiğini, düşünülen caminin projesini bile tespit ettirdiğini öğrenmiş bulunuyoruz…”

1952 tarihli Taksim cami projesi

Anıtlar Derneği, İstanbul başta olmak üzere çok sayıda şehirde camiler yaptırmış bir dernekti. Başkanı ise Mevlana ailesinden gelen ve 27 Mayıs darbesinden sonra üniversiteden atılan 142’liklerden biri olacak tıp profesörü Feridun Nafiz Uzluk’tu.

Fakat, 1952 yılında çıkan bu haberin arkası gelmedi. Konu tekrar 1955 yılında gündeme geldi. Haberlere göre İstanbul Belediyesi, Taksim Camii için gerekli arsayı ayırmıştı. Ama yine hiçbir gelişme olmadı.

Taksim’e cami yapılmasıyla ilgili ikinci ciddi adım 1960’ların ortasında atıldı. Bu kez girişimin öncüleri ünlü iş adamlarıydı.

İshakol Boyaları’nın sahibi Rizeli Süleyman İshakoğlu başkanlığında Taksim Camii Şerifi Derneği kuruldu. Derneğin kurucuları arasında ÇBS boyalarının sahiplerinden Abdülkadir Çavuşoğlu ve Ülker’in sahibi Sabri Ülker de vardı. Caminin projesi ve maketi hazırdı.

Siyasi iktidardan ilk somut adımı ise 1965 yılında Adalet Partisi ile tek başına iktidar olmuş taze Başbakan Süleyman Demirel attı. Bakanlar Kurulu’ndan Taksim Sular İdaresi’nin arkasındaki Ziraat Bankası ve Hazine’ye ait arazinin cami yapılmak şartıyla Vakıflar Müdürlüğü’ne satılması kararı çıkarıldı.

Şartın süresi 10 yıldı. Artık cami için arsa, proje ve para vardı ama ikna edilmesi gereken biri vardı. İstanbul’un CHP’li belediye başkanı Ahmet İsvan.

İsvan, projeyi mahkemeye götürdü. Mahkeme arsa tahsisi kararını durdurdu.

Bu arada Süleyman İshakoğlu, Taksim’in girişindeki küçük mescidi yaptırdı. Belediye onu da mahkemeye verdi. Sebep, bahçede namaz kılmak için beton dökülmesiydi.

Ayak sürtmelerle 1965’te Bakanlar Kurulu tahsisinin öngördüğü 10 yıllık sürenin sonuna gelindi.

1977 yılında üçüncü girişimi yine İkinci Milliyetçi Cephe hükümetiyle başbakan olan Süleyman Demirel attı.

Beyoğlu İlçesi İmar Planı’nda değişiklik yapılarak otopark olarak görünen arazi yeniden cami için tahsis edildi.

13 Mayıs’ta MC Hükümetinin AP’li Kültür Bakanı Rıfkı Danışman’ın imzaladığı cami projesi, hükümetin düşmesine rağmen üç ay sonra Bülent Ecevit başbakanlığında kurulan yeni hükümet zamanında Anıtlar Kurulu’ndan da olur almıştı.

Bir cami ve altında çarşıyı içeren Taksim Camii Şerifi Külliyesi Avan Projesi için artık tek bir engel vardı.

Arsadaki diğer mülk sahiplerinin rızası. O mülk sahiplerinden biri 180 m2’lik alanın sahibi olan İstanbul Belediyesi’ydi.

Projeyi başından beri engellemiş CHP’li Ahmet İsvan’ın yerine seçilen yine CHP’li Rizeli Aytekin Kotil de selefi ile aynı fikirdeydi, o beklenen olur yine çıkmadı.

Tekrar Başbakan olan Demirel 5 Mayıs 1980’de bir adım daha attı ve arsadaki Ziraat Bankası arazisinin cami yapılmak üzere Vakıflar tarafından satın alınması ve paranın da Hayrat Fonu’ndan karşılanması için bir Bakanlar Kurulu kararı daha çıkardı.

10 Eylül 1980 günü TRT akşam haberlerinde Taksim’e yapılacak cami ile ilgili haberler yapılmış, Taksim Camii Şerifi Derneği yöneticileri İshakoğlu ve Çavuşoğlu’nun görüşlerine yer verilmişti.

Ama iki gün sonra darbe oldu.

İş adamları projenin peşini bırakmak istemediler. Kenan Evren’e ulaşmaya çalıştılar. Hatıratına göre Evren, Taksim’e cami yapılması talebini geri çevirdi.

