Ana SayfaManşetSayısal bir mesele olarak “Sayın”

Sayısal bir mesele olarak “Sayın”

“Haber dili” bellidir, nettir, düzdür. Haberde, köşe yazılarında vs. “Sayın” türünden hitaplar kullanılmaz. Bu hem “haber dili”nin gereğidir, hem de gazeteciye o çok değerli “mesafe” meselesini hatırlatan bir çağrışım barındırır. Ama artık “Sayın”, mürekkebi uçucu politik konuşma kaşesi gibi...

Geçen hafta (25 Nisan 2021) TRT’nin “Hangisi Doğru” programına atıfla “Üç Yalancı” yazımda değindiğim “yeni TV yorumcuları”nın yanı sıra, ekranlara bugünkü hâli, bolluğuyla daha önce “âdetten” sayılmayan bir söylem de geldi: “Sayın” hitabı…

Meclis-kürsü hitabı, protokol, tören, davetiye vb. durumlardaki “Sayın”ı kastetmiyorum. Derdim, meramım “Sayın”ın medyadaki güncel kullanım biçimi… Öyle ki artık neredeyse noktalama işareti. Bilhassa ekrandaki bir kısım “oturum”, hatta haber programlarında… Alışılmadık biçimde köşe yazılarında bile bazı isimlerin önüne “Sayın” yerleşiyor, hatta “haber dili”ne bile sızıyor.

“Haber dili”nde öyle bir hitap, vurgu kullanılmamasına rağmen, artık ekranlardaki siyasi haberlerde de bazen “Sayın”dan geçilmiyor. Zaten beş-altı satır haber, bolca “demeç” aktaran sunucunun, anchorman’in iki satırı “Sayın Brown, Sayın Yellow ile görüştükten sonra, Sayın Black’in toplantısına katılarak, Sayın Red’i eleştirdi” faslına gidiyor. Alınmasın diye araya “Sayın halkımız”ı da serpiştirenler var.

Önemli de “ama”sı kocaman

Oysa “haber dili” bellidir, nettir, bu mevzuda dümdüzdür. Ötesi, gazetecinin haber kaynaklarına yaklaşımının da öyle, net, düz olması beklenir. Haberde, köşe yazılarında “Sayın, bay, bayan” gibi hitaplar kullanılmaz. Bu hem “haber dili”nin gereğidir, hem de gazeteciye o çok değerli “mesafe” meselesini hatırlatan bir çağrışım barındırır.

Ayrıca politikacılar zaten “haber dili” açısından unvan ilişiğindeki “Sayın”ı, bir bakıma kimlik kartında taşıyor. Cumhurbaşkanı, Lider, Başkan, Bakan, Milletvekili vs. diye tanıtılıyor, anılıyor haberde. Halen görevde değilse bile “eski” vurgusuyla bu saygıya değer olması gereken unvan, tanıtım haberde de kullanılıyor.

Ama günün koşullarında bu iki taraf için de yeterli, tatmin edici görülmüyor sanıyorum. “Sayın”, bilhassa bazı kanallarda mürekkebi uçucu politik konuşma kaşesi gibi… Diline o kaşeyi bastırmadan programa çıkamıyorsun herhalde.

Haber, köşe yazısı dilinde, ekranlarda isimlere durmadan, cümle içinde her geçişinde “Sayın” iliştirmek abes de hâliyle… Lâkin abesle iştigal, bir meslek dalı yahut “yüksek lisans” derecesi gibi günümüzde. Hemen her an “Sayın” kelimesi var ama… Bu sayınlı-saygılı hitap, “Sayın Sayınoğlu terbiyesizlik, edepsizlik etme, haddini bil” babından haykırmaların, örtülü-örtüsüz hakaretin kol gezdiği atmosferi inceltiyor mu, bir nebze ilham veriyor mu… Hadi “Çok tartışılır” diyeyim. İnsanı, insandan saymadıkça, “Sayın” sadece dile vuruyor.

