"İki gözle bak dünyaya’’ diyordu adam, "biri dışarıyı gözlerken diğeri içini gözlesin’’. İçinde neler olup bittiğine bak. Hangi tepelere tırmanıyorsun, hangi yokuşlardan aşağı yuvarlanıyorsun? Dünyaya sorular sor, ama içini de ihmal etmeden.
Şimdi sen kendine bak! Dünyada bir taraftar olmak en kolayı. Varlığın ıstırabını yüklenmek zor, sloganlarla o sızıya pansuman yapmak kolay. Her birimizin insanlığının azaltıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Aklın ve kalbin uykuya yatırıldığı bir çağda, canavarlar ürüyor. Barbar dört bir koldan saldırıyor. Terörle saldırıyor, sarin gazıyla saldırıyor, camide saldırıyor, çocuk uykularında saldırıyor. Koyuya kesmiş bir kötülük görüyoruz etrafımızda, çocukların en vahşi yöntemlerle katledildiği bir barbarlık, ne ki müdahale edemiyoruz, tanıklığımız bize sadece utanç ve suçluluk olarak geri dönüyor. Her tanıklıkta insanlığımız biraz daha azalıyor.
Sen selam yurdunun elçisi ol. Hayatın askere yazılmasına karşı dur kardeşim, dilin etrafta hain avlamaya durmasına, sana benzemeyenlerin insanlıktan çıkarılmasına karşı dur. Partizanlık muhatabını insanlıktan alarak bir sosyal kimliğe indirgemektir. Böylece onun gerçekliğini, onun kendi ifadeleriyle değil, bizim ona yakıştırdığımız sosyallikler üzerinden kurarız. Ona göre bir elbise değil, elimizdeki elbiseye göre insan biçeriz. Böylece o, bizim içsel ihtiyacımızı karşılayan bir nesneye dönüşür. Bir düşmana mı ihtiyaç duyuyorum, onu ağzından salyalar akan azılı bir canavara çeviririm tahayyülümde; bana tabi olacak bir dost mu lazım, önceden sevimsiz bulduğum taraflarını görmezden gelir, ortak noktalarımızı büyüteç altına alırım. Onu bir düşman olarak kurguladığımda muhatabıma yüklediğim negatif varoluş beni aklar, temize çıkarır. Onun günahlarını kendi sevaplarım sayarım. Ama bu vehimler ormanında ne kadar uzağa gidebilirim ki? Başka suretler bana hakikatte kim olduğumu öğretmiyor. Bana zihnimin hayaletleri değil, kim olduğumu gösterecek bir ayna gerek. Olgunluk yolculuğu insanın kendi içindeki kötülükle yüzleşebilmesi, kendi nefsini sîgaya çekebilmesi ile kaim. Edep, kendimi noksan bilmemle başlar.
Gerçek bir insani buluşma, muhatabıma ‘olduğu gibi var olma’ hakkını teslim eder. Boyun eğdirerek, onu bana tabi kılarak, onu düşmanlaştırarak değil, ona kendi anlam ve yaşam dünyası içinde var olma biricikliğini tanıyarak. Muhatabın varlığını tanımakla, ona benim yanımda kendisini emin bir biçimde hikaye edebileceği bir alan sunarım. Görünürdeki her uzlaşmazlığın ötesinde bir yerde, aşkın bir uzlaşma var olabilir. Hayat başka biçimlerde bilinebilir, başka duyarlıklarla sevilebilir. Hayata karşı olana karşı duralım, bütün imkan ve gücümüzü onu durdurmaya hasredelim ancak yaşamak ve yaşatmak isteyeni de düşman bellemeyelim.