1981 yılında da darbenin İstanbul Belediye Başkanı orgeneral İsmail Hakkı Akansel, 1977’deki Bakanlar Kurulu kararıyla değiştirilen camiye tahsis edilen arsayla ilgili planı değiştirerek tekrar katlı otoparka çevirdi. Değişiklik İmar ve İskan Bakanlığı tarafından da onaylanarak Taksim Camii hayallerine bir darbe daha vuruldu.

Karara dönemin İstanbul Vakıflar Başmüdürü Süleyman Eyüpoğlu,12 Eylül’ün İstanbul Belediye Başkanlığı’na atadığı üçüncü isim olan Orgeneral Abdullah Tırtıl’a gönderdiği bir yazıyla itiraz etti. İtirazın gerekçesi ilginçti;

Bugün Türk devletinin dış politikası, İslam âlemine ve Arap devletlerine dönük kesif faaliyetler arz etmektedir. Taksim semtinde bir cami yapılması, Arap devletlerinin dikkatini Türkiye’nin üzerine celbedecek, enternasyonel bir hüviyet arz edecektir. Geçen seneler İstanbul’da yapılan İslam devletleri Konferansı’na iştirak eden delegeler bu ihtiyaca işaret etmeler ve bu hususta yardımda bulunma talepleri Taksim’de caminin ne kadar zaruri bir ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur.”

Vakıfların ve arsanın eski sahibi Ziraat Bankası’nın itirazları son olarak Danıştay’ın önüne gitti. Ve Danıştay 6. Dairesi, 7 Şubat 1983 günü verdiği kararla Taksim Camii Projesinin “Şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararı açısından uygun olmadığına” karar verdi.

Ama Taksim’e cami ile ilgili ümitler bitmemişti. 1984 yılındaki Belediye seçimlerinde ANAP’ın adayı olan Bedrettin Dalan kampanyasında Taksim Meydanı’nın yeniden düzenlenmesi sözü vermişti. Dalan başkanlığının ilk yıllarında Taksim’e cami-çarşı projesine sıcak baktığını söylemişti. Ama 1987’de düzenlediği Taksim Meydanı Tasarım Proje Yarışması’nın jüri başkanlığına 1983’te Danıştay’ın camiye karşı çıkan kararının bilirkişilerinden birini getirmiş, yarışmanın şartnamesinde de camiye yer vermemişti. Vakıflar Müdürlüğü’nün hatırlatmaları da işe yaramadı.

1989’da belediye başkanlığını kazanan SHP’li Nurettin Sözen da Taksim Camii projesine onay vermedi, camii için düşünülen alan otopark olarak plandaki yerini korudu.

1991 yılında Taksim’e cami projesi, işadamı İbrahim Arslan başkanlığında kurulan Taksim Camii Kültür ve Sanat Vakfı ile yeniden gündeme geldi. En dikkat çekici olan vakfın 86 kişilik meclisinde olan isimlerdi: Recep Tayyip Erdoğan, Vehbi Koç, Rahmi Koç, Sabri Ülker, Sakıp Sabancı, Semiha Şakir, Şarık Tara, Osman Boyner, Ekmeleddin İhsanoğlu, Kemal Ilıcak, Asım Kocabıyık, Prof. Dr. Esat Coşan, İbrahim Cevahir, Tayyar Altıkulaç, Ahmet Kabaklı, Taha Akyol, Fuat Bol, Necati Özfatura…

Hemen harekete geçen vakıfla, Vakıflar Müdürlüğü arasında bir protokol imzalandı. Protokol, arsayla ilgili planın düzeltilmesi için birlikte çalışılmasını ve yapılacak caminin mülkünün vakıflar müdürlüğüne bırakılmasını öngörmekteydi. 1992 yılında Vakıflar Müdürü, tekrar belediyeye planın düzeltilmesi için başvurdu.

Ama belediyeden yine bir cevap gelmedi. Vakfın girişimleriyle 1993 yılında 1 Numaralı Koruma Kurulu’ndan camiye yeşil ışık yakan bir karar çıkartıldı. Karara göre önündeki maksemin boyunu aşmayan bir cami yapılabilecekti.

Ama düğümü esas çözecek olan 27 Mart 1994 yerel seçimleri olacaktı.

Seçimi, kampanyasında Taksim’e cami sözü veren Recep Tayyip Erdoğan kazanmıştı. Erdoğan’ın ilk açıklamalarından biri tartışmayı yeniden başlattı: “Taksim’e cami iznini vereceğiz, temelini de Cumhurbaşkanı Demirel’e attıracağız.”

Erdoğan’a cevap dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’ndan geldi; “Mülki amir benim, izin vermeyeceğim.”

