Ana SayfaYazarlarRuhumuzdaki şeytan (8) imkânsızlıktan acımasızlığa, mülksüzleştirme ve hak mahrumiyeti operasyonları

Ruhumuzdaki şeytan (8) imkânsızlıktan acımasızlığa, mülksüzleştirme ve hak mahrumiyeti operasyonları

 

[22.6.2019] 20. yüzyılda bir dizi komünist iktidar oluştu. 1960’ların başlarında, toplam 15  kapsayan bir “sosyalist blok” söz konusuydu. Bunlardan belki sadece beşinde: Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çin, Vietnam ve Küba’da, gerçekten ülkenin iç dinamiklerine dayalı birer devrim olduğundan söz edebiliriz. Diğerlerinde hep dış rüzgârlar, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda meydana gelen yeni mevzilenmeler ağır bastı. Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan ve Romanya’da, Nazizme karşı kurtarıcı olarak gelen Sovyet ordularının işgali, küçük ve marjinal komünist partilerinin bodrumdan çıkarılıp binbir komplo ve dalavereyle tırmandırılarak başa geçirilmesinde tâyin edici oldu (hepsi için dürüst bir genel kaynak Tony Judt, Postwar). Bir de “bölgesel türev” diyebileceğimiz durumlar var. Kuzey Kore ve Dış Moğolistan, gerek Çin ve gerekse SSCB’nin; Laos (ve daha sonra Kamboçya) Vietnam’ın; Arnavutluk da Yugoslavya’nın, bu anlamda türevleri oldu.

 

Şiddet yolu ve silâh zoruyla iktidara gelen bütün bu KP’lerin önünde, ideolojileri ve programlarının emrettiği bir temel sorun vardı: kapitalist ekonomiyi ve sınıf ilişkilerini yıkıp sosyalizmi kurmak. Marksist sosyalizmin siyaset alanında gelip dayandığı nokta buydu: iktidara ve sınıf ilişkilerine iradî, sert, keskin bir müdahale. Bu çerçevede, kapitalizm deyince de genel olarak “eski düzen”i anlamak gerekir. Klasik Marksizm, işçi sınıfı devriminin öncelikle işçi sınıfının en çok geliştiği (ileri kapitalist) ülkelerde patlak vereceğini öngörmüştü. Oysa tam tersi oldu. Devrimler ileri ülkelerden geri ve giderek daha geri ülkelere kaydı. Nitekim yukarıda saydığım ülkeler arasında hiçbirinde gelişmiş bir kapitalizm söz konusu değildi ve hiçbirinde devrimin maddesi işçi sınıfı olmadı. İşçi sınıfı, birçok örnekte hemen sadece “ruhen” mevcut oldu. Kendisini “işçi sınıfının ideolojisi” olarak lânse eden (ama tabii aslında öyle olmayan) Marksizmin (Marksizm-Leninizmin) ve “işçi sınıfının partisi” olarak lânse eden (ama tabii aslında öyle olmayan) komünist partisinin şahsında mevcut oldu. 

 

Madalyonun diğer yüzünde, bu partilerin eski toplumu ve ekonomiyi tasfiye misyonu, saf şekliyle “kapitalist üretim tarzı”nı temsilen herhangi bir sanayi ve finans “büyük burjuvazi”siyle sınırlı kalmadı. Onun ötesinde, kapitalizm-öncesi ilişkilerin hakim olduğu çok geniş bir tarım ve toprak rejimini de hedef aldı. Bu alanda “feodal üretim tarzı”nın kalıntısı olduğu düşünülen büyük toprak sahiplerinin (ya da toprakağalığının) ortadan kaldırılması birinci amaç oldu. Peki ya küçük üreticiler ne olacaktı? 1848’de Marx ve Engels pek önemsememişti bu sorunu. Çünkü örneğin İngiltere’de, ister sanayide ister tarımda muazzam bir kapitalist temerküz meydana geliyor ve bunun yanında küçük üretim sektörü gerçekten çok önemsiz kalıyordu. Oysa önce Rusya, ardından Çin (ve benzeri toplumlar), uçsuz bucaksız küçük üretim denizleriydi. Ve küçük zanaat atölyelerinden sanayi burjuvazisi, küçük çiftçilerin saflarından ise tarım burjuvazisi habire yeniden doğuyordu (doğacaktı).   

