[5-6 Ocak 2017] Siyasî uzlaşmazlık ve çatışmacılığın yol açabileceği felâketler, illâ darbe kılığına bürünmeyebilir demiştim. Genel bir çözülmeye de yol açabilir. Toplumları ne gibi faktörler bir arada tutar? Genç solcular olarak, ilgilenmezdik bu sorunla. Ya da tersten, negatif anlamda ilgilenirdik. Bizim için sosyoloji Durkheim değil Marx’tı. Ezilenleri düzene rapteden o bağları çözmeliydik ki devrim yapalım.
* * *
Bu çerçevede, ilk “Pirus zaferi”nden söz edeceğim ama, Epiros neresiydi ve Pirus (Pyrrhus) kimdi ki? Helenistik Çağda, Yunanistan’ın batı kıyısındaki küçük bir krallıktı ve bu krallığın hükümdarıydı. Peki, oraya nereden geldik? (Gördüğünüz gibi, tarihçiler için her şeyin bir başlangıcı, evveliyatı, arkaplanı olmak zorunda. Bunun da kendine göre tehlikeleri var. Ama bunlar sadece anlatımsal tehlikeler. “Ders çıkarma”nın ötesinde, tarihi yeniden düşünmenin kendi “sanat sanat içindir” tadı ve keyfine kapılıp gitmekle ilgili şeyler.)
(Öğrencilerin İlkçağ tarihiyle büyük sorunları vardır oldum bittim. Çok uzak, çok yabancı, çok karışık gelir. Bir, bütün o Mısır, Mezopotamya, Ortadoğu vb devlet ve imparatorluklarının içinden çıkamazlar. İki, özellikle Helenistik Çağı hiç yerli yerine oturtamaz; rasyonel ve analitik bir şekilde kavramanın zihinsel çerçevesini kuramazlar. Özetle, basitleştiremezler. Aşağıdaki notlar, buna da biraz yardımcı olur diye umuyorum.)
* * *
Tarımın da, artı-ürünün de, kabileden devlete sıçramanın da beşiği olan Güneybatı Asya’da, İÖ 3. binyılda kurulan “erken kara imparatorlukları” (early land empires) hem görece küçük, hem fazlasıyla kırılgandı. Köylülerden çok düşük oranda vergi toplanabilmesi, ne kadarının savaşa ve savaşçılara tahsis edilebileceğini de sınırlıyor; ikmal sistemlerinin zayıflığı yüzünden bu orduların efektif eylem yarıçapı ve dolayısıyla harekât alanı da güdük kalıyor; ulaşım ve haberleşme teknolojilerinin geriliği, geniş alanların ister fethine, ister fetihten sonra elde tutulması ve yönetilmesine olanak vermiyordu. Madalyonun diğer yüzünde, her kurucu hanedan ilk yayılma hamlesinden bir süre sonra zayıflıyor ve bürokratik aygıtının neredeyse nâmevcut olması yüzünden denetleyemediği taşra eyaletlerinden yükselen yeni bir hanedan tarafından kolayca devrilebiliyordu.
İÖ 2350-612 arasında Akad, Babil, Yeni Babil (Kalde), Eski-Orta-Yeni Asur imparatorlukları hep aşağı yukarı aynı modele göre ve aşağı yukarı aynı Mezopotamya alanında yükselip çöktü. İlk defa Medler, bu coğrafî çerçevenin dışından türedi. Bir Hint-Avrupa kavmi olarak göçüp kondukları, merkez üsleri diyebileceğimiz İran’dan hareketle, asıl memleketlerine ilâveten Mezopotamya’nın belki yarısı ve Anadolu’nun yaklaşık üçte birini de kısa süreli egemenliklerine kattılar (İÖ 612-550). Onları, bu sefer Perslerin, İran’ın yanısıra Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’nun tamamını kucaklayan ve iki yüz yıl süren, yani hem daha geniş, hem daha örgütlü (ve dolayısıyla dayanıklı) Ahamenid imparatorluğu izledi (İÖ 550-330). Büyük İskender ise İÖ 334-328 arasında aynı alanı bu sefer batıdan doğuya ele geçirdi. Doğu Akdeniz’den Hindistan’a uzanan bölge, birleşik bir ticaret ve meta dolaşımı alanı haline geldi. İÖ 3. yüzyıldan itibaren Roma, buna Batı Akdeniz’i de ekledi.
