Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISatraplığa sırtını dönememek

Satraplığa sırtını dönememek

Kavafis’te tarih. Pers İmparatorluğu. İktidar. Muktedirler. Dışında kalan ve kalmayanlar. Kendilerine bahşedilen dünya nimetlerini geri çeviren ve çevirmeyenler. Tırmandıkça hiçleşen, kendilerine yabancılaşan, hayatı anlamsızlaşan, boşluk içine düşenler.

26-27 Aralık 2021] Sırada yazmak istediğim yığınla şey var, ama bir türlü ayrılamıyorum İskenderiyeliden. Bir bakıma, döne döne anlattığı ihtiyarlık yalnızlığına benzedi halim. Şiirlerinde, yaşlı adamlar geceleri düşüncelere dalar. Gençliklerini hatırlar. Nadiren, yaşayamadıklarına hayıflanır. Çoğu zaman, koyverip doludizgin yaşadıkları, aşkları, duygusal fırtınaları, eski sevgilileri geçer gözlerinin önünden.

Gerçi bende böyle bir pişmanlık da yok, nostalji de. Yalnız ve umutsuz da değilim. Çalışıyorum. Derslerim ve öğrencilerim var. Düşünüyorum. Okumayı ve öğrenmeyi sürdürüyorum. Hâlâ hayatta bir şeye yaradığımı hissediyorum. Mutlu sayılırım. Daha doğrusu, mutsuz sayılmam, Türkiye’nin şu halinde bile.

Ne ki, son bir haftadır saat 22’yi bulduğunda bilgisayarımı kapatıp Kavafis okumaya ve çevirmeye dönüyorum. Çevirirken daha iyi anlıyorum çünkü. Nâzım 1940-41’de hapishaneden karısına yazarken Bir akar su getirsin Gazalî’yi sana der. Bana da akşamları biraz böyle çıkageliyor Kavafis. Sonrasında Nâzım felsefeyle devam eder. Zamanın ve kâinatın içinde kaybolur: “-Toprak bir kâsedir / çömlekçinin rafında tâcidar, / ve zafer yazıları / yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin…” / Birikip sıçramalar. / Soğuk / sıcak / serin. / Ve büyük lâciverdi bahçede / başsız ve sonsuz / ve durup dinlenmeden / devranı rakkaselerin…

Ne tuhaf. Ne diye ilişkilendiriyorum ki Nâzım Hikmet ile Konstantinos Kavafis’i? İdeolojileri, dünya görüşleri bu kadar farklı olabilir. Biri büyük dâvâların, heroik-trajik büyük anlatıların kahramanı. En azından teoride kollektif, kollektivist. İster reel, ister muhayyel devrim topraklarında yaşıyor (Türkiye, Sovyetler Birliği). Geleceğin enternasyonal insanlığına giden yolda, bugün ayağını ulus-devlete basıyor. Emperyalizmin, kozmopolitizmin kirinden ve çeşitliliğinden, heterojenliğinden arınmış bir kültür ve kimlik tasavvur ediyor.

Diğeri, herhalde hepsinin tam zıddı. Lawrence Durrell’in 1950’lerin sonlarında yazdığı, ama olayları 1930’larda başlayan İskenderiye Dörtlüsü’nde yaşıyor (çeşitli anlamlarda). Zaten Durrell de Kavafis’in İskenderiye’ye dair iki büyük şiirini aktarıyor, ilk cildinin, Justine’in zeylinde. Âdetâ asıl öznesinin neden İskenderiye olduğuna Kavafis’in “Kent”ini tanık gösteriyor. İngiliz üst-egemenliğinde, kolonyal bir dinler ve kültürler keşmekeşi. Eski Arap ve modern Batı âdetleri. Mısırlılar, Yunanlılar, Suriyeliler ve Avrupalılar. Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar. Herşey ve herkes melez. Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün diğer Ege ve Doğu Akdeniz liman şehirleri gibi. Mark Mazower’ın anlattığı Selânik (Salonica – City of Ghosts) gibi. Tabii asıl İstanbul gibi. — İskenderiye de sapına kadar kozmopolit, Kavafis de. Aidiyeti kentine ve kültürüne. Philip Mansel’in City of the World’s Desire’da anlattığı İstanbul’a, Yakup Kadri Sodom ve Gomorre diyecek, özellikle işgal yıllarında. O derece yoz ve pis görüyor, Tevrat ölçülerinde. Hele Nâzım’ın, olanca komünist ahlâkçılığıyla, Kavafis’in dekadansına nasıl bakacağını, ne diyeceğini düşünmek bile istemiyorum. İyi ki karşılaşmamışlar, tanımamışlar birbirlerini.

