45 yaşında… Paris’te kırık bir aşk hikâyesinin ardından, “bir ayrılık, bir yoksulluk” Alsace kırsalına, annesinin yaşadığı ücra köye taşınıyor. Yalnızlığını, bunalımını, maddi-manevi çaresizliğini, deliler gibi film izleyerek atlatmaya çalışıyor. 2016’nın ilk altı ayında 400-450 DVD…
Filmlerdeki hayata, görüntülere kapanmak, o zengin ama sancılı loşluktaki inziva, zihninde bir fikri yeşertiyor. Bunalımına ayrılığın, yalnızlığın yanında, Fransa’da 2015 yılının terör saldırılarının, ilan edilen olağanüstü hâlin de eklendiği hayatının filmini yapması, altyapısı, ekibi, “cast”ıyla filan çekmesi, yaşadığı koşullarda imkânsız… Lâkin altı ay boyunca izlediği filmlerin hayatını andıran, duygularına tercüman olan görüntüleriyle bir film yapabilir! Filmlerden film çıkarmak…
İşe girişiyor; izlediği filmlerin sahnelerini montajlayarak, iç-dış seslerle kurgulayarak, kendi hayatını, görüntülerini, duygularını ekrana yansıtıyor. Emanet hayatlar bir bakıma… Frank Beauvais, 2019’da “Ne Croyez Surtout Pas Que Je Hurle (Sadece Çığlık Atacağımı Düşünme)” filmini tamamlıyor. Filminin adını da izlediği filmlerden birisinden esinlenerek koyuyor: “Sadece Ağlayacağımı Düşünme.”
MUBİ’de “Gıkımı Çıkarmayacağım” adıyla gösterilen filmi izlediğimde, öyle ya da böyle kapandığımız son bir buçuk yılda izlediğimiz, bakakaldığımız ekranlar, haberler, sosyal medya görüntüleri geçti aklımdan. Montajlasan o da bir film, o da koca bir “hayat” değil mi? Üstelik daha doğrudan; daha belgesel… Hem de daldan dala; içinde ne arasan, hayatını, duygu durumunu etkileyen, sarsan ne varsa bulursun.
Afişi “Çığlık” atan belgesel
“Nasıl bir film olur” diye düşündüğümde… Güncel kareleriyle gözümün önüne, dünya savaşı filmleri, felaket görüntüleri geliyor önce. Ancak öyle koşullarda görülen bir tür savaş görüntüleri… Yanan bir dünya, yanan ülkemiz. Ardından ekranlarda dünya yansa uygun adımını bozmadan yürüyenlerin, o karanlık, puslu istikamette ayaklarını sürüyenlerin resmigeçidini izliyorum. Alevlere, sonuçlarına bakınca, kürsülerden konuşanları dinleyince, 20. Yüzyıl’ın o siyah beyaz karelerini güncellenmiş haliyle izliyormuş gibi hissediyorum.
Ekranlardaki haber görüntülerini, bazen Beauvais gibi anlatıcıyı, iç sesimi katarak, bazen o görüntülerdeki sesleri, cümleleri de ekleyerek montajlasam/kurgulasam ortaya menhus bir film-belgesel çıkacak. Muhtemelen o filmin adını oluşturan cümleye de Beauvais gibi bir “çığlık” yerleşecek.
Filmin afişi ise Edward Munch’ün bir dehşet, korku anında sanki “Yetişin a’dostlar!”ı da haykıran “Çığlık” tablosu olmalı mutlaka. Korkusunu biraz bilinmezlikten de alan o ünlü çığlık… Resimde o çığlığı atanın hemen arkasındaki iki kişinin “gayet normal” duran hâlleri de, haber görüntülerinden zihnimde derlediğim filmin, ülkenin aktarmak istediğim “mânâ”sına oturuyor. Onca çığlığın arasında “normal”inden inatla sapmayanlar da çok zira.
Sanki bir yangını resmeden tablodaki o kapkara doğanın, alev alev gökyüzünün çemberine sıkışmış bir göl gibi akıbetini bekleyen denizdeki, sıradan, yumuşacık bir peyzajdan montajlanmışçasına çığlıkları, “doğanın çığlığı”nı izleyen iki yelkenli… Kuşatılmış, öylece duran. Munch’ün günlüğünde bu ünlü tablosuna “doğanın çığlığı”nın ilham olduğunu vurgulaması da, tasavvurumdaki filmin anlamını koyulaştırıyor.
