10 Aralık akşamı PKK, Dolmabahçe’de saldırdı.
Beşiktaş-Bursaspor karşılaşması sonrası seyirci dağılmışken, güvenlik için bölgede bulunan çevik kuvvet polislerinin hemen yanında bir bombalı araç, seyir halindeyken patladı.
Patlamanın 45 saniye sonrasında, Maçka tarafından patlama bölgesine inen yol üzerinde ve ilk patlama yerinden birkaç yüz metre uzakta, güvenlik güçleri şüphelendikleri bir şahsı durdurup üzerini aramak istedi. Ama o da bir canlı bombaydı ve etrafını çevirmiş, kimi hemen bitişiğindeki 10 kadar polisle birlikte kendini patlattı.
Bu ikiz bombalı saldırı, detaylar henüz ortaya çıkmadan, önce IŞİD olarak algılandı ama sonra resmi ağızlardan PKK denmeye başladı.
İkiz bombalı saldırı genellikle IŞİD’ın başvurduğu bir yöntemdi. Ama bu seferki taktik bir ilk oldu. Önce bir bombalı araç ve hemen ardından gelen bir intihar eylemcisi ilk kez görüldü.
Buna hazırlıklı olmayan polislerin, muhtemelen patlama sonrası karışıklıktan istifadeyle bölgede görev yapmakta olanları hedefleyen intihar eylemcisine fazla yaklaşmaları, ikinci felaketi getirdi.
Bu taktik yeni olduğu için intihar eylemcisine gafil avlanış belki kabul edilebilir. Ama ilk patlamada bomba yüklü araçla hedef alınan polis grubunun, trafik akışına bu kadar yakın bir toplanma bölgesinde bulundurulmaları, üzerinde düşünülmesi gereken bir zafiyet ve soruşturulmayı hakediyor.
Saldırıyı bir gün sonra PKK’nın yarı-otonom uzantısı TAK üstlendi.
TAK, PKK’nın kendi iddiasına göre onlardan bağımsız, örgütü yeterince sert bulmayarak ayrılmış bir başka örgüt.
Kimler olduğu bilinmiyor.
Açık olan, eylemlerinin tamamının kentleri hedeflemesi ve asker/polis-sivil ayrımı yapmaması.
TAK’ın otonomisi, biraz PKK’nın onu reddetme tiyatrosundan, biraz da örgütlenmedeki kapalılığından geliyor.
TAK üyeleri, genellikle diğer PKK’lılar gibi legal örgütlenmeler veya görece hafif şiddet içeren eylemler içinde yer almıyor, grubun dışında duruyorlar.
Bu da onlara eylem günü gelene kadar bir gizlilik perdesinin ardında saklanma olanağı sağlıyor.
Ancak eylem aklı Kandil’den bağımsız değil. TAK, Kandil için bir gizli silah ve koşullara göre istendiğinde devreye sokuluyor.
“Bu kadar da alçakca davranamazlar” denilen bir yerde, biçimde ve genellikle de PKK yenilirken saldırıyor. Ama saldırı sorumluluğu PKK’ya yüklenmiyor. (Bu da bir yanıyla, IŞİD’ın Türkiye’deki eylemlerini üstlenmemesine benziyor.)
Bunlardan başka, amacından sapmış görünen, PKK’yı kitlesi karşısında olumsuz pozisyona itecek eylemler için de bir kurtarıcı TAK.
Şiddet amacını mı aştı; gereğinden fazla mı sivil ölüm var örneğin?
Yine devreye TAK giriyor ve PKK’nın yerine eylemi o üstleniyor (TAK konusunda detaylı bir okuma için bkz http://www.gazetebirlik.com/yazarlar/taknedir-ne-degildir/).
Konu PKK ve ona yakışan cinsten bir saldırı olunca, Dolmabahçe sonrasında muhalefetten her zamanki gibi öznesiz, hedefsiz, yuvarlak kınamalar geldi. PKK tarafı da, suçu TAK’a atarak yine yarım ağız kınamalarda bulundu ama akan kanın sorumlusu olarak hükümeti gösterdi.
Saldırıya gösterilen tepkilerdeki asıl fark ise hükümet ve destekçileri tarafındaydı.
Kuşkusuz saldırı oldukça etkiliydi ve hem maç çıkışına denk getirilişi, hem kayıpların çokluğu, hem de İstanbul’un en merkezi yerlerinden birini hedef almış olmasıyla, herkesin öncekilerden çok daha fazla sarsılmasına sebep oldu. Ama yansımaları, sayılan bu özellikleriyle açıklanabilmenin çok ötesindeydi.
