Kasabanın şerifi, ölümsüz olacağını düşünürken bir gün aniden eldi (elmek-ölmek). Ki, kendisi ilelebet şerif olarak kalacağını, ölümsüz olduğunu düşünüyordu. Elmesiyle birlikte ahali Ganj Nehri kenarına koştu. Şerif, aynı zamanda kötülüğü temsil ediyordu. Ahali, şerifin ölü bedeni üzerinde tepinerek kötülük arınması yaşarken, kendi içselleştirdiği kötülüklerin sıradanlığında boğulduğunun farkına bile varamadı.
Kenan Evren’in ölmesiyle birlikte, yazılanlar bana yukarıda yazdıklarımı düşündürdü çokça. Giderek sıradanlaşan bir faşizmin eşiğine geldik toplum olarak. Sosyologlar buna ne der bilemem ama ben, kendilerini modern sanan insanların kendine benzemeyenlere uyguladığı baskı ve nefret diyorum kısaca.
12 Eylül Darbesi bu toplumu silindir gibi ezip geçti. Darbe sabahı 15 yaşında bir çocuk olan ben, yanıma yakın arkadaşım Mustafa’yı alarak dağa çıkmıştım. Mekap ayakkabılarımızı giyip evde bulunan bütün kitapları çuvala doldurup bir saat yürüdükten sonra İştoz denilen yerde mola verdik. İştoz, bizim ailenin ormanı içinde; bir de palsa var. (Palsa, Karadeniz’de yağmurdan korunmak için tahtadan yapılan, üzeri sacla örtülü barakaya denir) Kestane ağacının dibinde bir çukur kazıp kitapları iyice naylona sardıktan sonra gömdük. Aralarında Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Gorki, Dostoyevski, Jack London, Fakir Baykurt gibi yazarların bulunduğu kitapları gömmek zorunda kalmanın acısını hâlâ taşırım. Birkaç gün palsa’da kaldıktan sonra bir abinin bizi gelip almasıyla köy hayatına geri döndük.
Hayatım boyunca 12 Eylül’le ilgili çok hikâye dinledim, okudum. İşkence görenlerin anlattıklarını dinledim. Kötülüklerin tarihidir 12 Eylül ve 20 yıl sürmüştür bu kötülükler. 90’lı yıllarda darbenin devamı olarak Kürtlere yapılan baskılar, yargısız infazlar sürerken keyfini ve istifini bozmayan orta sınıf, 2002’de kendilerinden olmayan AK Parti’nin gelmesiyle birden ayaklandı; ‘noluyoruz’ demeye başladı. Bu ‘noluyoruz’u hâlâ sürdürmekte. Faşist Evren üzerinden arınma yaşarken, aynı hislerle AK Parti’ye yüklenmeye devam ettiler. Seçimle iktidara gelen ve iktidarını halka kendisini anlatmaya borçlu olan bir partinin liderini faşist Evren’le eşitlemeye kalktılar. Kalktılar çünkü kendi hitap ettikleri toplumda bir karşılığı vardı. Yakın zamanda yaşadığım ve geçen hafta yazdığım bir diyaloğu buraya yeniden alma gereği duydum:
“Gezici gençlere içiyorum onlardan çok şey öğrendik…” dedi orta yaşlı kadın. Yelkenli teknelerinden, henüz yeni karaya çıkmış üç genç adam, “Biz de geziciyiz” dediler hep bir ağızdan.
