24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla iki ülke arasında başlayan, özellikle ülkemizde uzman geçinen bazı yorumcuların birkaç gün içinde sonuçlanacağı yönündeki beklentilerinin aksine hala devam eden ve daha uzunca bir süre bitmeyeceği anlaşılan Rusya-Ukrayna savaşı sadece sahada ve cephede değil, onların gerisinde ekonomik alanda da birçok beklenmedik sarsıntılara yol açmıştır.
Rusya’nın sebepsiz ve nerede ise tüm gözlemciler için beklenmedik saldırısından bütün dünya ülkeleri az veya çok etkilenmiştir. İlk aşamada Rusya ile Ukrayna’nın ezelden beri tahıl depoları olmaları ve savaşın bu ürünleri ihraç etmelerini engellemesi nedeniyle bütün dünyada fiyat artışları meydana gelmiştir. Özellikle bütçelerinde gıda ürünlerinin büyük bir pay sahibi olduğu az gelişmiş ülkelerin bazılarında açlık tehlikesi belirmeye başlamış, bunun neticesinde Sri Lanka ve Endonezya gibi savaşa uzak olan ülkelerde dahi protestolar ve hükümetler aleyhinde bazen şiddete de başvurulan gösteriler olmuştur.
Savaşın etkilerinin en çok görüldüğü diğer bir alan ise enerji kaynakları olmuştur. Rusya doğal gaz ve petrol kaynakları itibarıyla dünyanın önde gelen rezerv sahibi ülkeler arasındadır. Zaten fosil ürünler Rusya’nın silah ihracatı dışında nerede ise tek döviz kaynağıdır. Rusya’nın özellikle doğal gazda başlıca pazarı ise Avrupa olmuştur.
Doğal gazın yaygın bir şekilde kullanılması Sovyetler Birliğinin son dönemlerine rastlamıştır. Gorbaçov yıllarında Batı dünyası ile SSCB arasındaki ilişkiler yumuşamaya başlamış, o zamanki İngiltere Başbakanı Thatcher’in meşhur ifadesiyle, Gorbaçov birlikte iş yapılabilecek bir kişi olarak görünmüş, Soğuk Savaş yıllarında oluşan karşılıklı şüphe ve husumet atmosferi dağılmıştır. ABD’nin uyarıları dikkate alınmaksızın birkaç sene içinde inşa edilen boru hatları ağları zaman içinde Avrupa’yı büyük ölçüde Rus doğal gazına bağımlı hale getirmiştir. Bugün Avrupa ülkelerine bakıldığında bu bağımlılık ülkeden ülkeye %100 ile %20 arasında değişmektedir. Kıtanın en büyük ekonomisi Almanya’nın Rus doğal gazına bağımlılığı %60 dolayındadır. İşin kötüsü Putin’in Gürcistan’a 2008 ve Ukrayna’ya 2014 saldırılarıyla dişlerini gittikçe daha belirgin bir şekilde göstermeye başlamasından sonra dahi Avrupa uyanmamış ve bağımlılığını azaltmak yerine artırma yoluna gitmiştir. Şimdilerde askıya alınan ancak Ukrayna’yı dahi devre dışı bırakarak Almanya’yı deniz altından Rusya’ya bağlayan Kuzey Akım 2 projesi 16 yıl boyunca ülkesini yöneten Şansölye Merkel’in belki en büyük hatası olarak tarihe geçecektir. Nitekim Merkel zamanında yıllarca Dışişleri Bakanlığı yapan halihazır Cumhurbaşkanı Steinmeier geçenlerde verdiği bir demeçte bu projenin büyük bir hata teşkil ettiğini teslim etmiştir.
Almanya’nın göz göre Rusya’ya bağımlılığını arttırması gerçekten de bu kadar büyük ve zengin bir ülke için izahı kolay olmayan bir şeydir. Avrupa Birliğinin de enerjide bir iç pazar yaratma iddiasındayken ülkeler arasında gaz naklini sağlayacak boru hattı şebekesi geliştirmekte yetersiz kalması da çok vahimdir. Neticede Rus gazına bağımlılığı kısa zamanda azaltabilecek sıvılaştırılmış gazı dönüştürecek olan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bulunan tesisleri Almanya’ya bağlayacak hatların bulunmaması, Almanya’nın kendisinin de Rusya’ya duyduğu koşulsuz ve yersiz güvenin etkisiyle bu tür tesisleri kendi topraklarında inşa etmekte gecikmiş olması büyük bir sorun olarak Avrupa’nın karşısında durmaktadır. Bu nedenle Alman yetkililer alternatif tesislerin hazır olacağı 2024 yılının ikinci yarısından önce Rusya’dan gaz alımını kesemeyeceklerini söylemektedirler.