Ama ondan önce, araya Helenistik Çağ denen bir geçiş veya belirsizlik dönemi girdi. İskender’in imparatorluğu “organik” bir devlet değildi. Büyük bir göç dalgasına ve dolayısıyla yönetenler ile yönetilenler arasında etno-lingüistik bir kimlik ortaklığına (ya da başka herhangi bir toplumsal kenetlenmeye) dayanmıyordu. İskender on bir yıllık ve binlerce kilometrelik o maceraya, beraberinde bütün Makedon ve Yunan halklarını değil, sadece 35-40 binlik ordusunu götürmüştü. Öldüğünde generalleri birbirine girdi. “Vâris”lerinin, Diadok’ların Savaşları, kimi İran, kimi Mısır, kimi Anadolu odaklı birkaç rakip sülâle doğurdu. Hepsi hassa ordularına dayalı “pretoryen” devletlerdi. Roma’nın gelişine kadar, yani en çok iki veya üç yüzyıl dayanabildiler. Kimi İÖ 146’da (Bergama), kimi İÖ 31’de (Mısır) son buldu.
* * *
Ne ki, İskender sonrasındaki bu parçalanma süreci, farklı devlet tipleri için de bir fırsatlar dönemiydi. Kıyıda köşede, kabileden devlete eşitsiz geçişler de devam ediyor; bazı aşiret şefleri kral oluveriyor; çevredeki, kendilerinden daha güçlü “pretoryen” devletlere, yani kâh şu kâh bu generalin ahfadının eteklerine yapışarak, ya da bir ittifaktan diğerine geçerek ayakta kalabiliyordu.
Epir’in (Epiros) ve Pirus’un (Pyrrhus) öyküsü bu açıdan gayet tipiktir ve hem (ders kitaplarımızda hiç yer verilmeyen) karşılaştırmalı bir tarihsel sosyoloji yaklaşımı için, hem de tarihsel akışın değişik ipliklerini birleştirip “büyük resmi” kavramak açısından bize önemli malzemeler sunar.
En başta da söylediğimiz gibi, Epiros Yunanistan’ın batı kıyısında, Korfu adasınna bakan sahil şeridinde, İtalyan “çizme”sinin topuğu ile aşağı yukarı aynı hizada yer alıyordu. Doğuda Tesalya ile, kuzeydoğuda Makedonya ile komşuydu. Bu bölgelerin her biri bir kabile ve klanlar camiasıydı. Makedonlar daha önce devletleşmiş ve sonra imparatorluk olarak kopup gitmiş; Epir yöresi bu açıdan biraz geri kalmıştı. Ama İÖ 4. yüzyıl sonlarında onlar da federatif bir yapıya doğru evrilmeye başladı. Moloslar Epir bölgesinin ve zamanla ortaya çıkan Epir federasyonunun önemli kabilelerindendi. Pyrrhus (Pirus) Molos kabilesinin en soylu “kral” klanının mensubu, deyim yerindeyse “veliahtı”ydı. Anne tarafından ise Büyük İskender’le uzaktan akrabaydı. Babası tahttan indirildiğinde, en büyük ve güçlü İllirya kabilelerinden birine sığındılar (Timuçin/Cengiz’in ittifakları ve hamileri geliyor aklıma). Koruyucuları Glafkias, İÖ 306’da Pyrrhus’u geri getirip Moloslara ve Epiros’a kral yaptı. 302’de devrildi. Diadok’ların Savaşları’nda subay olarak görev aldı. Mısır’da kendi Prolemaios (Batlamyüs) hanedanını kurmakta olan I. Ptolemaios tarafından rehin alınıp İskenderiye’ye götürüldü. Sonuçta hepsi Yunanca konuştuğu ve Yunanlı sayıldığı için sarayda misafir muamelesi görürken, kralın üvey kızıyla evlenmeyi de başardı. Ptolemilerin malî ve askerî desteğiyle İÖ 297’de Epiros’a geri döndü ve bir kere daha kral oldu.
Binlerce yıllık köylü toplumları üzerinde yükselen bütün hükümdarlar gibi Pyrrhus’un da gözü hep dışarıdaydı (çünkü ekstansif tarım koşullarında, sadece daha fazla toprak, daha fazla köylü ve daha fazla vergi geliri demekti; daha fazla toprak da sadece başkalarından çekip almak sureetiyle, yani savaş ve fetih yoluyla edinilebiliyordu). Yerinde duramadı; İÖ 292’de Tesalya’yı istilâ etmeyi denedi, ama geri püskürtüldü. Derken adım adım Makedonya’ya sızdı, ama İÖ 284’te Lysimakhos tarafından buradan da sürülüp atıldı. Dikkatini daha batıya, Yanya Denizi’nin öte yakasındaki güney İtalya topraklarına çevirmesi ise, Pyrrhus’u herhalde beklemediği ve sonuçlarını asla kestiremiyeceği bir konuma yerleştirdi. Orada Roma diye bir kent devleti belirmişti. Kendi kabileden devlete geçiş sürecini yaşayıp yeni yeni yükselişe geçiyor; Latium’dan sonra bütün İtalya’yı birleştirmeye (egemenliğine almaya) çalışıyordu. Pyrrhus bir dizi kaza ve tesadüf sonucu, bu erken dönemindeki Roma’nın ilk rakiplerinden biri oldu.