Gelgelelim Nâzım’ın Gazalî’yi özetleyiş biçimi; Gazalî’nin geçmişe, tarihe, insanların yeryüzündeki varlığı ve işlerine bakış tarzından (etkilenmiyorum derken) etkilenişi; Gazalî’nin ölüm korkusuna karşı ben hiç korkmuyorum dercesine böbürlenmesi (ama aslında çok korkuyor olması, Sovyetlerde geçen son on yılının şiirlerinde defalarca itiraf edeceği gibi)… bir şekilde köprü kurmama yol açıyor ikisi arasında. Bir, Nâzım’ın yaşlılığını (bütün bravadosuna karşın son derece kederli yaşlılığını) Kavafis öngörmüş sanki. Moskova’da, Varşova’da, Prag’da, trenlerde, karlı kayın ormanında ihtiyarlamak, İskenderiye’de ihtiyarlamayı çok andırıyor. İki, bunun ardında topraksızlık mı var diye sormadan edemiyorum. Üç, Kavafis de tarihle çok ilgili. Hattâ tarihin içinde yaşıyor, Nâzım tarihi yaşamayıp sadece dışardan anlatırken. Dört, geçmişin binyıllarına kendi dâvâsını haklı çıkarmak için değil, daha ziyade Gazalî’yı andıran bir karamsarlık, ironi ve mesafeyle bakıyor. 

Fakat hangi tarih? Helenistik Çağdan, ilk ve son defa Büyük İskender’in fetihlerinin birleştirdiği Ön Asya’dan, 20. yüzyılın ilk yarısına, imparatorlukların alacakaranlığına kadar uzanan; sonunda milliyetçiliklerin karşılıklı boğazlaşmaları ve etnik temizliklerinin, göçme ve göçürmelerinin yokettiği bir Yunan diasporasının, parçalanmış vatansızlığı içinde yaslandığı, kültürünün ana harcını oluşturan İlkçağ tarihi. Biraz hatırlayalım, bu diasporanın boyutlarını. Makedonya ordusuyla çıkagelenlerin, yıktıkları Pers İmparatorluğu’nun her köşesinde kurduğu, Yunanca (Koine Yunancası) konuşan dağınık yerleşimler. İtalya’nın güneyi ve Sicilya’da (Graecia Magna), Ege ve Doğu Akdeniz adalarında, Karadeniz kıyılarında eskiden beri mevcut Yunan kolonizasyonuna ilâveten, şimdi bütün Küçük Asya, Orta Doğu, Filistin, Mısır, Suriye. Yığınla yeni Alexandretta (İskenderun) ve Alexandria (İskenderiye). İlk iki tektanrıcı inanç sisteminin doğum yerini de kapsıyor. Nitekim Nasıralı İsa, Hazreti İsa, Yahudi — ama Koine Yunancası konuşan bir Yahudi. Gene Tevrat’ın İbraniceden herhangi bir dile ilk çevirisi, Koine Yunancasına (Septuagint). Hıristiyan İncili’nin (Ahd-i Cedid) ise orijinal dili daha baştan Koine.

Bu kadar geniş bir alanda, toprak birliği yoktu, ama dil, kültür ve tarih birliği (ya da, tarihsel referansların çok önemli yer tuttuğu bir kültür diyelim) soluk alıp veriyor — veriyordu bir zamanlar. Arkaik, Klasik, Helenistik ve Roma çağlarından oluşan bir tarih bilgisi ve kültürüydü bu — sonrasındaki Osmanlı yüzyıllarını kapsamayan, ama Yunan Aydınlanması’yla canlanan. Bugünkü Atina sokaklarında bir dolaşın; bütün Olimpos tanrıları ve tanrıçalarıyla, İlyada ve Odisea’nın bütün mitolojik kahramanlarıyla; bildiğiniz bilmediğiniz bütün politikacılar, generaller, felsefeciler, şairler, tragedyacılar, heykeltraşlar, çömlekçiler ve ressamlarla karşılaşırsınız tek tek. İnsan isimlerinde de yaşar, yaşıyor hepsi: İraklis (Herkül), Odiseus, Akileos, Afrodit, Pinelopi, İfigenya, Nausikaa, Sokrates, Sofokles, Telemakhos, Temistokles.

