Ana SayfaYazarlarRuhumuzdaki şeytan (5) kendi kendime bir bibliyografya

Ruhumuzdaki şeytan (5) kendi kendime bir bibliyografya

 

15.6.2019] Yedi sekiz ay önce, bu konulara biraz başka bir yerden de gelmiştim aslında. Önce 12 yazı boyunca uzayan bir Marksizm ve ahlâk eleştirisi kaleme almıştım (18-22 Temmuz ve 3-25 Kasım 2018). Oradan Hukuk ve ahlâk (27 Kasım) ilişkisine geçmiştim. Ahlâkî çöküş ile hukukî çöküşün içiçeliğine dikkat çekmiştim. 19. ve 20. yüzyıl boyunca, demiştim, genel gelişme hak ve özgürlüklerin genişlemesi; insanı (vatandaşı) korumayı esas alan bir hukuk devletinin giderek sağlamlaşması yönünde. Ancak bunun zıddı da mevcut. Tarih tek çizgi üzerinden ilerlemiyor. Demokrasinin yükselişine, anti-demokrasinin yükselişi eşlik ediyor. Bu çerçevede, otoriterleşmenin ve giderek diktatörleşmenin “teorisini kuran hukukçular da çıkıyor, hem sağdan hem soldan. Onların hukuk anlayışında, bireyin, vatandaşın korunması değil siyasetin ve rejimin ihtiyaçları ön planda. Devletin düşmanları olması ve düşman gözetmesini doğallaştırıyor; zıddında, gene devletin bekası uğruna, olağanüstü halin olağanlaşmasını  egemenlik hakkının özü ve esası kabul ediyorlar. Kanunlara ve yargılama usulüne bakışlarında objektif ‘norm’lar diye bir şey yok. Herşey sübjektif; herşey niyete ve niyetin yorumuna bağlanıyor.”

 

Buna örnek, demiştim, Bir hukukçu: Carl Schmitt (28 Kasım). “Asıl mimarı Bismarck olan 1879-1918 Alman İmparatorluğu’ndan istemeye istemeye Weimar Cumhuriyeti’ne intikal eden ve anti-demokratik taraflılığını hep koruyan başka birçok savcı, yargıç, öğretim üyesi ve bürokrat gibi Carl Schmitt için de (a) güçlü devlet fikrine biat ve (b) demokrasinin işlemezliği önyargısı, Nazizme giden yolda tâyin edici köprüler oldu.” Buradan hareketle Schmitt, geçici değil sürekli bir “olağanüstü hal” (yani diktatörlük) teorisi kuruyor. Onun da gerisinde, 19. yüzyılın ikinci yarısının Alman devletçi düşünürleri durmakta. Faraza Treitschke’nin dünyası

 

 – liberalizmden milliyetçiliğe ve milli devrimlere kaymanın ifadesi (2 Aralık). İngiltere ve Fransa’dan farklı olarak bu Orta Avrupa entellektüelinin “gelişme çizgisi hep daha az liberalizm ve daha çok milliyetçi-devletçilik yönünde oldu. O kadar Bismarckçı kesildi ki, 1879’da Nasyonal Liberalleri terkedip Ilımlı Muhafazakârlara katıldı. Öncesi ve sonrasında, yani 1860’lardan ölümüne kadar neredeyse kırk yıl boyunca, tarihçi ve siyasî düşünür olarak hep giderek otoriterleşen ve saldırganlaşan bir milliyetçiliğin savunucusu, teorisyeni, âdetâ simgesi oldu.”  Devamında, Nazizmin habercilerinden Heinrich von Treitschke demişim (9 Aralık).

 

“Açıktan liberalizm ve demokrasi düşmanlığı. Devletçilik ve lidercilik. Aşırı milliyetçilik. Dışlayıcılık ve saldırganlık. Aktivizm; eylem uğruna eylemcilik. Milletlerin boğuştuğu ve sadece en güçlülerin hayatta kaldığı bir cangıl olarak uluslararası siyaset. Yani Sosyal Darwinizm. Oradan, toplumların nihaî erkeklik sınavı olarak savaş hayranlığı. Militarizm. Irkçılık. Özel olarak anti-semitizm… Hepsi mevcut, 1850’lerden 1910’lara.” İspatı, Savaş ve devlet fetişizmi – kendi sözleriyle Treitschke’de (10 Aralık 2018). “Savaşın azameti,” diyor, “Devletin o muazzam tasavvuru karşısında bir hiçten ibaret olan insanın tamamen yokolmasında yatar.” Şöyle sormuşum, biraz Türkiye’deki emsallerini (vesayet döneminde Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu’ları; daha yakın zamanlarda bir başka ihtilâl hukukunun haris, uçucu, tırmanıcı aparatçiklerini) de düşünerek: “Bu nasıl bir retorik? Bu nasıl bir gergedan? (…) Savaşın azameti. Devletin muazzam tasavvuru (veya telâkkisi; bugün vizyonu diyoruz). Bireyin hiçliği… Kendinizi sırf Treitschke’lerin konuşabildiği bir toplumda düşünün. Hukukun araçsallaştırılmasının nasıl önüne geçilebilir, böyle bir ideolojik ortamda?”