“Bay Brown”umuz da Mr. Brown değil

Araştırmadım ama bazı “okkalı hakaret” vakalarının bile deşifresinde, metnin bir yerlerinde birkaç adet “Sayın”a rastlanabilir. Zira kadınlara tüyler ürpertici şeyleri yapan (¹), o hitabını “küfür”leştiren bir tıslamayla “Bayan, akıllı ol”, “Uzatma, bak sana ‘Bayan’ diyorum”laştıranlar gibi, “Sayın” da “söylem”e, tarza uygun mânâ yüklenebiliyor. Ve o başlangıç hitabı, cümlenin gerisindeki dile ayar, ölçü filan vermiyor.

Zaten derinden sabıkalıyız hitap meselesinde… Bizim güncel siyaset dilinde “Bay Brown” demek bile, “Mr. Brown” kadar masum, nötr değil mesela. Bizdeki hâliyle Gatenby’ye koymazlar, kökenlerini, ağız dolusu anlamını, Oxford Sözlüğü’nde bile bulamazlar.

Siyasetin de, siyasetçinin de “Sayın”la sayıl(a)madığı asabi, pervasız, kaba ekranların hararetli/hakaretli gündeminde “dil meselesi” başka bir tartışmanın, hatta tefrikanın konusu. Ama bütün bu manzara içinde, “haber, yazı, röportaj, ‘açık oturum’ dili”nde metne virgül gibi serpiştirilen “Sayın”lar bünyeyi de bozuyor, dili, mesleği de…

Dilin özenle ilgisinden ziyade sevimsiz, ham, “laf ola berisi Sayın’la gele” kullanımını kuvvetle hatırlatıyor çünkü. “Sayın”ın bir göz boyama, söylem makyajı hâlleri zaten izah gerektirmeyecek kadar aşikâr. Bir endişe, çekingenlik, tedbir, hatta bir korku çağrışımı da hissettiriyor aslında… Ekrandan izlerken gözünü kapasan, kelimelerin tonlamasından, sesin o an inmesinden, eğretiliğinden kulağın da hissedecek o psikolojiyi: “Hah, şimdi ‘Sayın’ geliyor…

“Neme lazım” önlemi…

Belki de yine bu dönem hayata yerleşen, iyice harcıâlemleşen hakaret davaları bombardımanına, “Öyle demedi de şöyle demek istedi” infazlarına, “hakaret”in kapsamının keyfe göre genişletilip daraltılmasına karşı bir tür tedbir, “Belli mi olur?” endişesi, “Neme lazım” önlemi… “Sayın demezsem ben de listelere girer miyim?” mesela…  Belki bunu 7/24 kontrol eden vardiyalı elemanlar bile var (vardır vardır): “Ekranda öyle Sayın Sayın diyor ama bakalım yazısında, haberinde ne demiş?”

Öyle bir siyasi iklim, meteoroloji ki bu, resmi gözlemcileri bir zamanlar karikatürde takım elbisesinin düğmesini ilikleyen memurun birleştirdiği baş ve işaret parmaklarından, argo el hareketi anlamı ve 11 ay hapis cezası istemi çıkarmayı bile başarıyor. Hatta “güzel vasıf sarf etmemek”, yani lafı hukuk diliyle eğip bükmeden yeterince övmemek bile muhtemel dava gerekçesi… “Sayın” da böyle iskambilden kulelerin üzerinde duruyor. Bir of çeksen, pişpiriğe devam edersin…  

“Sayın” Moğolcadan geliyor

Meseleyi iyice dallandırmadan “Sayın”ın kökenini de araya sıkıştırayım. Baktığım kadarıyla “Sayın” dilimize Moğolcadan geçmiş. 13. Yüzyıl’da Cengiz Han’ın torunu Batu’nun da lakabıymış.  Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya’nın araştırmasına göre 1870’lerdeki ilk Türkçülük hareketleri sırasında sözlüklere alınmış.

“Sayın”ın bugün medyadaki, ekranlardaki bulaşıcı kullanımını seyrettiğimde, o kelimenin dünyayı kanlı istilaların bölüştüğü bir dönemde, Moğollar tarafından dolaşıma girmesi de bana mânâlı geliyor doğrusu. Belki bugün de bazıları “Sayın”ı o tarihî istilacı ruhuyla, lutfen kullanıyor, şahsına tevdî edileni de istilacı kibriyle mülk ediniyor.