Buradan gidelim, 19. yüzyılın ikinci yarısına. Konstantin Kavafis’in kültür dünyası da bunlarla yoğrulmuştu. Plato, Aristo, Herodot, Plutarkhos. Dönemin birincil kaynaklarını çok iyi bildiğini anlıyoruz. Bunlardan ve bunların hepsini saran, kucaklayan bulutumsu bir atmosferden yola çıkıyor, tarih ve mitoloji konulu şiirlerinde. (i) Ya, eski tarihleri okuyor ve ilginç bir noktaya geldiğinde, metnin kendisinde mevcut bir olayı mercek altına alıyor, büyütüyor, dramatize ediyor. Gerçek tarihî aktörleri konuşturuyor. Olmadık sorular soruyor. Zihinlerine giriyor. O an ne düşünmüş, nasıl korkmuş, yanılmış, kızmış, çökmüş, üzülmüş olabileceklerini kurcalıyor. Ya da bunu, (ii) gerçek olayların içine hayalî kişileri yerleştirerek veya (iii) tümüyle hayalî senaryolar icat ederek yapmaya çalışıyor. Fakat her durumda, bütün o karar, sürgün, ayrılık, zafer, yenilgi, göç veya ölüm anlarında, hep bireylere, bireysel davranış ve reaksiyonlara eğiliyor. Bizim Türk-Osmanlı millî tarihinde alıştığımız (kanıksadığımız) anlamda bir hamaset yok. Devlet zaferleriyle örülü, çizgisel bir resmî tarih yaratmıyor. Homojenleştirmiyor. Kollektivize etmiyor. Öte yandan, bir Yunan dünyası hissi ve Yunanlılık diye bir meselesi var. Yunanlılığa neyin, nelerin yakışıp yakışmadığı önemli Kavafis için. Savaşçılık değil; başka şeyler. Gurur, kültür, seçkinlik, estetik, metanet, boyun eğmemek. Bunları terennüm ederken de naralar atmıyor. Vaaz vermiyor. Alçak sesle, küçük harflerle konuşarak imâ ediyor. Hüzün, zaman, keder, unutulmuş kişiler, yitik nesiller ağır basıyor. Önemli önemsizleşiyor. Muktedirlerin gücü değil gelip geçiciliği öne çıkıyor.

24 Aralık’ta çıkan “Küçük Asya’da Bir Kasaba” yazımda aktardığım, Kavafis’in aynı başlıklı şiirinde, siyasî iniş çıkışlara göre hızla saf ve söylem değiştiren taşra bürokratlarının (o çağın trollerinin mi demeli?) hicvedilmesi ön plandaydı. Aşağıdaki “Satraplık” şiirinde, insanın iktidardan gelebilecek nimet ve ihsanlara kapılmaması, kendi hayatının anlamını hiçleştirmemesi vurgulanıyor. Bu sefer olay hayli gerçek; daha doğrusu, gerçek bir olaya göndermeler söz konusu. Arkaplan kabaca şöyle: Pers İmparatorluğu satraplık denen eyaletlerle yönetiliyor. Yani satrap, eyalet valisi; çok yüksek düzeyde bir görevli. İÖ 5. yüzyılın ortalarındayız. Artaserhas, bu adı taşıyan üç Pers hükümdarından herhalde ilki, yani yukarıda solda kabartma heykelini gördüğünüz I. Artaserhas (hükümdarlık dönemi İÖ 465-424). Başroldeki, adı verilmeyen kişi, Pers İmparatorluğu’nda sürgünde yaşayan ünlü bir Yunanlı. Bunu, bir gün kalkıp yürüyerek Susa’ya, imparatorluk başkentine gitmesinden ve Kral Artaserhas’ın huzuruna çıkmasından anlıyoruz. Bir şekilde, Yunanistan’dan çıkıp gelmiş, sığınmış Perslere. Ama bu yabancı diyarda mutsuz. Tam neresiyse, şiirin başlarında izolasyon içinde yaşıyor. Gurbette yalnızlığın (ve belki yoksulluğun) acısını çekiyor. Ülkesini, alıştığı kültürel ortamı, o kültürün başarı normlarını, kendi halkının gözünde tanınmayı özlüyor. Bir bakıma bütün sürgünlerin dramı (Nâzım dahil). Bir süre direniyor. Sonunda dayanamıyor, Susa’ya gidip krala başvuruyor. İzzet ikram görüyor. Saraya ve Artaserhas’ın maiyetine intisap ediyor. Satraplık veriliyor. Kabul ediyor (Nâzım’ın da Sovyetlerin, Stalin’in, TKP’nin ve Komintern aparatçiki İsmail Bilen’in vitrini olmayı kabullenmesi gibi). Hızla yükseliyor yani. Ama bu değil ki istediği. Pers İmparatorluğu’na sığınmak ve sonra eyalet valisi olmakla, o zamana kadarki hayatını, içsel değerlerini ve manevî özlemlerini terkediyor. Bunlara bir daha hiç ulaşamayacak. Kavafis soruyor şiirin sonunda. Bağırarak değil, ince ince. Kederle. Sitemle. “Artaserhas sana bunları nasıl versin? / Satraplığında nerede bulacaksın bunları? / Ve bunlarsız, hangi hayatı yaşayabilirsin?

