Çok iyi bir medya takipçisi olduğumu söyleyemem. Özellikle sosyal medyaya, Twitter’a ilgim yok. Ama tv haber programları yeterince fikir veriyor hepimize. Rusya’nın kural tanımaz saldırganlığına; Putin’in Nazi ruhunu hatırlatan efelenmelerine amasız fakatsız karşı çıkan; eleştirisinin merkezine onu oturtan yorumların istisna olduğu görülüyor. Özellikle iktidar medyasında, ağzını açanın bu savaştan Batı’yı sorumlu tuttuğu; süreci ABD ve NATO’nun kışkırttığını savunduğu bir “fikir iklimi” hâkim. Ukrayna’nın küresel güç kavgasına kurban edildiği; bu ülkeyi bedel ödemeden nüfuz alanına katmaya çalışan Batı dünyasının, kriz kendi konforunu tehdit ettiğinde yalnız bıraktığı söyleniyor. Oklar Batı’ya dönük.
Batı’nın dağınıklığına; Putin’i durdurmayı başaramamış olmasına dair içtenlikli bir yakınma değil bu. “Keşke durdurabilselerdi” duygusunun yakınından bile geçmiyor. Zaten, çoğu kere “analiz” maskesine de ihtiyaç duyulmadan gösterilen bu öforide Rusya’nın durdurulması gereken bir haydutluk yaptığına dair oturaklı bir cümle duymuyoruz. İnsan kulaklarına inanamıyor; Rusya’yı anlamamız gerekirmiş… Evet hukuken haksız ama siyaseten haklıymış… Ukrayna “kandırılmış bir komedyenin” aklıyla alıp başını gitmeye kalkarsa olacağı buymuş… Eline değneği alıp haritanın başına geçen, NATO’nun Rusya’yı nasıl kuşattığını bize açıklamakla meşgul. Evet, tabii… Kendisini döven kocasından ayrılmaya kalkan kadını bıçaklayan Türk erkeğini de anlamak gerekir. Çok haklısınız!
Bu yaygaradaki düpedüz Batı’yı değersizleştirmenin; “çıkarcı, çürüyen bir medeniyet” olarak tanımlamanın tadını çıkartan ideolojik coşkuyu fark etmemek imkânsız. Derin bir nefret duygusu sızıyor her yanından. Neredeyse işgalci barbara meşruiyet sunan bir hınç. Bu hınçtan Ukrayna’nın da payına, egemen iradesi olmayan, bencil Batı’nın tuzağına düşen bir kişiliksizlik düşüyor; mazluma dönük bir dayanışma duygusu bile değil. İnsan biraz utanır.
Bunun şaşırtıcı bir tarafı yok. Çünkü bu ülkede meşruiyeti belirlemekte, ideoloji hukuku ezdi geçti. Bu sadece içimizde yaşadığımız bir medeniyet kaybı da değil; bütün dünyayı tehdit eden yıkıcı bir eğilim. Kongre baskınına kadar uzanabilen Trumpçı patoloji, Avrupa’daki ırkçı hareketler, Hindistan’ın Modi’si, Brezilya’nın Bolsonaro’su, Macaristan’ın Urban’ı, Tayvan’a göz diken, Uygur bölgesini toplama kampına çeviren Çin bu eğilimden besleniyorlar. Eski düzenler yıkılırken, normlar da sarsılıyor. Hukukun yerini güç alıyor. Yıkıcı gücün ideolojisi kendi siyasetinin meşruiyetini üretiyor. “Hukukun gücü değil, güçlünün hukuku” dediğimiz barbarlık boy gösteriyor.
İçeride “insan hakları, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, demokrasi, emperyalistlerin milli çıkarları savunan hükümetleri tasfiye etmek için kullandıkları araçsal masallardır; Sorosçuların yerli ve milli çizgiyi yıkmak için sığındıkları bir oyundur” diye düşünen akıl, dünyaya baktığında da egemen bir devletin işgaline, uluslararası hukuk ölçütüyle bakmaz; bakamaz. Haydutluğun adını koyamaz.
Putin’in dünyaya seslenişini hepimiz izledik. Neredeyse bütün Slav dünyasını kendi doğal hakimiyet coğrafyası olarak gören; Bolşevikleri de Sovyet sistemini getirerek, ayrılma haklarını anayasaya koydukları için lanetleyen bu otokrat, referanslarını Çarlık Rusyası’na kadar götürüyor. Dünyanın büyük acılar, yıkımlar sonrasında oluşturduğu uluslararası hukuku ve ilkesel değerleri umursamıyor. Bırakalım, seçimlerle başa gelmiş bir siyasi iradenin kendi güvenlik politikalarını saptama hakkını tanımayı; Ukrayna diye bir devletin varlığını dahi tarihsel hata olarak niteleyecek bir küstahlığa sahip.