Ayrıca insan her kelimeyi, söylemi, vurgusu, tarzıyla yeniden biçimlendirebilecek, zıddını aynı kelimeyle ima edebilecek huyda, “kurnazlık”ta bir canlı. İlişkilerde, evliliklerde sevgi sözcüklerinin, canım,“cığım”ların, bir anda, bir vurguyla asabi nidalara dönüşebilmesi en sıradan örnekleri… “Sayın” da bazen karşılıklı atışmalarda öyle bir tonla, vurguyla kullanılıyor ki, hedefe o sertlikle isabet etse kafa yarar.

Kul-köle söylemleri

Haber dilinde değindiğim “Sayın” eğretilemesinin, yaygın, gündelik bir örneği de her düzeyiyle “Başkanım, Bakanım, Vekilim, Paşam, Komutanım” gibi hitaplarla ortaya çıkıyor. Bu söylem, “mesafe”yi, “tarafsızlık”ı, tâbi olmamayı alfabesinden öğrendiği varsayılan gazetecilerde iyice sakil duruyor.

Lâkin medya âleminde bile böyle bir “senli-benli”lik, “yatık/yatkın dil” de gerektiğince yadırganmıyor maalesef. Bunu huy, kimlik, giderek bir nevi karakter hâline getirenler bile meslektaşça uyarılmıyor, hatta teşvik ediliyor.

Ötesi, birisi hayatında bir kez, bir an için bir makama, hatta en ufak bir birimin mesela “başkan”lığına, neredeyse 23 Nisan’da koltuğuna oturmuşsa bile yeter. Aradan bir ömür geçse de “Başkanım”, “Vekilim”, “Paşam”, “Komutanım” filan demek moda. Bunun en beter, en sakınılması gereken örneği de yine bazı gazetecilerde… Elbet her mesleğe, emeğe saygı, vefa gerek de, bunu her an göstermek için neredeyse bir nevi emir eri, kul-köle söylemine, beden dili reveransına gerek yok.

İtiraz eden de pek yok

Bunu hevesle, “görev gereği” diline yerleştiren gazetecilerle çok karşılaştım da, bu hitaba “Yapmayın ben artık kendi halimde bir emekliyim” diye itiraz eden “Erdal İnönü ekolü”ne fazla rastlamadım doğrusu. Neyse… Yumoş bir cümle kurarak, “Demek bazı mesleklerin ‘emekliliği’ olmuyor, saygı da sınır tanımıyor” filan diyeyim de, değindiğim örneğin dışında kalan ve kastetmediğim içten istisnalarını incitmeyeyim.

Mevzuya belki biraz sert girdim ama bilhassa gazetecilikte böyle hitapların gerisinde, hatırşinas duygular, incelikler yok çoğu örnekte. Bir alış-veriş terimi gibi. Ayrıca ve mesela insanın geçmişinin her kesitinden sevgiyle, saygıyla andığı bir öğretmenine yıllar sonra da “Hocam” diye hitap etmesi kuşkusuz başka, istisnai örneklerden, alanlardan.

İnsan ömür boyu öğrenciyse… Ona okumayı, yazmayı, düşünmeyi, gerçekleştirmeyi öğreten, hatta geleceğine yön verenler ebediyen “Hocam”dır elbet.  Hem “Hocam” bazen her yere yakışıyor. Gönlübol, sıcak çağrışımıyla, söyleyeni de hoşnut etmesi cabası… 

“Ankara Havası”ndaki hikmet

Bazı cümlelerim köşeli duruyorsa mazur görün, zira çalıştığım, yaşadığım şehir Ankara; “Sayın”ların, “Başkanım”ların, “Bakanım”ların, “Paşam”ların, “Zatiâlilerin”, “hâmili kart”ların, “hâmi Beyefendi-Hanımefendi”lerin başkenti. Hemen her köşesinde bir devlet ricaliyle, küçükten büyüğe ama hepsi bir şekilde yüksek makamlarla karşılaşırsınız.

Bu “önü iliklenmiş” karşılaşma, “Sayın”larla “Sayın” diyenler/dedirtilenler arasında cereyan eder. Bilhassa seçim süreçlerinde ekranlardan “Sayın halkımız, pek Sayın vatandaşlarımız” da kulağınıza çalınır ama sokakta, lazım olduğunda duyamazsınız. Zaten “Sayın” halkımız “sokağa çıktığında”, o bambaşka mesele… “Sayın”a gelinceye kadar, insandan, “adam”dan sayılmamakla girmen gerekir o mevzuya.