İnsanları değiştirmek istiyoruz mamafih onlar tarafından değiştirilme düşüncesi bizi dehşete düşürüyor. Muhatabımın da haklı olması benim haksız çıkmamı iktiza etmez oysa, onun sesini de içime alarak zenginleşirim. Kendi düşünce ve bakış açımı tadil eder, kendi eksikliklerimle yüzleşirim. Kendi öznelliğimizin farkına varabildiğimizde düşüncelerimizdeki katılık yerini esnekliğe bırakabilir. Bir örnek vereyim: Geçtiğimiz haftayı Floransa’da Avrupa Psikiyatri Kongresi’nde geçirdim. Orada iki tanınmış bilim adamı bir oturumda münazara ediyordu, biri “esrar her ortamda yasaklanmalıdır’’ düşüncesini savunuyordu, diğeri ‘’yasaklar ilgiyi çoğaltır’’ diyordu. Her ikisi de bilimsel kanıtlar sunuyor ve sonunda kimin haklı olduğuna izleyici karar veriyordu. Jüri başkanı olan bilim adamı, tartışmalardan sonra, “şimdi size beş dakika’’ dedi, “bu beş dakikada karşıt görüşün ne denli haklı olduğunu savunacaksınız’’. Kısa bir şaşkınlık. Bilim adamları hiç itiraz etmedi, hararetle az önce savundukları görüşlerin tam aksini savundular. Çok eğitici ve adam edici bir eylem, karşıt görüşü savunmak zorunda kalmak. İnsanın ideolojik keskinliklerini törpüleyecek bir deneyim. Kuşkusuz hayat memat meselesi saydığımız durumlar için uygulanması pek zor ama bu egzersizi hayatın bizi kuvvetli taraftarlıklara zorladığı konularda deneyebiliriz. Bir tür hayal alıştırması, muarız saydığımız insanların neler düşünüyor ve hissedebiliyor olacağına dair bir temrin. Başka hayatların tanığı olduğumuz kadar kendi hayatlarımızın da tanığıyız. Kendine kör bir insan dünyayı hangi berraklıkta görebilir? Gördüğümüz her şeyi kendi benliğimizin prizmasında kırıp döküp görüyor ve benlik yanılsamasından başımızı kaldıramıyorsak, bir rahatlık alanına kendimizi hapsetmişiz demektir. O halde ne kadar sahicisin, bir sor kendine. Görgü şahidi olduğun şu hayatın ne kadarını sen kendi iradenle yazdın, ne kadarı eline tutuşturulan repliklerden ibaret?
Her birimiz zaman ve mekan içinde bir zerreyiz. Birbirimize değme ve karşılaşma fırsatı bulduğumuzda bir sohbet imkanı doğuyor aramızda, yeni bir şeyin oluşmasına imkan verecek bir buluşma, seni ve beni aşan ama senden ve benden bir parça taşıyan bir etkileşim. Husumet söz konusu olduğunda, dili karşımızdakini etiketlemek ve onu kendimizden uzaklaştırmak için kullanır, sözcüklerden bir mızrak yapıp muhatabımızın hançeresine saplamak isteriz. Ne de olsa bir ‘kader savaşı’na tutuşmuşuzdur, ya olacak ya da öleceğiz. Sohbet ise dili ve varlığı bir barış vasatına dönüştürmektir. Sohbet birbirimizi dinleyebilme imkanıdır. Böylece öteki tarafından değiştirilme ihtimalini de kabullenmiş olurum.
Düşünmek, ruhun kendisiyle yaptığı bir sohbet. ‘Tefekkür, teşekkürdür’ evet, nimetin kadrini bilmektir. İnsanın kadrini bilmeden çıkacağımız hiçbir yürüyüş İlâhi uğrakları ziyaret etmez. Hz. İnsan’ı görmediğimiz, insanda saklı Hızır’ı görmezden geldiğimiz her seferinde kendi insanlığımızın da bir kısmını yadsımış oluyoruz. Her karşılaşma, her buluşma insanın kendi önyargılarını sınama imkanı barındıran bir sohbet imkanıdır aynı zamanda. Dünyayı zırhlarımız ve maskelerimizle değil, en korunaksız ve saf halimizle, kalbimizle bilmeye bir davettir sohbet.
İnsanlığımızdan ve hayatlarımızdan sorumluyuz. Kendimize, tabiata, başka insan ve varlıklara ve en temelde Allah’a karşı sorumluyuz. Her birimiz çevremizin olduğu kadar kendi hayatlarımızın da görgü şahitleriyiz. ‘İnsaniyetten geriye kalan, yani yok olmakta direnen her ne ise, üstüne bir şey inşa edilebilecek olan da kesinlikle odur’ diyor Terry Eagleton. Dünya bir ‘Karanlık Çağ’a girmiş görünüyor, diyorum ki insaniyetten geri kalan, yani yaşama ve direnme iradesi gösteren her şeyi, kimlik kağıdı sormaksızın sahiplenelim. İnsanı aziz bilelim, hayatın tanığı olalım. ‘Yaşadım ben, kötülükle savaştım, şahit olsun buna insanlar’ diyebilmek için, aşk ile evvela diyelim, ‘şahidiyim ben, kendi hayatımın’.