Aynı günlerde Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan da “Yakında Taksim Camii’nin temelini atacaklarını” duyurdu.

Tartışmalara 1994 ve 1995’te Koruma Kurulu’nun verdiği iki karar noktayı koydu. Kurul, cami yapılması için tahsis edilen otopark alanında tarihî su yapılarına ait kalıntılar ve tuğla mezarlardan oluşan bir nekropol olduğunu iddia ederek bölgeyi SİT alanı ilan etti.

Artık Taksim Camii mimari tartışmaların değil, hararetli laiklik tartışmalarının bir parçası olmuştu. Taksim’e milli damga vurma isteği yerini laik-dindar gerilimine bırakmıştı.

Refahyol iktidarının kurulmasından sonra Kültür Bakanlığı koltuğuna oturan İsmail Kahraman’ın “Taksim’de camiye karşı çıkanlar yobaz” sözleri tartışmaları iyice alevlendirdi.

28 Ocak 1997 günkü gazetelerde Taksim Camii’nin temelinin 29 Mayıs İstanbul’un Fethi yıl dönümünde atılacağı haberleri vardı.

Ama bir ay sonra 28 Şubat 1997 günkü Millî Güvenlik Kurulu toplantısı geldi. 4 Mart günü İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ilk meclis toplantısında Taksim Camii Projesi gündeme alınmadı. Refah Partisi Meclis Sözcüsü “Taksim Camii şimdilik gündemimizde değil” açıklaması yaptı. Camii bir kere daha darbeyle gündemden düşmüştü.

Taksim’e cami projesi, AK Parti iktidarı boyunca da gerilimi artırmama stratejisiyle uzun süre gündeme gelmedi. Ta ki AK Parti iktidarının kendini artık güçlü hissettiği 2011 yılına kadar.

2011 yılında Taksim’de cami için ayrılan arsanın planları askıya çıkarıldı.

İlk somut adımı başkanlığını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı Taksim Cami Kültür ve Sanat Vakfı attı. Taksim’e yapılacak cami konusunda proje yarışması açıldı. Vakıf, Mimar Ahmet Vefik Alp’in projesini seçti. Alp’in camii projesinin adı “Taksim Cumhuriyet Camii ve Dinler Müzesi” ydi.

Ahmet Vefik Alp’in projesi..

Şehir Plancıları Odası’nın Taksim Meydanı’daki cami alanının iptali için açtığı dava 2012 yılında Birinci İdare Mahkemesi’nce reddedildi.

Mahkeme kararında, “gayrimüslim nüfusun yerini zaman içinde Müslüman nüfusa bıraktığını ve Cuma günleri sokakta ibadet etmek zorunda kalan nüfus için camiye ihtiyacın aşikar olduğunu” belirtmişti. Artık mahkemeler de değişmeye başlamıştı.

Başbakan Erdoğan, AK Parti iktidarı boyunca sürdürdüğü Taksim’e cami ile ilgili sessizliğini 2012’nin son aylarında İspanya ziyareti sırasında bozdu.

Çamlıca Camii projesinin içine sindiğini” söyledi, bir gazetecinin “Taksim’e cami yapılacak mı?” sorusuna da “Evet yapılacak. Şimdiki mescidin yerinde, etrafında birkaç bina daha var. Onların orası bir ada. Maksem’in arkası. Birkaç parsel kamulaştırılacak” dedi.

Tartışmalar yeniden alevlendi.

Yakın zamanlarda vefat eden mimar Alp, o günlerde ısrarla “500 yıl önceki şartlarda yapılmış bir mimariyi bugün taklit etmek kültürel kodlamada büyük bir yanlışlıktır. Başbakan Erdoğan’ın Çamlıca ve Taksim için çağdaş projelere dönmesini tavsiye ediyoruz” açıklamaları yaptı, Taksim cami için ek kamulaştırmalara karşı çıktı.

Ama tartışmalar bu kez siyasi değil, mimari merkezliydi, harareti düşmüştü.

Ama Gezi Olayları sürerken, Başbakan Erdoğan’ın yaptığı konuşma yeniden Taksim Camii’ni siyasi tartışmaların ortasına düşürdü.

Başbakan, Taksim’de olaylar sürerken katıldığı bir açılışta salondan gelen “cami de istiyoruz” sesine cevap verdi:

“AKM inşallah yıkılacak. Muhteşem bir opera olarak kültür merkezi olarak onu da yapacağız. Oradan bir ses geldi. Evet cami de yapacağız. Ben bunun iznini gidip de CHP genel başkanından alacak değilim, birkaç çapulcudan alacak değilim. Bize oy verenler bunun yetkisini verdi zaten.”

