Cumhurbaşkanının halk oylamasıyla seçilmesi, askeri vesayetin tasfiyesinin kesin adımı olarak algılandı ve kabul gördü ama beraberinde yeni bir sorunu da getirdi: İki başlılık.
Artık yetkilerini 1982’den beri çeşitli değişikliklerle de olsa günümüze kadar gelen anayasadan, gücünü ise yüzde 52 oranındaki oyuyla halktan alan bir cumhurbaşkanı ile, yine aynı anayasa çerçevesinde yapılmış genel seçimlerin galibi ve icranın başı bir başbakanı vardı Türkiye’nin…
Bu potansiyel gerilim ve yaratabileceği sonuçlar, önceleri, Erdoğan’ın AK Parti içindeki güçlü liderliği ve o güne dek kendisini doğal liderden ayıran farklılıklara rağmen Erdoğan ile uyumlu çalıştığından şüphe duyulmayan Davutoğlu arasındaki hukuk sayesinde, kolay aşılabilir bir geçici sorun olarak algılandı.
Aciliyet kesbeden yeni anayasaya ve tabii Türkiye’nin yeni yönetim sistemine de erişildiğinde, sorun kendiliğinden ortadan kalkacak ve bu ara dönem, başlıbaşına bir parti geleneği haline gelen istişare mekanizmasının işletilmesiyle aşılacaktı.
Ancak öyle olmadı.
Davutoğlu ile Erdoğan arasındaki, o güne kadar kulis sızıntılarından öteye gitmemiş, topluma yansıtılmasından özenle kaçınılmış gerilim, karmaşık ve pek anlaşılamayan bir biçimde aniden su yüzüne çıktı ve birkaç günde gelişen krizin sonucu, Davutoğlu’nun istifası ile partinin genel kurula gitme kararı alması oldu.
“Sokaktaki İnsan” açık ki neler olup bittiğini hiç anlamadı.
Erdoğan cumhurbaşkanlığına yükselişi sonrası yerini eski dışişleri bakanı Davutoğlu’na bırakmıştı ve ikili, görünürde hiçbir sorun yaşamadan görevlerini sürdürüyordu.
Bazen, örneğin 23 Temmuz 2015’de başlayan PKK ile savaş ve özellikle de nasıl sona erdirileceği (kiminle, ne zaman, nasıl konuşulacağı) konusunda, Erdoğan’ın görece sert, Davutoğlu ve kabinesinin ise ondan daha yumuşak görünen öneri ve üslupları arasındaki fark göze çarpıyordu ama fiiliyatta bir sorun, ikili arasında önemli bir ayrışma gözlenmiyordu.
Keza, genel hükümet politikaları, uygulamaları açısından da büyük bir sorun görünmüyor; muhalefetin kifayetsiz ve hiçbir zaman çözüme yönelmeyen karşı çıkışlarına rağmen, ekonomi, demokratik işleyiş, eğitim vb konular kendi mecrasında akıyordu.
Toplum sürekli darbelerle sarsılsa da dayanıyor ve sıradışı bir aşamadaki terörle mücadelede de ikili arasında sorun varmış gibi gözükmüyordu.
Hattâ tam da istifa ile sonuçlanan krizin patlak verdiği günlerde, Avrupa Topluluğu ile ilişkiler ve vicdanları sızlatan sığınmacılar sorununda büyük bir ilerleme sağlanmış; Davutoğlu kabinesi başarılar hanesine bir yenisini eklemişti.
Türkiye Dışişleri Avrupa’nın karşısına neredeyse dahiyane bir planla çıkmış ve hedefine, yaklaşık dört ay sonra gündeme gelecek ama gerçekleşeceği hiç de kesin olmayan vize serbestisini kesinleştirmeyi yerleştirmişti.
Artık Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçen sığınmacıların istisnasız tamamı Türkiye’ye geri gönderilecek ve buna karşı Avrupa, kendi topraklarına ulaşmayı başarıp da geri gönderilen her sığınmacı için bir başkasını alacaktı.
