Ortada büyük bir riyakârlık örneği duruyor.
Aslı PKK medyası kaynaklı “Türkiye Cumhuriyeti devleti, IŞİD teror örgütünü açık ve/ya örtük yollarla destekliyor” iddiası köpürtülüyor ve bu asılsız iddianın peşine, hiç kanıtsız, hem Türkiye hem dünya medyasından bir sürü insan takılıyor.
Yine bir başka karanlık örgüt, yani PDY (Paralel Devlet Yapısı), tam da bu iddiayı ve sonrasında oluşturulan algıyı desteklemek ve perçinlemek için, üstelik de kritik bir uluslararası toplantı öncesinde, (birinci denemede başarılamayan, ikinci denemenin ise engellenememesi başarısızlığının gösterildiği) MİT tırlarının durdurulması operasyonunu gerçekleştiriyor.
Operasyonun amacı, tıpkı PKK medyası gibi “Türkiye IŞİD’ı destekliyor” algısını oluşturmak. Dolayısıyla da karşılığını medyada bulmalı.
Ve buluyor.
Cumhuriyet ve başka birkaç yayın organı, tırlarda yardım malzemesi diye anılanın, aslında çoğunlukla silah ve cephaneden oluştuğu haberini yapıyor.
Ek bir bilgi: “Silahların aslında iddia edildiği gibi katliam riskiyle karşı karşıya olan Suriye Türkmenlerine değil de IŞİD’a gittiği” yalanı ise, basılı gazete ve dijital versiyonlarından değil, sosyal medya hesaplarından yayılıyor.
Cumhuriyet haberinin altına imzasını atan Can Dündar, gazetesinin tirajının on katından fazla sayıdaki twitter takipçilerine, açık ve net, haberini yaptıkları silâhlarla cephanenin alıcısının IŞİD olduğundan emin olduğu ve bu sebepten hedefe konduklarını yayıyor.
Yetmiyor; yayın yasağı konmuş haber, bir seçim ertesi ısıtılıp hiçbir güncelliği yokken yeniden ve aynı kişilerce servis ediliyor.
İçerikte yine adres gösterilmiyor; sadece ima ediliyor ama “algı” yine sosyal medyadan mesajlarla tamamlanıyor:
“Unutmayın, bu hükümet IŞİD’a silah ve cephane göndermişti… Oyunuzu ona göre verin” önermesi, açıktan söylenmiyor ama yazılanların hemen altında duruyor.
Tüm bu zaman aralığında, PDY’nin operasyonunun basına servis edilmesi ve Cumhuriyet’te yayınlanmasından mahkemeye kadar olan süreçte Can Dündar, MİT tırlarındaki malzemenin IŞİD’a gönderildiğini açık ve veya ima yoluyla onlarca tweet’inde belirtmekten geri durmuyor — ama mahkemede bu konuda hiçbir bilgisi bulunmadığını iddia ediyor ve kimse de çıkıp ona tweet’lerinin hesabını sormuyor.
Haklarında suç duyurusunda bulunuluyor, mahkeme eldeki kanıtlara bakarak tutuklanmalarına karar veriyor — ama üç ay sonra, tutuklananların bir üst mahkemeye yaptıkları başvuru sonucu tutuklulukları kaldırılıyor, serbest bırakılıyorlar.
Ancak geçen zaman, AK Parti iktidarının basını engellediği, haber alma-verme özgürlüğünü kısıtladığı, kendi suçlarının üzerini tutuklama ve yayın yasaklarıyla örtmeye çalıştığı, gazetecileri gazetecilik yaptıkları için tutukladığı ve benzeri iddiaları içeren bir başka kampanyayı başarıyla yürütmek için yeterli oluyor.
Ve elbette ki bu kampanya da, yine hem yurtiçi hem yurtdışında alıcı buluyor. Buluyor ve Can Dündar da “Bir yandaş yazı denemesi: Erdoğan’a açık teşekkür”ünde alay ediyor:
“MİT TIR’ları meselesi vardı ya; siz bizi içeri atınca o konu Japonya’dan Kanada’ya, Okyanusya’dan Endonezya’ya kadar duyuldu; bilmeyen kalmadı; bu katkınız için de ne kadar teşekkür etsek az…
Aklınıza sağlık.
“Sadece o mu? Türkiye’deki otoriterleşmeyi, hukuksuzluğu, savaş tehlikesini de zindandan bütün dünyaya duyurma şansı bulduk; hangi güç bana aynı ay içinde Guardian’dan Der Spiegel’e, Washington Post’tan Le Monde’a kadar yazı yazma şansı yaratabilirdi ki; kim Amerikan başkan yardımcısının ailemle görüşmek istemesini sağlayabilirdi ki; sizin kontrolsüz gücünüzden başka…”
Gazetecilerin, yürüttükleri operasyonun kanaatlerdeki yeri itibarıyla suçlu oldukları; rezil, yalanlarla dolu ve ayrıca da ülke hilâfına bir eylem gerçekleştirdiklerinin net olduğu; ancak tutukluluk için somut kanıtların gerektiği unutuluyor.