Var mı bu şiirin esinlendiği bir gerçeklik temeli? Var. Hem de nasıl. Temistokles olmalı, Kavafis’in anonim bıraktığı, başroldeki kişi. Hangi Temistokles? Belki o berbat 300 Spartalı filminden de bilebileceğiniz, yukarıda sağda büstünü gördüğünüz Atinalı Temistokles. Kurnazlığı ve öngörüsüyle ünlü politikacı ve general. Artaserhas’ın babası İmparator Serhas’ın baş düşmanı. İÖ 490’daki birinci Pers seferinden sonra, bunlar mutlaka geri gelir diye Atina donanmasını 200 ağır savaş kadırgasıyla baştan inşa ettiren; İÖ 480 yılının, Serhas komutasındaki büyük Pers seferinde, işte o filonun başında Salamis deniz zaferini kazanmak suretiyle Persleri geri dönmeye mecbur bırakan kişi. Gel zaman git zaman, Atina’nın iç kavgaları sonucu ostrakismos cezası verilip dışlanıyor kurtardığı kentten. Anadolu’ya geçip Artaserhas’a gidiyor. Artaserhas da hiç kin gütmeden ödüllendiriyor ödüllendirebileceğince. Magnesia (Manisa) satraplığını veriyor. Yetmiyor; gelirini arttırsın diye, (i) güneyde, Söke’nin Avşar köyü yakınındaki Myus; (ii) kuzeyde, Çanakkale havalisinde Lampsakos veya Lapseki; (iii) aynı yörede, Umurbey’in doğusundaki Perkote; ve (iv) Bayramiç civarındaki Skepsis kentlerini de fiyef olarak kendisine tahsis ediyor.

Temistokles de hızla Farsça öğreniyor. Pers âdet ve geleneklerini benimsiyor. Hayatının kalanını demokrasinin kamusal değerlerinden; Halkın ve Sofistlerin övgüsü; / Agora, Tiyatro, Defne Çelenkleri; / uğrunda ter dökülen, paha biçilmez Aferin’den yoksun ve uzakta geçiriyor.

Satraplık

Ne talihsizlik, büyük ve güzel

eserler vermek varken,

senin bu kara bahtının

başarını habire kösteklemesi;

ikide bir önünü kesmesi,

âdî âdetlerin, kayıtsızlığın, küçük hesapların.

Ve ne acı, sonunda pes ettiğin gün

(vazgeçtiğin ve pes ettiğin)

yürüyerek Susa’ya gitmek için yola düzülmen,

ve huzuruna çıktığın Kral Artaserhas’ın

iltifat edip sana yer açması maiyetinde

ve satraplıklar filân teklif etmesi

ve senin de hiç istemediğin bu şeyleri

umutsuzca kabullenmen.

Ruhun başka şeyler istiyor, başka şeyler için ağlıyor senin:

Halkın ve Sofistlerin övgüsü;

Agora, Tiyatro, Defne Çelenkleri;

uğrunda ter dökülen, paha biçilmez Aferin.

Artaserhas sana bunları nasıl versin?

Satraplığında nerede bulacaksın bunları?

Ve bunlarsız, hangi hayatı yaşayabilirsin?

- Advertisment -