 

                                                                *          *          *

 

Birkaç hafta geçti; Ara fikir: teorili ve teorisiz diktatörlükler’le tekrar döndüm bu meseleye (8 Ocak 2019). Sert bir teorik çekirdeğe sahip ideolojilere yaslanan totalitarizmler ile irticalen ve oportünistçe oluşan otoriter rejimleri karşılaştırdım. Asıl birincilerin neler yapabildiğine, Nazi hukukunun bütün bünyeyi sarması’yla eğildim (11 Ocak). Sırf amaçlar değil, aracılar, aktörlerle ilgili sorular da sordum. “Yeni yüzler” nereden gelir dedim, demokrasilerde ve demokratik olmayan rejimlerde? “Peki, nasıl giriliyor Führer veya Il Duce’lerin yakın çevrelerine?” Treitschke ve Schmitt’lerin mirasını devralan salt mekanik uygulama adamlarının, bir takım “ahlâksız, salt emir kulu yargıçların Nazizme kapılanma sürecini” masaya yatırmaya çalıştım. Bir yandan mevcut yargı mekanizmasına boyun eğdirilmesi, diğer yandan bu yetmeyince özel mahkamalerin habire çoğalması üzerinde durdum. “1960’lar ve 70’lerde kendi ‘halk mahkemeleri’ni kurmaya bir ara pek merak saran solcular”ı, “bu kavramın diktatöryal kökeni üzerinde de, güzelim ‘halk’ [veya millet? veya istiklâl?] kavramının, küçümsenen ‘burjuva hukuku’nun kuralcılığını çiğneyip geçmek için kullanılması üzerinde de, ciddiyetle düşün”meye çağırdım.

 

Ardından, “Bir hukukçu: Otto Thierack” (12 Ocak), “Bir hukukçu: Roland Freisler” (13 Ocak) ve “Bir hukukçu: Andrey Vyshinsky” (15 Ocak) başlıkları altında somut örnekler sıraladım. Olağan kurallar, prosedürler ve delil yeterliği/yetersizliği gibi ölçütler yerine  “halkın sağlam hissiyatı” veya “kanaati”ni geçirmenin popülist-demagojik vahametine işaret ettim. Hukuk dilinin yerini nefret dilinin almasının altını çizdim. “Bu kuduz köpekleri kurşuna dizin. Yırtıcı dişlerini, kartal pençelerini halktan gizleyen bu çeteye ölüm! Kahrolsun, ağzından kanlı bir zehir damlayan Troçki! Tilkilerle domuzların bu pis melezlerine, bu kokuşmuş cesetlere kesin bir son verelim. Kapitalizmin, yeni çiçeklenen Sovyet milletimizi paramparça etmek isteyen bu kuduz köpeklerini imha edelim! Liderlerimize karşı güttükleri hayvanî nefreti boğazlarına tıkalım!” Bununla günümüzde meselâ Pelikancıların üslûbu arasındaki herhangi bir benzerlik kurmaya çalışmadım, çalışmıyorum. Daha çok sosyalizm tarihi açısından üzerinde durdum. Sırf Vyshinsky mi? Bütün bir kültür öyleydi… (17 Ocak) yazımla, hem bu  noktayı derinleştirmeye, hem de konuyu genel olarak toparlamaya çalıştım.

 

                                                                      *          *          *

 

Şimdi buradan, dönelim “söylenmemişlikleri suçlamak”tan hareketle geldiğimiz, şu cadı avları meselesine. Marksist sosyalizm ve onun 20. yüzyıldaki komünizm uzantısı, cin ve şeytan peşinde insanların ruhuna kadar girmeye, Faşizm ve Nazizmden bile yakın ve yatkın mı? Bence öyle. Neden? Yarın anlatmaya çalışacağım.

- Advertisment -