Türkiye’yi 2001 krizine getiren süreç, iç borçlanma ile finanse edilen ve giderek büyüyen kamu açıklarıydı. İç borçlanma kısa vâdeli sermaye girişlerine aracılık eden bankacılık kesimi üzerinden yapılıyordu. Dolayısıyla sürecin yarattığı riskler bankacılık kesiminde birikiyordu. Buna, (sonradan anlaşıldığı üzere) kamu kesiminin açıklarının bir bölümünün kamu bankaları üzerinden ve yaratıcı muhasebe teknikleriyle “görev zararı” yaratarak gizleniyor olması da eklenince, kriz sonuçta bir bankacılık krizi biçiminde tezahür etti.
Bu konuda çok şey söylendi ama (burada “ben hariç” diyebilirim) açıkların sürdürülemez patikaya gelmesinde artan askeri harcamaların öncelikli rolü nedense hiç söz konusu olmadı. Borç dinamiği bir kere harekete geçince, sorun finansman metodunun kaçınılmaz olarak yarattığı giderek artan faiz yükü biçiminde tezahür etti. Hatırlanacağı gibi, çok zorlu finansman sorunları yaşanan 1990’lı yıllarda, 1994 krizi sonrasındaki gevşek bir anlaşma dışında, Türkiye IMF ile stand-by anlaşması da yapmamıştı. Çünkü askeri harcamaların yoğunluğunda Türkiye’nin bir stand-by anlaşmasının mali performans kıstaslarının gerektirdiği disiplini sağlaması mümkün değildi.
1994 anlaşmasının, özellikle finansman anlamında, Türkiye’yi kısa vâdeli sermaye akımlarına yeniden açmak dışında bir işlevi olmadı. Batı’nın desteği ve zamanın ekonomi bürokrasisinin dirayetiyle Türkiye, savaş finansmanını vergi almadan, büyümeden büyük tâvizler vermeden ve hiperenflasyona da yol açmadan 1999 yılına kadar getirebildi. Savaşın ekonomik zorluklarını geniş kitlelere yaşatmadan, bu suretle ekonomik boyutuyla da bir meşruiyet sorunu yaşamadan savaş finansmanı yapabilmek, ancak dış finansmanla mümkün olabilir. Bunun bir fiyatı faiz ödemesidir. “Sol” açıdan yapılan analizler büyük resmi görmeden, işin sadece sermaye akımları ve faiz boyutunda kaldı. Bunu uygun bir çerçevede sunabilmek için de, iç borçlanma sistemini devletin düşen kâr oranlarını takviye edebilmesi amacıyla neo-liberal finans döneminin ruhuna uygun olarak dayatılmış/yaratılmış bir kaynak aktarma mekanizması olarak algılama ve sunma yaratıcılığı gösterildi.
1999 yılı, ABD öncülüğünde Batı’nın 2000’li yıllardaki gelişmeleri belirleyecek şekilde Türkiye’ye yönelik yeni bir rehabilitasyon dönemini başlattığı yıldır. Öncelikle Abdullah Öcalan Türkiye’ye verildi. Sonra ABD Başkanı Clinton 1999 yılı sonunda Türkiye’yi beş gün süreyle ziyaret edip Meclis’te yaptığı konuşmada, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini destekleyeceklerini, IMF ile hazırlanmak olan anlaşmayı desteklediklerini, Türkiye’nin Kürt sorununu demokratikleşme çerçevesinde çözmesi gerektiğini söyledi. Sonrasında Türkiye IMF ile üç yıllık stand-by yapan ilk ülke oldu. 2001 krizi sonrasında IMF, o zamana kadar sağlanan en yüksek meblağlı destekle Türkiye’nin iç borcunu kısmen üstlenerek, bankacılık sisteminin canlandırılmasını ve kamu finansmanının sürdürülebilir bir patikaya gelmesini sağladı. Bu bağlamda PKK’nın silâhlı güçlerini yurtdışına çıkarması da, faiz dışı harcamaların azaltılmasında önemli bir rol oynamış olmalı. Sonuçta, başlangıç koşullarının kötülüğü, dış finansman olanaklarının uygunluğu, IMF desteği, Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin başlaması, askeri harcamaların azalması ve diğer nedenlerle, AKP iktidarlarının ilk dönemleri hızlı bir toparlanma ve başarı hikâyesi oldu.