İlki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan geldi. Samimi, bilinen heyecanıyla ve elbette haklı bir hüzünle konuşan Soylu, içinde “gebertmek, hayvanlar, intikam” gibi kelimelerin geçtiği bir açıklamada bulundu
(https://www.youtube.com/watch?v=8jYLgfUuGBg).
AK Parti milletvekillerinden Şamil Tayyar ise katıldığı bir televizyon programında, kendi ifadesiyle “milletten emir alacak” bir “Yeni Derin Devlet” vizyonundan söz etti (http://t24.com.tr/haber/samil-tayyar-yeni-bir-derin-devlet-olusturulacak-bunlar-milletten-emir-alacak,376362).
Bakan Soylu’nun ve milletvekili Tayyar’ın açıklamalarında görülen bu söylem savruluşu, sosyal ve konvansiyonel medyada, köşe yazılarında, tv programlarına çıkan farklı isimlerin demeçleriyle de çoğaltılıp çeşitlendi.
Saldırı anından bu yana esen ve Halep’in Suriye rejiminin eline düşmesiyle daha da alevlenen bu yıkıcı, intikamcı ve aslında hedefsiz, beyhude söylem rüzgarı kolay kolay dinecek gibi gözükmüyor. Bu açıdan, her geçen gün işler kötüye gitmekte.
Tam olarak neden söz ediliyor?
İntikam? Derin Devlet? Nedir bunlar?
Kimden intikam alınacak?
Saldırıyı gerçekleştiren iki intihar bombacısı zaten ölmüş ve onları yönlendirenler de namlunun ucunda; görülseler vurulacaklar.
Her gün sınır içi ve dışında, havadan ve karadan operasyonlar yapılıyor, PKK’lılar vuruluyor. Açık, kanlı, karmaşık bir savaş zaten hüküm sürmekte.
Ve Yeni Derin Devlet ne demek oluyor acaba?
Kanunlardan bağımsız, kendi insiyatifi ile hareket eden, soruşturulamayan, yargısız infazlar gerçekleştiren 90’lardaki eskisinden ne farkı olacak?
Nasıl ve hangi mekanizmayla “milletten emir alacak”?
Evet, işler kötüye gidiyor, çünkü bu savruluş, bırakalım etik-siyasi yanlışlığını, aslında terör karşısında yenilgiye uğramak da demek.
Türkiye içeriden, etkisi artık iyice azalmış olsa da DHKP-C TİKKO gibi sol örgütlerin tehdidi altında. Hem içeriden hem (Suriye ile dışarıdan) PKK’nın tehdidi altında. El Bab cephesinde ve tekrar yurt içinde IŞİD’ın de tehdidi altında. Fakat bir taraftan da bunlarla gayet iyi başa çıkıyor.
15 Temmuz darbesi ardından ilan edilen OHAL, başlangıçta toplu görevden alma, sebepsiz gözaltı, ani işten atma gibi uygulamalarda aşırıya kaçtıysa da, arada yapılan hatalar telafi ediliyor ve ne işkenceden, ne yargısız infazdan, ne de benzeri, şiddet içeren uygulamalardan şikâyet duyulmuyor.
Tarihte yaşanan benzer durumlardaki sicili hiç de parlak olmayan Türkiye Cumhuriyeti devleti, bu kez oldukça farklı, kontrollü, bilinçli ve sağduyulu bir süreci yürütüyor.
O zaman bu savruluş neden?
Yapılması gereken, önceden de denenmiş ve başarılmış olan:
Saldırının etkilerini olabildiğince çabuk ortadan kaldırmak, en hızlı tarafından normale dönmek, olağan hayat akışını sağlamak, vekar içinde yas tutmak.
Bu amacı aşan söylemlerin, panik ifadelerinin, hedefsiz saldırganlıkların ne gereği var?
Terörün istediği tam da bu değil mi?
Devlet, kanunun verdiği yetki ile ve yine kanun sınırları içinde kalarak başarılı operasyonlarla ilerliyor, terör örgütleriyle mücadelesini sürdürüyor. Terör de ondan bekleneni yapıyor ve savaş alanının dışındaki hayata saldırıyor.
Benzeri bir çok eylem engelleniyor ama elbette aradan kaçırılanlar da oluyor.
Ülke buna dayanmak ve itidal göstermek zorunda.
Terör karşısındaki en sağlam duruş, ondan en az etkilenmiş ama öğrenmiş, gelişmiş ve mücadele için bilenmiş olanı değil mi?
Şimdiye kadar öyleydi, ama artık hayır. Bu sefer öyle olmuyor.