Yangını RTÜK söndürmeye çalışıyor
Doğanın çığlığı… Çoğu kulağın duymadığı o çığlığı o tabloda aramayın sadece, yangınlar işte. Doğanın “sessiz çığlığı”nın, sesli hali… Yangının, dumanların, o koyu, yağlı sisin arasında zor seçilen, koşan, çırpınan, kaçan insan, canlı siluetleri…
Fonda ağaçların, hayvanların, ormandaki tüm canlıların, yanarken tanınmaz hale gelen insan çığlıklarını andırdığı sesler… Evet, ağaçların bile! Doğanın çığlığı sanki gerçek değil bir kurguyu iyice dayanılmaz kılmak için üretilen dijital çığlık efektleri. Sadece felaketlerde, savaşlarda duyulabilecek türden çığlıklar.
Feci, iç yakan, ürküten mahşer görüntüleri, cehennem tasavvurları… Ama Fatih Altaylı’nın 3 Ağustos’ta “Teke Tek” programına başlarken vurguladığı “Bir yandan da emirler geliyor zaten: Diyorlar ki yanan ormanlardan değil söndürülen ormanlardan bahsedin” filtresinden, RTÜK’ün, yetkililerin ceza tehdidinden, denetimden/“özdenetim”den geçmemiş görüntüler…
Bunları okuduktan sonra ekranlara “o gözle” bakıyorum; malum kanallarda her yangın sahnesinde başrole yerleştirilen tek başına bir helikopter, olmadı çırpınan ya da uzaklaşan bir itfaiye arabası… Bazen de yine yalnız, hep geç kalmış bir uçak, “Alın size uçak!” kadrajında süzülüyor. O ekranlardaki cımbızlanmış biteviye görüntülerde, “laf”ta sönen/söndürülen alevler, hayatın ekranında hızla devam ediyormuş, ne gam.
Alevle doğup-batan günler
Oysa oradaki insanların cep telefonlarıyla çektikleri yahut farklı bazı kanalların habercilerinin aldığı görüntüler öyle değil. Bir zamanlar o doğa harikalarını belgeleyen gündoğumu/günbatımı manzaraları toptan değişmiş, olanı değil yok olanı anlatıyor.
O manzaralar yitirilen rengini sadece alevlerden alıyor günlerdir. Doğaya, gökyüzüne, ufka doğan-batan gün ışığı değil yangın hâkim. Ufka günlerdir alevlerin yerleştiği, ancak ufkun asla “düşünce, görüş, muhakeme gücü, anlayış, kavrayış alanı” anlamını taşımadığı felaket görüntüleri.
Kalemi güçlü yazarlar, kıdemli gazeteciler, haberciler bile kelimesiz, tarifsiz kalıyor bu felaketin, görüntülerin karşısında… Kelimeler böyle bir yangını anlatmaya, gözün gördüğü, insanın varlığınca hissettiği duyguları aktarmaya yetmiyor. “Anlatamam, anlatmak mümkün değil” diyor, tanıkları.
İnsanda, doğada dehşetin yüzü
Alevden gökyüzünün fonunda çırpınan halkın, gönüllülerin, orman işçilerinin, itfaiyecilerin, yerel görevlilerin o yağlı karaya, “is”e bulanmış yüzleri. Ter, gözyaşı birbirine karışmış… Çaresizliğin en net, en hazin ifadesi. Doğada da, insandan da dehşetin yüzü… Hepsi o kara-kızıl gökyüzüne, ufkun ötesine, havaya bakıyor sık sık. Yangını ilk anlarında boğacak, bir uçak, bir helikopter, havadan destek bekliyor. Haykırıyor…
Yanmış bitmiş ormanların, yangınla kuşatılmış evlerin, köylerin kavrulmuş, yıkılmış harabeleri, dünya savaşı belgesellerinden kadrajlanmış sahneler gibi. Arada yorgun, çaresiz, tükenmiş, yenilmiş insanların dolaştığı, kalan bir şeyleri taşımaya, kurtarmaya çalıştığı mahallelerin yakın çekimleri, dar kesitleri… Önce cehennem alevleri, sonra siyah beyaz.