* * *
İlkçağda deniz ulaşımı her koşulda kara ulaşımından çok daha elverişliydi. Latince mediterraneus, “içerde” ya da karaların ortasında” demek. Akdeniz “karaların ortasındaki deniz” olarak yeryüzünde benzersiz bir konuma sahipti. Daima kıyıyı görerek seyretme olanağı sunduğu için, doğu-batı yönünde uzanan bir anayol gibiydi. O zamanlar Akdeniz’in doğu ucu (Ortadoğu ya da güneybatı Asya) uygar ve dolayısıyla görece “dolu,” buna karşılık batı ucu henüz uygarlık öncesinde ve dolayısıyla görece “boş”tu. Akdeniz, doğu ucundaki kesif ve ileri insan topluluklarını kendine, denize, deniz ticaretine, deniz yoluyla yayılmaya; özetle, batı ucuna çağırıyordu.
Bu çağrıya önce Fenikeliler, onların mek parmak gerisinden Yunanlılar uydu. Akdeniz'deki Yunan kolonizasyon hareketi, İtalya'nın güney kıyılarında ve Sicilya'da bir yerleşimler zinciri oluşturdu. Romalılar buraya Magna Graecia (Büyük Yunanistan) adını verdi. "Çizme"nin burnu ile topuğu arasında kalan (bugünkü adıyla) Taranto Körfezi’nin kıyısındaki Tarentum şehri de İÖ 706’da bir Yunan kolonisi olarak kurulmuştu; daha somut olarak, Sparta’nın tarihi boyunca kurduğu ilk ve tek koloniydi. Aşağı yukarı İskender’in fetihleriyle aynı sırada, Roma daha yavaş ama çok daha sağlam bir devlet formasyonu yaşamaktaydı. İÖ 4. yüzyıl sonlarında, çevresindeki diğer kabile gruplarına boyun eğdire eğdire yayıldı ve güneye indi; Lukanya yöresindeki İtalik kavimlere karşı Taranto Körfezi kıyılarına garnizonlar yerleştirmeye başladı. Tarentumlular kendilerini (de) tehdit altında gördüler ve Thurii (Thurio) kentine saldırıp buradaki Roma garnizonunu kovdular, limandaki Roma savaş kadırgalarını batırdılar. Bu da Roma-Tarentum Savaşlarının (İÖ 280-275) başlangıcı oldu.
Tarihte bu gibi çok ölçüsüz eylem örneği vardır, “bir deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz” sözünü çağrıştıran. Tarentumlular başlarına çok ciddî bir belâ almışlardı, zira Roma bütün gücüyle çullanacak olsa başa çıkmaları imkânsızdı. Onun için yüzlerini Epiros’a döndüler ve tetikledikleri savaşı devralmasını Pyrrhus’tan istediler. O da başka bir “kifayetsiz muhteris”ti tabii. Tarentumluların yardımına koşmak gibi âlicenap amaçların ötesinde, İtalya’nın tamamını, hattâ Sicilya ve daha da ötesinde Kartaca’yı bile fethetmeyi düşlüyor; bunun için de Diadok devletlerini andıran, Ptolemilerden takviyeli “pretoryen” tipte hassa ordusuna fazla güvenirken, aslında Roma’yı tanımıyor, demografik ve örgütsel gücü ile ittifaklarını gözardı ediyordu.
İÖ 280’de Pyrrhus, 20,000 yaya, 3000 süvari, 2000 okçu, 500 sapancı ve (II. Ptolemaios’un ödünç verdiği) 20 savaş filinden oluşan ordusuyla İtalya’ya girdi. Tarentumluların yanısıra, Samnitler, Lukanlar ve Bruttiler gibi güney İtalya kavimlerini de yanına alarak, iki kere karşı karşıya geldi Roma ordularıyla. İlkinde, hemen aynı yıl cereyan eden Heraklea muharebesinde, süvarilerinin üstünlüğü, Romalıların o zamana kadar hiç görmediği filleri ve mızraklı piyade formasyonlarının disiplini sayesinde, Konsül Publius Valerius Laevinus kumandasındaki bir Roma ordusunu yenilgiye uğrattı. Ama kendisi de çok yıprandı. Bir kaynağa (Kardiyalı Hieronymus’a) göre Roma kayıpları 7000 ve Epir kayıpları 3000’i; bir başka kaynağa (Halikarnaslı Dionysius’a) göre sırasıyla 15,000 ve 13,000’i buldu. Pirus’un barış teklifini Romalılar reddedince, iki taraf arasında İÖ 279’daki Asculum muharebesi yaşandı. Bu sefer Roma ordusuna, güçlerini birleştirmiş olan Konsül Publius Decius Mus ve Konsül Publius Sulpicius Saverrio birlikte kumanda ediyordu. Sonunda yenildiler ama Pyrrhus’un Epir ordusunun da neredeyse belini kırmayı başardılar. Bu sefer Roma kayıpları 6000’i, Epir kayıpları ise 3500’ü buldu. “Astarı yüzünden pahalıya geldi.” Zira toplam 25,000 kişiyle yola çıkan ve yabancı diyarlarda dövüşmekte olan bir ordu için, çok yüksekti bu rakamlar. Kaldı ki Heraklea ve özellikle Asculum’daki kayıplara, Pyrrhus’un en seçkin birlikleri ile (yakın silâh arkadaşlarının da aralarında olduğu) çok sayıda değerli subay da dahildi.