Böylece AK Parti cephesinde, ne kanıtların yeterliliği, ne de iddianamenin üstünkörü/özensiz hazırlanıp hazırlanmadığı sorgulanıyor.
Suçlu çabucak bulunuyor: “AYM’yi ele geçirmiş lanet olası paraleller…”
Dâvânın görülecek ilk celsesi geliyor.
Bu ve benzeri dâvâlarda sık sık görüldüğü gibi, mahkeme alanı bir sirk çadırına dönüyor; yaratılan kaos içinde salon değiştiriliyor, oturanlar kaldırılıyor, yerlerine yenileri oturtuluyor, muhalefet milletvekilleri beklenen gösterilerini yapıyor ve dâvâ görülemeden, ama bundan sonraki celselerin kapalı yapılması kararıyla finale varılıyor.
Ancak “sirk”in oyuncuları arasında bu sefer “yabancılar” da vardır.
Aralarında İngiltere’nin İstanbul başkonsolosunun da bulunduğu, çeşitli ülke elçi ve konsoloslarından oluşan bu grup, bir toplu hatıra fotoğrafına poz veriyor.
Olabilir.
Dâvâ herkese açıktır ve Türkiye’yi dünya ölçeğinde basın özgürlüklerini ayaklar altına alan bir ülke olarak gösterme kampanyasının asli aktörleri yargılanmaktadır.
Bu bağlamda, dâvânın seyrini izlemek, belki Viyana Konsoloslar Sözleşmesi Madde 5, C Bendi’nde geçen“Kabul eden devletin ticari, ekonomik, kültürel ve bilimsel hayat şartları ve gelişmeleri hakkında, her türlü kanunî yollarla bilgi edinmek ve gönderen devlet hükümetine rapor vermek” şeklindeki görev tanımına uymayabilir.
Yine de aynı sözleşmenin 6. Maddesi, “Bir konsolosluk memuru, özel durumlarda, kabul eden devletin rızasıyla konsolosluk görev çevresi dışında da görevlerini yerine getirebilir” diyor.
Peki, herhangi bir konsolos zaten halka açık bir dâvâ için fazladan izin almak zorunda mıdır?
İlgili ve yetkilisini ilgilendirecek bir soru; ancak aynı olayda, yine konsoloslarla ilgili bir başka detay da var.
İngiltere Başkonsolosu Leight Turner, Can Dündar ile birlikte bir “selfie” çekip twitter hesabından “@candundaradasi ile birlikte duruşmadan hemen önce” diye paylaşıyor.
Yani, özellikle de AK Parti tabanının yüz yıl öncesinin olaylarına dair ve süregelen hassasiyetlerinde en mutena yeri işgal eden İngiltere’nin bir resmi görevlisi, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı “casusluk”tan yargılanan bir sanığa açık destek veriyor.
Bunun başka türlü algılanmasının yolu yok ve bu açık bir diplomatik skandal.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tepkisi gecikmiyor.
“Dün malum bir gazetecinin mahkemesi vardı. İstanbul'daki konsoloslar mahkemeye geliyor. Siz kimsiniz ya, sizin ne işiniz var orada? Diplomasinin de bir edebi var adabı var. Burası senin ülken değil, burası Türkiye. Sen konsolosluk binası veya konsolosluk sınırları içinde hareket edebilirsin, diğerleri izne tabi” diyor.
Daha iyisi yapılamaz mı?
11 Avrupa ülkesinin resmi görevlilerini, kulaklarından tutup Can Dündar ile aynı mevziye yerleştirmek, Türkiye’nin karşısında konumlanmaya zorlamak (buna teşne olsun veya olmasınlar), doğru mu?
İngiltere Başkonsolosu hariç diğerlerinin, dâvâyı izlemeye gelmenin ötesinde hiçbir beyanda bulunmadıkları da dikkate alınarak, haklarında söylenen şu olamaz mıydı;
“Tabii ki izleyin, izleyin ve görün mahkemelerimizin nasıl provoke edildiğini… Kendine milletvekili diyenlerin duruşmaları nasıl bir sirke çevirdiğini; nelerle, ne tür sorumsuzluklarla uğraştığımızı görün ve görevlisi olduğunuz ülkelere de gördükerinizi bildirin.”
Ancak sıra İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Leight Turner’a geldiğinde;
“Bu yapılan, açıkca yargı üzerinde baskı kurmaktır. Bir yabancı ülke temsilcisinin, hele de casusluk suçlamasıyla yargılanan bir sanığa açık destek vermesi skandaldır. Belli ki Sayın Turner, İngiltere ve Türkiye gibi iki büyük ülke devleti arasındaki ilişkileri götürebilecek diplomatik olgunluğa erişmenin çok uzağındadır, deport edilmelidir” denseydi ve Turner, persona non grata ilân edilip, diplomatik kariyerini gözden geçirerek yeniden düzenlemek üzere İngiltere’ye geri gönderilseydi…
Daha iyi olmaz mıydı?