“İstif”ini bozmayanların ekranları
Oralarda hep birlikte gece gündüz, can havliyle, canını hiçe sayarak mücadele edenlerin görüntülerini şükranla dağarcığına, yayın akışına alıyor da ekranlar, o birlikteliği, o ulusça beraberliği bir kavram, bir özlem olarak yansıtmıyor söyleminde. Onu da cımbızlıyor, seçiyor işine geldiği gibi.
Hep aynı kelimelerini, ezberini yineleyenleri, her felaket karşısında sığındığı, üstüne çıktığı “istif”ini bozmayanları zaten pek göremiyorsun oralarda. Bağrında göremiyorsun. Onlar ekrandan, uzaktan, güvenli mesafeden yayınına, “oturumu”na, terânesine devam ediyor. “İstif”lemiş zira. “Fikri istif”ini de katarak, her anlamıyla…
Yaptığı, edindiği stoğun, bunun da altından kalkmasını umuyor, diliyor, olanca pervasızlığınla. Başka suçlular, farklı bahaneler arama, mevzuyu, gündemi başka yere sürükleme, saptırma çabalarını gizleyemiyor. Gerek de duymuyor bazısı.
Lâkin bu konudaki olanca “tecrübe”sine rağmen çırpınan biçareliğini izliyorsun her lafında, hatta mimiğinde. Bir şeyleri hâlâ olağanlaştırmaya, yönlendirmeye çabalayan dili, bu felâketin lisanı değil. Böyle bir günde bile birliğin, beraberliğin, bütünlüğün, ayırımcılıktan uzak, ötekileştirmeden kaçınan dili hiç değil.
Müdahalede dünya birinciliği
Hemen her cümlelerine bağlaç yaptıkları “Dünya yanıyor, her yer yanıyor, orası, bakın işte şurası da yanıyor” vurgularında küresel bir acının, çığlığın yankısını değil bir tür sıradanlaştırmanın, genelleştirmenin çabasını hissediyorsun. Yangınmış, depremmiş, selmiş, pandemiymiş, ekonomiymiş işler sarpa sarınca “Her yer, herkes öyle”… İşine gelince “Türkiye biricik, en birinci”.
Kimi ormanın, yangının başka ülkedeki hektarını kıyaslamanın, yontmanın peşinde… Kimi Tarım ve Orman Bakanı’nın Nisan 2019’da Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun (BTK) ev sahipliğinde düzenlenen Ankara Zirvesi’ndeki açıklamasını bir ucundan tutmanın, güncellemenin telaşında: “Orman yangınlarının nerede çıkabileceğini bildiren tahmin sistemimiz var. Orman yangınlarına müdahalede dünya birincisiyiz.”
Öyleydi madem… Ne oldu şimdi? İki yıl önceki o şıp diye tahmin sistemleri, müdahalede bize muhayyel altın madalyalar kazandıran araç, gereç, ekipman, hazırda beklemesi gereken uçaklar, helikopterler, helikopterlerin su sepetleri, bagetleri filan nerede… Elden ele çaresiz kova zincirleri, bahçe hortumları filan mı dâhildi o meşum olimpiyatlara?
Renkli ekranlar siyah beyaz…
Renkli ekranlarımızdaki görüntülerin hepsi o dönemlerdeki belgeseller gibi siyah beyaz. Televizyonlarınızın renk ayarıyla oynamayın; tümüyle yanmış, külle kaplanmış ormanların, evlerin aslı, şimdiki hali öyle; siyah beyaz. Üç tekerlekli, bir zamanlar muhtemelen kırmızı bisikletin, rengârenk pelüş oyuncakların rengi de… Kömür rengi, kül rengi. Yangın rengi de yok ediyor, dünyadan.
Bazı bakışlar da sanki siyah beyaz. O mahşeri güvenli mesafeden, bir tepeden öylece seyredenlerin uzak bakışları… Her türden, seviyeden, ekrandan “pür otorite” bakışı… Benzerini asırlık arşivlerin eski, bildik, simge fotoğraf karelerinden rahatça bulabileceğin siyah beyaz bakışlar.
Artık yangın yerine dönmüş, eğreti tebessümünü, silah niyetine kullandığı sarkazmini, tik gibi sırıtışını o an, bir an yitiren ifadesiz suratlar… Ardından bozgunun yine açık olduğu yeni muharebede takınılmaya çalışılan pozlar, biçare gündem değiştirme sinyalleri. Bir kalıp buz gibi bazı bakışlar, bazen tahrip kalıbı, iki küçük fünye gözbebekleri… Hâlâ ve her şeye rağmen dilleri, hedef arayan söylemleri de öyle kimilerinin.