* * *
Sonraki yüzyıllarda “Pirus zaferi” deyiminin türemesine yol açan tarihsel olay, budur. Yunan kökenli olup Roma vatandaşlığına kabul edilen, İS 1. ve 2. yüzyıllarda gerek Yunanlılar gerekse Romalılar için Yunanca yazan tarihçi Plutarkhos’un, Halikarnaslı Dionysius’tan aktardığına göre, Asculum’dan sonra zaferini kutlayan birine Pyrrhus, “Romalılara karşı böyle bir zafer daha kazanırsak, bu bizim sonumuz olacak” diye cevap vermiş. Bir diğer rivayete göre, “Böyle bir zafer daha kazanırsak, Epiros’a tek başıma dönmek zorunda kalabilirim” de demiş olabilir. Çünkü, diyor Plutarkhos, açıklarını kapatması, yitirdiklerinin yerini doldurması imkânsızdı. Kendi ülkesinden artık daha fazla asker getiremiyor, İtalya’da bulduğu sayılı müttefikler ise giderek soğuyor ve uzaklaşıyordu. Oysa Roma’nın insan kaynakları sanki sonsuz gibiydi. (Benim ilâvem: orta İtalya’nın Marslar, Marruciler, Vestinler, Frentanlar ve Pelinler gibi İtalik kavimleri, artık Roma’nın sarsılmaz müttefikleriydi.) Bu yüzden (Plutarkhos’a dönersek), Roma ordugâhı sanki şehirden dışarı fışkıran bır kaynaktan beslenircesine habire taze kuvvetlerle dolup taşıyor; üstelik uğradıkları kayıplar morallerini bozacağına, biriken öfkeleri savaşı daha da kararlılıkla sürdürmelerini sağlıyordu.
Öyle veya böyle, o gün bugündür “Pirus zaferi” deyimi, boş ve kof bir başarıyı, ya da çok pahalıya mal olduğu için neredeyse yenilgiyle bir sayılması gereken bir galibiyeti anlatmak için kullanılıyor. Ama bu dersi Pyrrhus’un kendisinin aldığı ve anladığı söylenemez. Ömrünün sonuna kadar neredeyse savaşmak için savaşan bir sergüzeştçiyi (soldier of fortune) oynadı. Bir seferden diğerine geçerken hatâ üzerine hatâ işledi. İÖ 278’de Kartaca baskısına karşı Sicilya’daki Yunan kolonilerine “yardıma” gitti. 276’ya kadar bazı başarılar kazanmadı değil. Fakat sonra, Kartaca ile barış görüşmelerinde aşırı taleplerde bulunduğu gibi, habire daha fazla para ve asker talep ettiği, üzerlerinde askerî diktatörlük kurduğu ve şehirlerine kendi garnizonlarını yerleştiemeye kalktığı Sicilyalıları da giderek karşısına aldı. Adayı terketmek zorunda kaldı ve ilk projesi olan Tarentum’a döndü. Ancak yokluğunda on binlerce asker toplayıp yeni lejyonlar kurmuş olan Romalılar karşısında, İÖ 275’teki Beneventum muharebesini kazanamadı ve güney İtalya’yı da bırakıp Epir’e döndü. Makedonya’ya saldırıp kral II. Antigonus’un tahtını gaspetti. Oradan İÖ 272’de Sparta’ya yöneldi, ama çok şiddetli bir mukavemetle karşılaştı. Yeni fırsatlar peşinde koşarken girdiği Argos kentinde, sürüklendiği sokak savaşlarının içinden çıkamadı. Kafasına yediği bir tuğlayla attan düştü ve yerde baygın yatarken başı kesilerek öldürüldü.
Ne bileyim; bunlardan da birileri bir şeyler öğrenir (veya öğrenmez) belki.