 

Öyleyse kapitalizmin bu fidelikleri de kurutulmalıydı — ama nereye kadar? Kimi, ne ölçüde mülksüzleştirmek, ekonomiyi tümüyle çökertmeksizin, kapitalizmi (= eski düzeni) tasfiye görevine bağlılıkla bağdaşabilirdi? Bunun için hele toprak mülkiyeti çok ince kademelendirmelere tâbi tutuldu. Büyük toprak sahipleri, zengin köylüler (kendi içinde 1-2-3), orta köylüler (kendi içinde 1-2-3), küçük (az topraklı) köylüler, topraksız köylüler, ücretli işçiler (tarım proletaryası)… Hepsi için arazi yüzölçümleri saptandı, rant gelirleri hesaplandı, yanında kaç işçi çalıştırdığı (veya çalıştırmadığına) bakıldı. Kendi geçimi için gerekli görülen miktarın üzerindeki “fazla”lara el kondu. Ya devletleştirildi. Ya (toprak reform çerçevesinde) yoksul ve topraksız köylülere dağıtıldı. Ya da (hemen bir sonraki aşamada) zorla kollektifleştirildi, yani (gene devletin yukarıdan sıkı denetimi altındaki) kolhoz veya benzeri üretim kooperatiflerine, Çin’de bir ara “halk komünleri”ne dönüştürüldü.

 

Bu noktada, çok önemli bir hususun altını  çizmek isterim. Bu planlar, kategoriler, tasnifler ve uygulamalar, sadece ekonomi ve mülkiyet ilişkileriyle sınırlı kalmadı. Doğrudan siyasî sonuçları oldu. Derede derece siyasî, sosyal, kültürel hak mahrumiyetleriyle elele gitti. Bir, doğrudan “karşı-devrimciler” kategorisi vardı, devrim öncesinde, sırasında ve sonrasında sosyalizme (= komünist partisine) muhalif görüşler taşıdığı ve faaliyette bulunduğu düşünülenler. Başlıbaşına bu alan hayli genişti, zira “burjuva” partilerine üye veya taraftar olmuşluğu dahi kapsıyordu (ve meselâ 1945 öncesinde sosyalizmin çok zayıf olduğu bütün Doğu Avrupa ülkelerinde hayli kalabalık bir kesimi ifade ediyordu). İki, gelir ve servetleri itibariyle “burjuvazi”ye dahil edilip şu veya bu ölçüde müsadereye tâbi tutulanlar. Üç, partiye kayıtsız şartsız boyun eğmek yerine kendi fikrî bağımsızlıklarına “küçük burjuvaca” düşkünlükleri (?!) doğrultusunda ne yapacağı belli olmayan aydınlar. Hepsi yeni rejim açısından şüpheli, hattâ fiilen suçlu konumdaydı. Dolayısıyla yukarıda sözünü ettiğim mülksüzleştirme listelerine paralel, bir de siyasî hak mahrumiyeti listeleri oluşturuldu, içişleri bakanlıkları, kamu güvenliği departmanları ve gizli polis teşkilâtlarınca. Resmî kısıtlılıkların ötesinde, hayatın her alanına, yönetime, yargıya, orduya ve güvenlik teşkilâtının kendisine intisap edip edememeye; bazı “kritik” mesleklere girip girememeye; kültür alanında temayüz etmelerine izin verilip verilmemesine; yurtdışına çıkıp çıkamamalarına; hattâ eski zengin ailelerin çocukları ve torunları için, sosyal bilimler alanında doktora yapamamaları (bunun yerine, ideolojik açıdan tehlikeli sayılmayan mühendislik ve doğa bilimleri alanlarına yönlendirilmeleri) gibi absürd noktalara uzandı.

 

Bu açık ve örtük yasaklar, Sovyetler gibi hemen bütün Doğu Avrupa ülkelerinde de, komünizmin çöküşüne kadar yürürlükte kaldı. Çin’de, Vietnam’da, Küba’da halen de yaşanıyor. 

 

Kafama takıldı, sormadan edemiyeceğim: Türkiye’de kim biliyor bunları? 1960’lar ve 70’lerde kim biliyordu? Muazzam teorik, fraksiyonel kavgalar içindeydik, sosyalizmin “doğrusu” konusunda. Merak edip incelemiş miydik Sovyet, Çin, hemen dibimizdeki Romanya ve Bulgaristan yasaları ve uygulamalarını? “Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin sosyalist dönüşümünün tamamlanması” diye tantanalı bir formül vardı, parti tarihlerinde ve sair ders kitaplarında. Bu işlemin gerçekte neleri içerdiğinin, kaçımız farkındaydık? Ya da “proletarya diktatörlüğü”nün hedefn tahtasında kimlerin, niçin yer aldığının?

 

- Advertisment -