Ama son tahlilde AB üyeliğinin gerektirdiği demokratik ve ekonomik dönüşümlerin zor bölümlerine gelinmesi, PKK’nın yeni dönem savaş hamlesini esas olarak Haziran 2010 itibariyle başlatması, 2011 yılından itibaren de Suriye savaşının başlaması, devlet nezdinde yeni bir tehdit algısı ve buna bağlı bir yeniden konumlanma gereği yarattı. Devletin 2012 yılından itibaren ciddi bir askeri hazırlık çabası içinde olduğunu ve 2015 yılından itibaren de büyük çaplı harcamaların başladığını şimdi biliyoruz. Gerek yurtiçinde, gerek Suriye’de ve son olarak da Kandil operasyonu adı altında yürütülen askeri tahkimat ve operasyonlar, 1990’lı yıllara başta harcamalar olmak üzere her açıdan rahmet okutur boyuttadır.
Özetle, 1990’lı yıllardaki tablo farklı bir sahnede ve farklı şartlarda yeniden karşımızda. Türkiye Batı’dan uzaklaşıp içine kapanıyor. Ama öte yandan, gelinen durumda vergisiz savaş finansmanının, halk desteğinin sağlanması için gerekli iddialı projelerin ve büyümenin sürdürülmesi, çok daha fazla Batı kaynaklı dış finansman gerektiriyor. Üstelik mevcut yönetimin açık bir şekilde Batı ile çatıştığı bir dönemde! Makro dengeler zorlanmaya başladı. Kamu bankalarına, görünürde kredi sübvansiyonları cinsinden “görev zararı” yüklenmeye başlandı. Kamu maliyesinde durumun göründüğünden daha kötü olma ihtimali çok yüksek. Son birkaç aydır kurun yükselmesine paralel olarak kamu borç araçlarının getirilerinin yükselmesi (fiyatlarının düşmesi) bu konuda net bir göstergedir. Ve yine bu tabloda savaş finansmanının rolünden bahseden yok.
Batı şimdilik her şeye rağmen desteği sürdürüyor, ama dış finansman koşulsuz gelmiyor. Bu koşul sadece faiz olsaydı çok da sorun olmazdı. Batı kaynaklı finansman Batı ile bütünleşme gerektiriyor ve bunun gerektirdiği dönüşümler bir yanıyla Batı’yı hep tehdit görmüş olan Türk bürokrasisini zorluyor. İçinde bulunduğumuz dönemde tehdit, özellikle Suriye bağlamında bir Kürt oluşumu yaratılabileceği biçiminde algılanıyor. Batı’nın Türkiye’nin başına çorap ördüğü algısı, eşyanın doğası gereği zenofobik olan İslamcılar ile bürokrasinin buluşma noktası oldu. Son zamanlarda gözlediğimiz milliyetçi hislerin pompalanması, bu korkuların ve düşmanlığın kitleselleşmesi arayışına işaret ediyor ve Batı’dan daha da uzaklaşılması halinde gelinecek noktaların işaretlerini taşıyor.
Mevcut yönetimin (olmayan) varlık fonlarından medet umması ve “Doğu” kaynaklı fon arayışları, Batı’nın dayattığı düşünülen kısıtlardan kurtulma çabasına denk geliyor. Ama Türkiye Batı desteği olmadan bu savaşı sürdüremez. Daha doğrusu, açık bir otoriter idare olmadan sürdüremez. Bu da Türkiye’yi bir arada tutma amacına hizmet etmez. Bürokrasi (ya da derin devlet) son tahlilde korkularına rağmen tercihini Batı’dan yana kullandı şimdiye kadar. Bu sürecin de bir şekilde Batı ile yeniden bir anlaşmanın sağlandığı bir düzlemde son bulacağını düşünüyorum (ya da belki umuyorum). Ama gene de sürecin ne zaman ve nasıl çözümleneceğini, demokrasi ve barış açısından neler getireceğini izleyerek göreceğiz. Doğal olarak sürecin demokrasi ve barıştan yana kalıcı olarak çözümlenmesi, yurtiçi aktörlerin mücadelesini gerektiriyor. Bunun için de önce sorunları ve ittifakları doğru tespit etmek lâzım.
(*) İktisatçı; emekli öğretim üyesi.