Her cephede, her mevzuda cephaneliğini öfke, yalan, çarpıtma, tehditle istifleyen muharebelerin bir süre sonra sadece elde kalan öfkeyle, apaçık yalanlarla sürdürülmesine çabalayan her düzeyden, alandan, mevkiden, ekrandan nafile portreler… Ekranda, sosyal medyada yeni cephe açma çırpınışları… Aranan, bulunan, uydurulan ama bir türlü tutturulamayan “olağan şüpheliler”. Aranan yeni “sorumlu”ların ani “cenaze”lerini duyuracak salâlar, iki dudağın arasında. Bazı kulaklar da muhtemelen hep sâlâda.
Bela güncellemesi bekleyen beddualar
Yangın yerlerinde artık evliya sabrından, kaderciliğin yorgun kabulünden, tevekkülden pek eser taşımayan, sefaletin, umutsuzluğun donmuş, dehşetin karşısında ifadesiz kalan yüzleri de geziniyor. Arada öfkeyle ya da korkuyla değişebilen… Ketum bir kederin maskesi bazısı.
Bazı insanların yüzü yok sanki ama yaşanan dehşetin yüzü var. Her açıdan çekimiyle karşında… Yüz yüzesin işte. Felaket kapıya gelince dehşetin yüzü yerleşiyor insanlara. Karşı karşıya, burun burunaysan ayırt etmeden herkesin yüzüne…
Kabullenmenin mimiksizliğiyle gezinen yüzlerin bile gerisinde, farklı bakışlar, öfkeler, farklı yaralar gizli aslında. Kolay kabuk bağlamayan yahut bağlamasına izin verilmeyen… Eski yaraları da kaşıyan, kabukları koparanlar da var bir yandan. Bu atmosferde öfke de bölünüyor bazen, acı bile kamplaşıyor/kamplaştırılıyor…
Hâlâ bir bahane, bir çıkış, üstünden atış arayanlar sanki artık okuyacakları yerli yerinde, popüler belaları bile eskimiş, tükenmiş de, beddualarına bela güncellemesi bekliyorlar. Bela arıyor onlar; yeni belalar. Yangınmış, pandemiymiş, müsilajmış, toptan iflasmış, temmuz enflasyonu son 18 yılın en yüksek oranına ulaşmış… Öyle dertler yerine şöyle ağız dolusu beddua okuyacak yeni hedefler, güncellenmiş belalar lazım.
“Gereğinden fazla süren yangınlar”
Kahretsin, Türk Hava Kurumu (THK) uçaklarının bakımını yapmamış, ellerinde kullanılabilecek uçak muçak yok artık. “Küçücük bir detay” var ama… THK’nın yönetiminde atanan kayyum heyeti, tuhaf, münazaralı ihaleler filan var. Heyet başkanı bir televizyon kanalında yangın yayılırken düğüne gittiğini itiraf ediyor. Ama ardından düzeltiyor ilk açıklamasını: “Düğün değil nikâha katıldım!”
Sorumluluk, ihmal filan oralarda/onlarda değil zaten. Tarım ve Orman Bakanı açıkladı… Ormanları, yerleşim yerlerini korumada birinci derece sorumluluk belediyelerde, kahretsin… Hemen her açıklamasında, bir vahim satır arası; 3 Ağustos’daki basın toplantısında da Antalya ve Muğla’da yangınların gereğinden fazla sürdüğünü söylüyor. Yangının münasebetsizliği mi demeli… Yangın dediğin gerektiği kadar yanar, söner. Mesela Marmaris İçmeler’de yanacak yerler bitti, söndü.