Bu planla, Avrupa’ya geçmek için Türkiye’yi kullanan ve sadece kendi hayatını değil, çoluk çocuğun yaşamını da tehlikeye atan sığınmacılar için, Avrupa bir seçenek olmaktan çıktı.
Çünkü kendisi ve ailesi onca tehlikeyi atlatıp sağ salim Avrupa topraklarına varsa bile geri gönderilecek; bu riski alıp tehlikelerle yüzleşen kendisinin yerine ise Türkiye’de böyle bir yola hiç tevessül etmeyen bir başkası Avrupa’ya göçecekti.
Kıyılara vurmuş küçük çocukların ölü bedenleriyle zihnimize işlenen ve her geçen gün daha fazla insanın canını alan bir yol, böylece kapatıldı.
Tam da AB Komisyonu, Schengen ülkelerine Türk vatandaşları için vizelerin kaldırılması yönünde tavsiye kararı alır ve bu açıklanırken, yani bir anlamda Komisyonun açıklamasıyla başarısı tescillenirken, Davutoğlu, sıradan insanların bir türlü anlam veremediği bir biçimde istifa etti.
Davutoğlu istifa konuşmasında, partisine, onun doğal liderine ve geleneklerine bağlılığını bildirirken, istifanın kendi isteği olmadığını açıkladı ve döneminin bir “Z Raporu”nu çıkarıp tartışılmaz gerçeği masaya bıraktı: “Başarılıydım.”
Peki o zaman ne olmuştu?
Ne olmuştu da Türkiye tarihinin en başarılı kabinelerinden birinin lideri, istifasını sunmuş ve siyaset alanında gerilere çekilmişti?
Cevap net değil.
En azından şu ana kadar hiç net biçimde açıklanmadı.
Cevap sisli, detayları seçilemeyen, ayrıntısı bilinmeyen ve çeşitli medya organlarında tezvirat şeklinde dile getirilen bir dedikodu formatında dolaşıyor: “Erdoğan istedi…”
O kadarı anlaşılıyor da, neden “Erdoğan istedi”?
Aralarındaki gerçek sorun neydi? Ne konuda anlaşamadılar? Hangi konuda farklı düşünüyor, hangi konularda istişare mekanizmasının çözmeye yetmediği çelişkiler yaşıyorlardı? Bilmiyoruz ve sisler ardında dillendirilen tezviratın içinden detay koparmaya çalışıyoruz.
Elbette bu durum daha çok sokaktaki insan için geçerli.
Sosyal medya müdavimleri için ise durum biraz daha seçilebilir düzeyde.
Aralarla sızan ve doğruluğu araştırılamadan silikleşip fazla yayılmayan kulis dedikoduları bir yana; bundan dört ay kadar önce sosyal medyada farklı bir rüzgar da esmeye başladı.
Durmadan “başkanlık” vurgusu yapmaya programlanmış bir takım hesaplarca, olur olmadık yer, zaman ve durumlarda ve neredeyse bıktırıcılığa varan bir üslupla, anlamsız Davutoğlu eleştirileri üretilmeye başladı.
Sarih bir temele dayanmayan, tam olarak neyi hedeflediği anlaşılamayan bu sözde eleştiriler, sosyal medyadaki AK Parti tabanında önce şaşkınlık ve sonra da “fitne” tepkileriyle karşılandı.
Dedikodu içeriğindeki uzaktan dokundurmalar alarm çığlıklarının eşlik ettiği salvolar halinde temelsiz eleştirilere doğru tırmandıkça, karşısında da “fitne çıkarmayın” tepkileri yükseldi; dalgalanma giderek daha fazla insanı içine kattı, yayıldı ve katılmayanların zihninde de kalıcılaştı.
Böylece insanların algısında, Erdoğan ile Davutoğlu arasında (belirsiz de olsa) bir antagonism olduğu tescillendi.
