Gazete manşetleri hiç bu kadar kanamamıştı…
Kadına şiddet haberleri ve savaş haberleri kan ağlıyor.
Aslında insanlık kan ağlıyor.
Gazete eteğinde sıradan sayılacak bir haber: Doktor ararken öldü…
Çünkü kendinden önce doktorlar öldü.
Haber alt yazısı: Halep’in Dramı.
Dramı aştı, trajedi…
Tekerlekli sandalye üstünde genç bir kadın, kırmızı başörtüsü kaymış, kollarını boynunda kenetlenmiş, ince bir pelerine sarınmış. Ayağına siyah lastik ayakkabı giydirmeye çalışıyor kocası. Ayakları çorapsız.
Etrafta vurulmuş, yıkılmış binalar. Başında beresi, üstünde ceket, karısının çıplak ayaklarına lastik ayakkabıyı giydirmeye çalışırken, ağlıyor adam… ’Neden fotoğrafımızı çekiyorsun?’ der gibi kahırla bakıyor, objektife…
‘Esed rejiminin Doğu Halep’teki hava saldırısı sonrası yaşanan kargaşada 7 (yazıyla, ye-di!) çocuğu kaybolan Ebu Muhammed Halebi, fenalaşan karısı Sabah Muhammed için sokak sokak doktor aradı… AA muhabirine, ‘çevreden bir kişinin doktor bulma sözü verdiğini’ söyledi. Ancak Sabah, az sonra tekerlekli sandalyede son nefesini verdi.’
Kavramak zor, inanmak kolay. Çünkü o topraklarda daha nice acı haber, ölüm kol geziyor. Gazete manşetleri yazmaya yetişemiyor. Olacak daha nice kayıptan başka…
Evler yıkılıyor, ocaklar sönüyor, genç insanlar, çocuklar, askerler ölüyor/öldürülüyor.
Dünya kanıksadı… Belki duymuyor.
Bildiğimiz, tanığı olduğumuz bütün acılar bir yana, terazinin öbür kefesine Ortadoğu konanda ağır basan orası.
Beş ay önce manşetlerde biz vardık.
İsyancıların, uşakların, hainlerin ülkeyi işgal girişimi vardı.
Devletin silahını vatandaşa doğrultup ateşleyen, iç savaş çıkartmaya niyetli kansızlar, ‘yaşasın, darbe oldu, yaşasın ordu’ diye zil takıp oynayan, birbirini telefonla arayıp müjde veren soysuzlar vardı.
Market boşaltan bu makarnacı takımı 15 Temmuz gecesi bi güzel yatıp uyudu, ne olsa nöbetçi darbe vardı. Eser miktar akılları o kadarına basıyordu.
Sabah oldu ki, aaaa, bi de ne görsünler, durum mafiş…
O zaman hem içimiz, hem şehidlerimiz hem hepimiz ve manşetlerimiz kan ağlıyordu.
Market boşaltmayı ve yatıp uyumayı akıl edemeyen bazı insanlar tankların önüne yatmış, üstüne çıkmış, askerle konuşmuş, kurşunu yemiş, kimi gidip şer komutanını alnının çatından vurmuş, kimi üstüne yağan insan parmaklarını silkeleyip, nöbete koşmuş, kimi ‘vatan için bir bacak, feda olsun, ne önemi var?’ demişti…
Anlayabileceğini hiç sanmıyorum bazı bey’fendilerle ham’fendilerin… Anlamasalar da olur, anlayanlar anladı, alkış tutmak yerine tankların üstüne yürüdü ve öldü o anlayanlar…
Şaşmayı, iç sızını, ülkemizde ve yanıbaşımızda yaşananlara yanmayı epey sürdüreceğiz, öyle görünüyor.