Beyhude intikam çığlıkları bir türlü dinmek bilmiyor, gereksiz güç gösterilerine girişilerek aslında bir zayıflık sergileniyor, küçük Kürt çocuklarının çektikleri zılgıtlar ve halaylar hedefleştiriliyor, HDP’liler gözaltına alınırken duvarlara tahrik edici yazılar yazılıyor.
Sanki bugüne kadar istenmiş ama bir türlü başarılamamış olan — terör karşısındaki tepkinin Kürt toplumuna dönük bir nefret ve saldırıya evrilmesi ve Kürtlerin de buna PKK safında savaşa dahil olarak cevap vermesi — isteniyor.
Değişen ne peki?
Ne oldu da bu şuursuzluğa, sağduyunun bunca dışına savruluyoruz?
Muhtemelen bir başka hastalıklı söylem etkili oluyor. Birlik çağrıları eşliğinde dillendirilse de aslında halkı karanlık bir yalnızlığın içine itmekten başka işe yaramayan bir söylem: Belli belirsiz, gücü tahmin edilemeyen ama neredeyse herşeye kadir, kimliksiz veya duruma göre kimlik değiştiren, hangi yöntem ve silahlarla savaşılacağı bilinemeyen ve tahmin edilemeyen bir “üst akıl” söylemi söz konusu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da birkaç kere, artık değişmesi gereken bir dünya düzenini çağrıştıran “Dünya 5’ten büyüktür – BM sistemi değişmelidir” gibi argümanlar eşliğinde ifade edilen bu tanımlama, iktidar taraftarı medyanın elinde neredeyse bir heyulaya dönüştürüldü.
Erdoğan “İsterlerse hepsi birden gelsinler!” diye IŞİD, FETÖ, PKK ve diğer terör örgütlerini işaret ettiğinde, bu, medya tarafından çok geçmeden “üst akıl” konseptine bağlanıyor ve bazıları birbiriyle savaş halinde olup karşılıklı yüzlerce militanını katletmiş bu örgütler her nasılsa birden birleştiriliveriyor.
O malum “üst akıl” her nasılsa tüm bu örgütleri Türkiye aleyhine çalıştırıyor (ve birbirleriyle çatışmaları da bir aldatma aslında).
Yine aynı “üst akıl” ABD’yi ve Avrupa ülkelerini de Türkiye aleyhine yönlendiriyor.
15 Temmuz darbesinin ardında, elde tek kanıt yokken, aksine kanıtlar ve resmi söylemler ise bol bol mevcutken, hep ABD bulunuyor, gösteriliyor; bunu reddetmek veya sorgulamak neredeyse vatana ihanet addediliyor.
Darbenin şaşkınlığında gecikmiş açıklamalar bahanesiyle, evet, PKK destekçisi, ama adı PKK olmayıp bulundukları ülkelerin kanunlarına göre örgütlenmiş PKK yanlısı kitle örgütlerine gösterilen hoşgörüden hareketle Avrupa, “terör destekçisi düşman” sınıfına, bir daha çıkmayacak biçimde konuyor.
Düne kadar, henüz ortada bir OHAL yokken Türkiye’de de yayınlanan ve benzer haberler yapan Avrupa’daki PKK yanlısı gazete ve dergiler, Avrupa’nın PKK’ya açık desteğinin kanıtı olarak etiketleniyor.
Elde kalan…
Fethullah Gülen’in iadesini sağlamak için ABD nezdinde girişilecek uzun bir hukuk maratonu değil.
Dolmabahçe saldırısını Avrupalılara anlatıp, PKK yanlısı organizasyonlar üzerindeki baskının artmasını sağlamaya dönük ikna kampanyaları değil.
Avrupa’nın mülteci sorununda Türkiye’ye desteğini sağlamak değil.
FETÖ üyelerine “Etkisinde olduğunuz o halusinasyondan, o din tüccarının etkisinden çıkın; gerçeğe ve o acayip örgütünüz yerine memleketinizin çıkarlarına dönün” demek değil.
PKK’ya “bize ve hayatımıza ne kadar saldırırsanız saldırın, yıkamayacaksınız ve eninde sonunda o silahları bırakacaksınız” demek değil.
IŞİD’a “İslam adına giriştiğiniz katliamların sonu geldi, artık o acısından beslendiğiniz insanları tarafınıza ve çıkarınıza kullanamayacaksınız” demek değil.
Elde kalan, tutarsız, anlamsız, abartılı bir korku ortamından beslenen gazete başlıkları, televizyon programları, köşe yazıları ve hezeyanlar.
Evet, en çok da onlar.
Ve o hezeyanlar tek bir ses olmuş, gerçekte olmayanı bağırıyor, “Üst Akıl !” diye haykıra haykıra diğer bütün sesleri susturuyorlar.