Kuşkusuz bu hukuksuz güç kullanımı yeni başlamadı ve failler yukarıda ismi geçenlerden ibaret değil. Sovyetlerin çöküşüyle Soğuk Savaş sona erdiğinde, emperyal hevesleri kabaran karar vericilerin dişini kamaştıran boşluklar oluştu. “Artık iki kutuplu dünyanın sınırladığı nüfuz alanları içine sıkışmaya mecbur değiliz; ordular böyle zamanlar için vardır” diyen Neo-Con’lar barbarlık kapısını açmakta gecikmedi. ABD ve İngiltere, BM kararlarını, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan dünya düzenini kenara itip, “proaktif savunma stratejisi” adını verdikleri saldırgan siyasetlerini utanç verici yalanlarla meşrulaştırmaya çalışarak Ortadoğu’ya çöktüler.
Ancak o zaman da gördük ki “Batı” diye homojen bir blok yok. Kolonyal dönemin ezberleri üzerinden yapılan “Batı” tahlillerini bazı ideolojiler çok sevse de, bunlar yanıltıcı. Almanya, Fransa, Kanada, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, ABD’nin işgal stratejisine karşı çıktı. Fransa Dışişleri Bakanı Villepin, Paris’in ABD politikalarına ve Irak’ta savaş çıkarmaya dönük bütün girişimlerine karşı olduğunu dünyaya duyurdu. İngiltere, Portekiz, İspanya, İtalya ise ABD’nin koalisyon güçleri içinde yer aldı. Bütün Batı dünyasını “emperyalizm” başlığı altında tekleştiren; onu karakterize eden liberal demokratik rejimlerin önemini anlamayan ideolojik bakışın asıl değersizleştirdiği gerçek şu: Bu rejimlerde karar vericiler, özgür basın, açık tartışma, sivil katılım mekanizmalarıyla oluşan toplumsal eğilimlerle, seçmen tercihleriyle değişebiliyor. Otokratların dünyasına benzemiyor Batı rejimleri. Nitekim Tony Blair ilk günden beri Körfez savaşındaki tutumu nedeniyle ağır tepkilere hedef oldu. Kararının bedelini, güçten düşmüş bir lider olarak 2007’de siyasi hayatını kapatarak ödedi. Liderliğini yapmış olduğu İngiliz İşçi Partisi milletvekillerinin isteği ile başlatılan soruşturma sonucunda, 2016 yılında açıklanan Chilcot raporunda savaş kararı nedeniyle ağır biçimde suçlandı ve aynı partinin o dönemki lideri Jeremy Corbyn partisi adına bütün dünyadan özür diledi.
Eğer bugün sorunları barışçı yöntemlerle çözmeyi hedef alan küresel kurumların varlığından, uluslararası kurallardan, hukuk dışı güç kullanımına tepki veren kamuoyu duyarlılıklarından söz edebiliyorsak, bunu işgalci ideolojilere, hesap vermekten muaf otokrat liderlere değil, yine o değerleri üreten liberal demokrasilere borçluyuz.
Batı’ya baktığında monoblok emperyal bir güç gören; Putin’e “strateji dehası”, “kışkırtıcı Batı’ya had bildiren lider” sıfatını yakıştıranlar, demokrasi ve hukukun insanlığın varoluşu için taşıdığı önemi anlayamayanlardır. Böyleleri için hayat, haklılıklarından kuşku duymadıkları ideolojilerinden ibarettir.
Bu ideolojik prizmada gerçek tehlike Batı’dır. Meşrebinize göre Batı, ya kapitalizmin, sömürücü sermayenin kalesidir ya da mazlum İslam aleminin varlığına göz dikmiş Haçlılar. Bütün kötülüklerin merkezidir. Hukukmuş, barışmış, insan haklarıymış, demokrasiymiş… Geçin bu masalları, asıl mesele Batı’nın bileğini bükmektir. Güçse güç, savaşsa savaş. Evet, tv ekranlarında boy gösteren kravatlı barbarlar bize aslında bunu söylüyor.
Hükümetleri, siyasi aktörleri bırakalım bir yana; tek tek bireyler olarak yaşadığımız ayrışmayı sadeleştirebiliriz. Bir yanda, sorunları kan dökmeden, barışçı kurallar üzerinden çözmeyi vaz geçilmez bir ilke olarak benimseyenler. Diğer yanda, bunu önemsemeyen; hayatı yıkıcı bir güç oyunundan ibaret gören, haklılıklarından kuşku duymayanlar.
Bunlar her birimizin siyasi rejim tercihlerinden, lider sempatilerine; çatışma süreçlerine bakışlarından, kutsallık tanımlamalarına kadar bütün duygu ve düşüncelerimizi belirliyor.
Evet, sorunlar çok karmaşık. Hayat kolay çözülemez bir muamma.
Ama “ben kimim” sorusunun cevabı çok zor değil.