İş, bu epey zamanda epey dik durabilmede, esaslı insan olabilmekte…
Her gün yeni oyunlarla sınanıyoruz, gelecek daha nice oyunu biliyor, omuz omuza bekliyoruz. Neyse ki, küçük bir yüzde dışında mayamız sağlam, gönüller bereketli. Neyse ki kapısız penceresiz ben mapu sanesinde mahkum değiliz. Siyasi ve vicdani cehaletten kurtulanları da bekleriz, eser miktarda bile olsa, düşünüp, tartıp, bu yeni dünyanın yeni ve zorlu yollarında demokrasi ve hak arayışında, barış uğruna cenk edecekleri de…
Halep’te insanlık kan ağlıyor, büyük insanlık bunu görmüyor…
Yaklaşan Noel’in heyecanı ve alışveriş çılgınlığı içinde, büyük insanlık.
Biz büyük insanlık diye, ‘gemide güverte yolcusu/ trende üçüncü mevkii/ şosede yayan/ sekizinde işe giden/ yirmisinde evlenen/kırkında ölen/ ekmeğin onlardan gayrı herkese yettiği/ pirincin ve şekerin ve kumaşın ve kitabın, büyük insanlıktan başka herkese yettiği/toprağı gölgesiz, sokağı fenersiz, penceresi camsız ‘büyük insanlığı anlıyorduk oysa…Hani Nazım’ın, ‘ama, umudu var büyük insanlığın/umutsuz yaşanmıyor’ dediği, şiirine konu ettiği insanlığı…
Bütün insanlık olmasın o? Bütün insanlık bu sefalet içinde, umudu, yarını, aşkı unutmuş, bir gün fazla ve ekmek suyla yaşama derdindeyken, vatanını savunma, ateş hattında, yıkılmış evini bulma, ölmüş doktoru arama derdindeyken, büyük insanlık, 45.paralel üstündeki tuzu kuru ve vicdanı olmayan siyasetçiler bilmiyor ki ettikleri dönecek, kendilerini de bulacak… Bulacak ve vuracak…O görmedikleri, duymadıkları, ölüp çektiğinden bihaber oldukları cephedeki büyük insanlık, kendilerine reva görülen hainliği, zalimliği kabullenip yaşamak zorunda kaldıkça, bu denge, bu siyasi/toplumsal/ psikolojik dengesizlik sürgit böyle kalmaz, kalamaz…Tartı tartılığından utanır.
Ortadoğu kanla sulanıyor. Uygarlık kalıtı tek taş kalmadı. İnsanlar, evler, kuşlar, çocuklar, şarkılar kalmadı. Sular kirlendi, atmosfer zehirlendi, kuşları anan yok, ağaçlar, çiçekler, kuşlar hepsi bize küs.
Nasıl düzelecek? Savaş bitti dense bile, içimizdeki savaş hep tütecek…
Ananem kurtuluş savaşını anlatırken, İmparatorluğun uzak topraklarından Anadolu’ya, asker abilerinin kanadı altında yollandığında, ömür boyu sürecek bir gurbete/hasrete yazıldığını ‘yollar kapalıydı’ diye anlatırdı. ‘Yollar harp yüzünden kapandı… Neyse Kemal paşa milletle beraber muzaffer oldu da, yollar tekrar açıldı…’ Yolların kapanması/açılması harbin ve sulhun işaretiydi…
Şimdi insanlık için bütün yollar tükendi… Vazgeçtik yolların kapandığından, barışın ve umudun yolları tükendi…
Halep’in Palyaçosunu da vurdular, suçu çocukları gülümsetmek, toprağını terk etmeyip umudu çağırmaktı… Güldürmek ve yaşatmak tehlikeli ve yasaktı oysa, Palyaço bunu bilmiyordu…
Yedi çocuğunun yedisini birden yitiren kadın Sabah için hiçbir sabahın anlamı kalmamıştı zaten…
Sabah için artık hep gece…
Zalimin bilmediği şu: Sabah’ın sahibi var, sorarlar bir gün, sorarlar…