Bir kısım sosyal medya, sosyal sanatçılar da başka ülkelerden yardım isteyerek milli gururumuzu incitenlere, bizi dünyaya karşı aciz durumda gösterenlere kahrediyor. İzzeti(milli)nefis meselesine dönüştürülen o kampanya için ne diyor Sabah Yazarı, “Yahu koca Avustralya kıtası 240 gün yandı. Ama bir Avustralyalı da çıkıp ‘Avustralya’ya yardım et’ diye sosyal medyada duyar kasmadı.” Yalan mı yalan, ne gam. (¹)
Sonraki gün de misyonunu elini yükselterek sürdürüyor: “Garip bir hareketlilik var, benden söylemesi… ‘Türkiye’ye yardım et’ kampanyasındaki trol ağı da yurtdışından beslenmiş”… Yazısından öğrendiğime göre 15 Temmuz’u da kendisi dört ay önceden tahmin etmiş. Yangını tahmin sistemi gibi bir sistemi var belli. Aslolan yangın filan değil beka, o önemli. O nedenle ana, acil soruşturma konusu, elbette o yardım kampanyası olmalı. Daha önce vurguladığı Gezi olayları gibi bu da “küresel efendilerinizin planı dâhilinde”.
Yalanın yanında doğru da yanıyor
Bu dumanda, puslu havada aranan bela da “bulunuyor” ara sıra. Bir an… Mesela bir internet sitesi yayınlamıştı: “Büyükada’da biri yabancı uyruklu, üç kişi benzin bidonlarıyla yakalandı. İkisinin terörle bağlantısı bulundu.” Sonra gerçeği Serbestiyet’in özel haberinden okuyoruz.
“Benzin bidonları” dedikleri suçlanan kişilerin denizde görüp, doğaya zarar vermesin diye çıkardıkları, çöp konteynırının yanına koydukları atık yağ bidonu… Zabıta gelmiş bir kâğıt tutuşturup, yanıyor mu diye bakmış. Yanmamış tabii de yine de tedbirli, uyanık olmak gerek.
Plajda oturmaya devam ederlerken 4-5 polis, iki zabıta filan gelip karakola götürmüşler. İçlerinden birisini çıplak aramaya kalkmışlar. Sonra bir “bilirkişi” gelmiş, bidonda su ve yağ olduğunu söylemiş. Ama yine de iki, üç saat daha tutmuşlar. Tam milletçe kahredecekken, bırakmışlar…
Puslu, dumanlı havada paylaşılan böyle görüntüler, kaynağı belirsiz haberler, bir süre asıllarının yerini alıyor. Kim olduğu belli belirsiz gruplar yol çevirip kontrol yapıyorlar. Bütün doğruları kül eden, cehennemine çeken bir yalan yangını, anaforu gibi ortam. Paylaşılan, çoğaltılan yalanın yanında gerçek kolay tutuşuyor, yanıyor.
Bu dumanda, yangında hâlâ bir tür çıkar, sürdürülebilir ikbal, lafla üste çıkış arayanları sıfatlandırmak zor. Fransız yönetmen Chris Marker’ın şiir tadında “Sans Soleil (Güneşsiz)”inden mealen hatırladığım o cümle geliyor aklıma: Bazı insanları sıfatla tanımlamak, bir “hediye”yi fiyat etiketiyle vermek gibi olur bazen.
Hiç bitmeyen belgeselin boşlukları
Bakıyorum bir felaket zincirini aralıksız oluşturan görüntülere… Bildik bileli deprem kuşağındayız, yangın kuşağındayız, terör kuşağındayız, halen pandemi kuşağındayız. Lâkin o kuşakların zorunlu kıldığı tedbirlerin manası, uzaktan gelen sesi, “Of of, beline bağlamış ibrişim kuşak, of of” makamından geliyor kulağıma… Kuşağını sıkılaştır, otur, bağdaş kur, dinle.
Bir türlü bitmiyor tasarladığım film-belgesel. Araya girecek, eklenecek görüntüler geliyor durmadan. Bir felaket borsası ekranı gibi spotları durma değişiyor. Mevzular da çeşitleniyor, öncesi sonrasıyla görüntüler de… Utançla ifade edersem; malzeme çok maalesef, ne yazık ki.
Montajlayacağım filmin kareleri arasında kara boşluklar bırakmalıyım. Henüz olmamış, daha önce yine bu kadarıyla görülmemiş yeni karelerin, parçaların montajlanacağı, araya girebileceği boşluklar… Zira bu, bir tür “Neverending Story” filmi, hiç bitmeyen, sonu gelmeyen belgesel.
(¹) Malumatfuruş sitesinin de belgeleriyle ortaya koyduğu gibi, Avustralya yangın sırasında “kamu otoriteleri”yle de, sosyal medyada düzenlenen kampanyalarla da dünyaya yardım ve destek çağrısı yapmış, birçok ülkeden, geniş çaplı yardım ve destek almıştı.