Son vuruş ise 1 Mayıs sabahı geldi.
“Pelikan Dosyası” adlı imzasız bir blog yazısı, birbiriyle bağlantısı açık, gerçek kimlikli olma özelliği taşıyan twitter hesaplarınca ve neredeyse “biz buradayız” diyen bir tarzda, güya örtülü ama aslında açık bir sistematikle yayıldı.
Yazı neredeyse Erdoğan’ı siyaset sahnesinden silmeyi hedeflemiş bir “Davutoğlu Gizli Örgütü” kurguluyor; kurgusunun içine gazetecileri, danışmanları, milletvekillerini, bakanları katıyor; MİT Müsteşarını dahi belirsiz bir aralıkta bırakıyordu.
Dosyanın müsebbibi ise güya saklanıyor ama aslında kendini imalarla açıkça beyan ediyor; metnin ardında hayaleti yükseliyordu.
Rapordan çok bir savaş ilânına uygun dili ve kendine seçtiği görev alanlarına bakıldığında, özellikle medya alanında yeni bir vesayetin oluştuğu ya da en azından dayatılacağı duygusunu veren metin, haksızlığa karşı artık dizginlenemeyen bir tepkinin sıkışmış çığlığı şeklinde başlayan üslubunu giderek provokatif, üsttenci, dayatmacı, hedef gösteren nüanslarla eviriyor ve Davutoğlu’nun infazını “küresel güçlerin ülkemizdeki satrancında vezir görüntüsüne sahip basit bir piyon olmayı kabul etmiştir” sözleriyle gerçekleştirdikten sonra, kimsenin farketmediği ama neredeyse herkesin katıldığı bir savaşın sonunda kendi tarafının mukadder gördüğü zaferini “Kavga budur. Kaybedeni de bellidir!” sözleriyle ilân ederek son buluyordu.
Maalesef bu girişim sadece tepki çekmedi; giderek destek de gördü.
Operasyonun başlangıcında sarfedilen “Nihayet! Hayırlı şeyler oluyor sanırım..” gibi sözlerin ardından, aylar öncesinden pompalanmaya başlayan plastik antagonizme uygun algılar habire tırmandırıldı ve beş gün içinde Davutoğlu istifasını verdi.
Bu olay örgüsüne gelecek en ciddi itiraz, hiç şüphesiz Pelikan Operasyonu ile Başbakan Davutoğlu’nun istifası arasındaki ilişkinin belirsizliği üzerinden olabilir. Sadece sosyal medyada yayılan ve alt tarafı “kimliksiz” bir dijital metinden öteye geçemeyen bu sözümona bildiri,
bir başbakanın istifasına yol açabilir mi?
Cevap bir miktar alacakaranlıkta.
Görünen o ki, AK Parti MKYK’sında Erdoğan’ın isteği ile dolaştırılmaya başlayan 47 imzalı “atama yetkisi kararnamesi”nde somutlanan hamle, Davutoğlu tarafından, aynı kararname metni altındaki tek ismin Davutoğlu olduğu bir ikizini MKYK’nın imzasına açma hamlesiyle karşılandı.
Buna göre Davutoğlu kararını vermiş; tek imzalı ikiz kararname metni hamlesiyle “bu benim görevi bırakmam için yeterli değil; MKYK kararına tabii ki ben de katılıyorum ama seçimle aldığım demokratik hakkımı, icra üzerindeki yetkimi bu bahane ile devretmiyorum” demiş oldu.
Gerilim büyümüş, taraflar kendilerini arkaya verip birbirinin ters yönde ortadan kırılacak kadar eğilmiş, ancak Davutoğlu’nun bu hamlesiyle beklenen kırılma gerçekleşmemişti.
Pelikan Operasyonu işte bu noktada devreye girdi.
Konuya sonraki yazılarda devam etmek üzere, şimdilik burada bitirelim….