Bu durum dikkatleri Türkiye üzerine çekmektedir haliyle. Tam bu sıralarda İsrail Cumhurbaşkanın ülkemize yaptığı ziyaretle yeniden gündeme gelen Doğu Akdeniz gazının ülkemiz üzerinden Avrupa’ya taşınması fikri başta Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dile getirilmiştir. Ancak kısa zamanda gerçekleşeceği söylenen Dışişleri ve Enerji Bakanlarının İsrail ziyaretlerinin henüz yapılmamış olması, bu hülyanın gerçekleşmesinin de o kadar kolay olmayacağını göstermektedir. İlk aklıma gelen sorunlar şunlardır:
- İsrail’den ülkemize uzatılacak bir boru hattı Kıbrıs açıklarından geçecek ve deniz hukuku kurallarına göre o ülkenin hükümetinin iznine tabi olmasa dahi yine de çevre üzerindeki etkileri gibi konularda açık muhalefetiyle karşı karşıya gelmemesi gerekecektir. Türkiye’nin Kıbrıs politikasında 180 derece bir değişiklik olmadan, başka bir deyimle bizim Güney Kıbrıs Rum Yönetimi dediğimiz, ancak İsrail dahil tüm dünyanın Adanın tek meşru hükümeti olarak tanıdığı Kıbrıs Cumhuriyeti’ni dolaylı bir şekilde dahi olsa tanımadan gerekli diyalogun yürütülebileceği şüphelidir. Hele bazılarının hayal ettiği gibi bu proje vasıtasıyla KKTC’nin İsrail tarafından tanınabileceğini ümit etmek safdilliğin de ötesinde kalmaktadır.
- İsrail ile aramızda inşa edilecek boru hattının anahtarı bir anlamda Türkiye’nin elinde olacaktır. Her ne kadar yapılacak anlaşmada Türkiye’nin boru hattından akışları keyfi bir şekilde kesmesini engelleyecek bazı hükümlerin bulunacağını tahmin etmek mümkünse de ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin içinde bulunduğu şartlarda projenin gerektireceği karşılıklı güvenden çok uzakta olduğumuz da açıktır. Nitekim geçtiğimiz hafta ilan edilen ve bir yıldır bekleyen Büyükelçi atama listesinde Tel-Aviv’in bulunmaması dikkat çekicidir.
- İsrail’den ülkemize uzanacak boru hattının Suriye’ye ait suların altından geçmesi gerekecek ve Kıbrıs’la ortaya çıkacak sorunun bir benzeri Suriye ile yaşanacaktır. Esat rejimi gidip de yerine bizim için daha münasip bir yönetim gelse bile Hatay’ın ülkemize bağlanmasını her rejim altında hiçbir zaman tanımamış olan Suriye’yle deniz yan hududu anlaşması yapılması, boru hattının hangi bölümünün hangi ülkenin sorumluluğunda olacağı konusunda bir anlaşmaya varılması oldukça zor görülmektedir.
- Belki de en önemlisi olarak, İsrail’in gazını Avrupa’ya taşımak için önemli bir alternatifin Mısır’daki sıvılaştırılmış gaz tesisleri olduğunu unutmamak lazım. Nitekim, teknolojik gelişmeler özellikle deniz altından çekilecek masraflı boru hatları yerine sıvılaştırma tesislerini daha az maliyetli kılmaktadır. Geçtiğimiz hafta bölgeyi ziyaret eden ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın Doğu Akdeniz gazının Avrupa’ya taşınması için 10 sene bekleme lüksü olmadığını söylemesi, uzun süre alan boru hattı inşasından ziyade gazın sıvılaştırılarak taşınmasına öncelik verdiği şeklinde yorumlanabilir.
Ancak, Türkiye konumu sayesinde Avrupa’nın kaynak çeşitlendirmesi projeleri açısından Doğu Akdeniz gazıyla sınırlı olmayan bir öneme sahiptir. Nitekim, AB ile ilişkilerimizin bugüne nazaran çok daha iyi seyrettiği bundan 13-14 yıl önceki dönemde, Türkiye ile AB sıkı bir iş birliğine girişmiş, benim de eski bir görevimdeyken rol aldığım Nabucco projesi ile Hazar, hatta Orta Asya, Irak ve şartlar el verdiği takdirde İran doğal gazını Avrupa’ya taşıyabilecek 31,5 milyar metre küp kapasiteli bir boru hattının inşası ile ilgili hukuki alt yapı oluşturulmuştu. Türkiye’nin Doğu hududundan başlayıp Avusturya’ya kadar uzanacak boru hattı ile ilgili hükümetlerarası anlaşma 2009 yılında imzalanmış, ilgili beş ülke (Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya) tarafından onaylanmış ve finansmanı da temin edilmişti.
Ancak belki bugünlere gelineceğini o zamandan planlamış olan Rusya, bu projeyi öldürmek için var gücüyle mücadele etmiştir. Anlaşmanın yapılmasından sonra Avrupa Birliği nezdinde Büyükelçi olarak gittiğim Brüksel’de konunun güncel olması nedeniyle birçok düşünce kuruluşu projeyi takdim etmem için konuşma yapmaya davet ederlerdi. Bir defasında Rus Büyükelçi Chizhov da konuşmaya davet edilmiş ve kesin bir dille “Nabucco bir operanın adıdır ve her zaman öyle kalacaktır” diyerek projeye husumetlerini kesin bir dille ifade etmişti.
Rusya projeyi öldürmeyi veya en azından uyutmayı başarmıştır. Bir taraftan şirketler üzerinde çalışmış, diğer taraftan da iktidarımızın AB ile ilişkilerinin soğumakta olmasından yararlanarak iktidarın ilk başta çok hevesli olduğu projeden desteğini geri çekmesini sağlamıştır. Ancak şartlar yine değişti. Hukuki altyapısı hazır olan bu projeyi derin uykusundan uyandırmak için zemin mevcut. Tabii bu projenin hayata geçirilmesi için belki en önemli şart, iktidarımız ile AB arasında güven ilişkisinin tesis edilmesidir. O yönde atılacak adımların muhakkak ki karşılığı gelecektir