–90 doğumlu kızım Gezi’den sonra çok değişti, odasını bile topluyor, sorumluluk sahibi oldu. Dünya bize hayran kaldı, yılın altı ayı İtalya’da yaşıyorum İtalyan arkadaşlarım Gezi’ye hayran; ‘biz de asla böyle bir şey olmazdı’ diye bana öykünüyorlar. Var mı sokakta tango yaparak protesto etmek? Bir ada sahilinde kalabalık bir mekânda oturanlara aldırış etmeden bağıra çağıra devam eden bu saygılı insanlar diyaloğu, kadının “Buna sebep olanları darağacında görmek, istiyorum” diye şehvetle bağırmasına neden oldu. Gençlerden biri heyecanla ayağa fırladı, “Olacak, olacak hem de çok yakında. Hepsi darağacına gidecek” dedi. “Zaten darağacına onlar gitmezlerse bizim halimiz harap” diye cevap verdi kadın…
Bu diyaloglar iyice çoğaldı. Her an her yerde karşınıza çıkar buna benzer konuşmalar. Böyle konuşmaları o kadar içselleştirdik ki şaşırtıcı bile gelmiyor artık. Ben en çok kendime yani şaşırmamama şaşırdım. Halkın iktidara taşıdığı ve tuttuğu bir partinin yöneticilerini darağacında görmeyi yüksek sesle isteyen insanlarla karşılaşmak şaşırtıcı gelmiyor bizlere… 2007’de Anıtkabir’e gidip “Ordu Göreve” diye pankart açan rektörler gördü memleket. Hayalinde bile göremeyeceği CHP Genel Başkanlığını kaset darbesiyle elde eden parti lideri de. O parti lideri 17-25 Aralık yargı darbesi girişiminin tapelerini Meclis’te her gün okudu. 30 Mart Yerel Seçimleri’ne bu darbe tapeleriyle hazırladı partisini. Parti genel başkanlığı kasetle elde edilebiliyorsa, dinlemelerle tapelerle de memleket elde edilebilir, iktidar olunurdu. Ama olmadı, olamayınca öfke de arttı bir şekilde. Evren’in ölümüyle birlikte aynı şeyleri duyduk yeniden. Ki, Evren ve arkadaşları bu ülkeye çok kötülükler yaptı, insanlar çok acılar çekti. Ama yaptığı en büyük kötülük faşizmin sıradanlaşması oldu. Kendini ilerici özgürlükçü olarak gören insanların içine işleyen kötülük… Bir kötülükten daha kötü olan şey, sıradanlaşmasıdır onun, işte bu oldu.
Yetmez ama evet
Bir de şu var; yazmasam çatlayacağım. Evren’in yargılanmasının önünü açan 2010 Referandumuna ‘hayır’ diye kampanya açanlar, özellikle benim gibi ‘yetmez ama evetçilere’ saldırdı durdu. O Anayasa değişikliği sayesinde yargılandı Evren, ceza aldı, Paşa olarak değil de er olarak gitti toprağa. Ölümüyle birlikte bu ‘hayırcı’ ilerici arkadaşlar başladılar ötmeye. Neymiş efendim, “Evren gerektiği gibi yargılanmamış, bunlar yargılanacaklar” diye aba altından sopa gösteriyorlar. Siz yargılasaydınız efendim. Evren, Marmaris’te Türkiye’nin Picasso’su olarak yaşıyordu. Bahçelerindeki güllerin dikenlerini ayıklayan Evren’e ülkenin oligarkları alkış tutuyordu. Beş para etmez resimleri en pahalı sanat eseri olarak satılırken yargılamak için elinizden tutan mı oldu? Niye yargılamadınız?
Son günlerde ülkenin halktan kopuk -ki hiçbir zaman halktan yana olmayan- aydınları cemaatin kanallarında bol keseden atıyorlar, “Bunlar yargılanacaklar…” diyerek sürekli bir sopa gösterme halindeler. Yeni bir ilerici darbe istiyorlar belli. Bakın; darbenin ilericisi, gericisi olmaz. Bütün darbeler bir zümreyi koruma adına halka karşı yapılır. Siz zaten halkın karşısındaydınız değil mi? En azından kendinize karşı dürüstsünüz, bu da bir erdem deyip, Evren ve Evren gibiler için sözünü söyleyen 17. yüzyıl ozanı Kazak Abdal’a kulak verelim. Cem Karaca güzel söyler bu deyişi, tavsiye edilir.
Eşeği saldım çayıra, Otlaya karnın doyura. Gördüğü düşü hayıra. Yoranın da dındırını dındırını… Münkir münafıkın huyu, Yıktı harap etti köyü. Mezarına bir tas suyu, dökenin de dındırını dındırını… Dağdan tahta indirenin, ıskatına oturanın, mezarına götürenin, imamın da dındırını dındırını… Derince kazın kuyusun, inim inim inilesin. Kefenin diken iğnesin, dikenin de dındırını dındırını.