Fakat Gezi’nin siyasi harareti geçince cami bir kere daha unutuldu.

Ta ki 16 Nisan 2017 Cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu kampanyasına kadar.

19 Ocak 2017 günü İstanbul İki Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu Taksim Camii’ne yeşil ışık yakan kararı verdi.

Referandum kampanyası sırasında gecikmeden caminin temeli atıldı. Muhalifler bu kez projeye, referandum kampanyasında kimlik savaşlarında kullanılmasın diye sessiz kaldılar.

Ve nihayet cami Gezi Olayların yıldönümünde dün açıldı.

Taksim’de caminin bir ihtiyaç olduğu doğru.

Ama bu 150 yıllık tarihi akış, konunun “ihtiyaç” ile açıklanamayacağını söylüyor.

Türkiye’nin kimlik travmaları, katı laiklik anlayışı, sağ-muhafazakar siyasetin buna karşı geliştirdiği reflekslerle her zaman siyasi bir mesele oldu Taksim Camii.

Taksim’e cami “İslamcı bir hayal” de değildi.

Beyoğlu’na milli bir damga vurma arzusu en başta sağ milliyetçi bir hisse karşılık geliyordu.

Nitekim Taksim’e camii için 50’lerde muhafazakar şehirli akademisyenler, 60’larda, 70’lerde, 80’lerde işadamları ve merkez sağ siyasetçiler girişimlerde bulundular.

Ama bu talepleri karşısında hep katı bir laiklik anlayışını buldu, uzlaşma mümkün olmadı.

90’ların başındaki demokratikleşme havasında Taksim Cami Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurucuları arasında Tayyip Erdoğan, Vehbi Koç, Rahmi Koç, Sabri Ülker, Sakıp Sabancı, Semiha Şakir, Şarık Tara, Osman Boyner gibi isimlerin olması bir şanstı.

Ama sonra 94 yerel seçimleriyle yeniden laiklik hassasiyetleri yükseldi ve o hava dağıldı.

2011-12’nin demokratikleşme, açılımlar atmosferinde arkasındaki maksemin boyunu çok geçmeyecek daha modern ve estetik bir camiye çok yaklaşılmıştı ama sonra Gezi olayları oldu.

Siyasetin konusu oldukça ve rövanş hissi arttıkça Taksim’e cami projeleri büyüdü, estetik kaygısı yerini damga vurma isteğine bıraktı.

İstanbul’a büyük katkıları olmuş Turing Başkanı Çelik Gülersoy 90’lardaki Taksim camisi tartışmaları sırasında “Camiyi yapalım ama karşısındaki kilise kadar estetik ve görkemli olmayacaksa hiç yapmayalım” demişti.

Günün sonunda Taksim gibi ülkenin kalbi olan bir yere, bir mimari yarışma açarak, ölçerek, biçerek değil, neredeyse hayırsever bir işadamının köyüne cami yaptırmasıyla ile aynı yöntemle bir inşaat şirketinin hayır ve hasenatı olarak bir cami yapıldı.

Meydanı ezen, karşısındaki tarihi kiliseye meydan okuyan, Taksim’in simgesi olan mütevazi anıtın karşısında kibrit kutusu gibi kaldığı haşmetli bir eser ortaya çıktı.

Türkiye’de dinden en uzak insanlar bile camilere saygılıdır, camiye kimse laf etmez. Gezicilerin “camiye bira şişeleriyle girdiler” iddiasına karşı gösterdikleri büyük öfkeyi böyle de okumak mümkün.

Evet belki Taksim’e yapılan cami bir ihtiyaca karşılık gelecek, yıllarca o teneke minareli mescitten duyulan mahcubiyeti giderecek, bu camiyi engellemek için yarım asırdır gösterilen anlamsız direnişin yenilmesi dindar insanların hislerini de okşuyor ama tarihi boyunca kozmopolit İstanbul’un merkezi olmuş Taksim’e, estetikten çok damga vurma arzusunu yansıtan, üstelik toplumu ikiye bölmüş Gezi olaylarının yıldönümünde açılışı yapılan Taksim Camii, bu camiden günde beş kere yükselecek davete uygun, davetkar, iç ferahlatıcı, felaha çağıran bir cami olamayacak.

Görenlerin en az yarısına uzun bir süre bu rövanşizmi hatırlatacak.

Adı üzerinde insanları cem’eden, ibadet için bir araya toplayan bir cami daha açılır açılmaz rövanşizme aracı yapılmış oldu.

Peki böylece her yer gülsuyu kokmuş oldu mu?

- Advertisment -