İşbu nedenlerle… Bilhassa Ankara’da bir duruşu olmalı insanın bence. Ve o duruş sadece başını değil, dilini de şahsa, “durum”a, devre göre eğip bükmemeli. Hele “Ankara Gazeteciliği”nde… Yoksa siyaset gazeteciliğiniz de en hafif deyimiyle “magazin”leşebilir, arabeskleşebilir.

Siyasi haberlerinizi, köşe yazılarınızı da “Kürsülerimizin güzide, beyefendi politikacısı, siyaset güneşimiz Sayın Filanca beklenen müjdeyi verdi” gibilerinden yazarsınız. Başkentin resmi “Ankara havası”yla türkülerinin karıştırılmaması için ikincisine “Angara havası” denmesinde bir hikmet vardır.  

Güncel dil paranoyası

En basitinden hitap, “sen-siz” düzeyinde bile ayar tutmayan, mütekabiliyet gözetmeyen bu sert, buz tutmuş iklimde her türlü nezaket, hürmet ifadesi önemli elbette. Ama endişenin, korkunun, otoriteye dayalı bir mecburiyet duygusunun, göstermelik bir enflasyonun ürünü olmadığı, “Sayın”ı ve senin de  “sayıldığını” gönülden hissettiğin zaman… Ayrıca nezaket beylik kelimelerle sınırlı değil. Bazen tüm esintisiyle bir “Siz” bile yeter.

Ankara, yönetilenlerle yönetilenlerin, “Sen”lerle, “Siz”lerin burun buruna dünyası. Örneğini illâ bulvarlarda, ana caddelerde aramayın. Bakın oturma odanızın davetli-davetsiz ekran konuklarına… Başına “Sayın” eklenen erkân, haz etmediği kul âlemine ekranlardan “Sen” diye hitap eder. Üzerine basa basa, köpürte köpürte; “Sen!”… “Sen” istediğin kadar “Siz” de… Onun o kıvamlı, kibirli, küçümseyen “Sen”ini alaşağı ya da mahcup edemezsin. Yerli yersiz “Sayın”, o nedenle de zül gelir insana. “Sana” gelir, sana…

Artık bu iliştirilmiş, düştü düşecek ataşlanmış hâliyle o kelime bana zaten sevimsiz, itici, samimiyetsiz geliyor da… Bu çekince tek tarafa esneyen “Sayın enflasyonu”nda, gerçekten hürmet ettiğin birisine, ortam o kelimeye ardına kadar kapı açsa da “Sayın” demek bile bazen müşkül. Her şeyden önce onu o lafla yürüyen kervana katmak, kendini de öyle profesyonel “Sayın deyici”lerle bir kelimeyle de olsa bir tutmak istemezsin.

Bu duygu, bu ülkenin insana bazen en küçük meselede bile “armağan ettiği” huzursuz, ikircikli, neredeyse arızalı bir psikoloji de bir bakıma. Dil paranoyası… Dolaşımdaki kelimelere, başka bir anlamı, hissiyatı öne çıkararak el koyan zihniyet, dili tutuk/tutuklu kılıyor bazen. Sözlüğünden düşüveriyor o kelime. Ağzından kaçarsa, mahcubiyet duyuyorsun, dert ediniyorsun.

Say’mak kültürümüzde önemli

Ama “Sayın”, dost, arkadaş muhabbetinde keyifli, eğlenceli, harika bir hitap bence. Onun yeri ayrı… Sohbet espri, şaka üzerinden dönerken birisi aniden ciddileşir ya da bir fikir tartışmasında bazı “TV yorumcuları” gibi celallenirse, ona bir tebessüm eşliğinde başına “Sayın” ekleyerek soyadıyla hitap edersiniz şık duruyor, hoş oluyor mesela. Bu neşeli istihza bile “Sayın”ın güncel çağrışımı açısından yeterince fikir verici. 

Son yerine, medyadaki sayısal “Sayın” patlamasının, ortaya konulan birçok “gösterge” gibi gerçekte tam tersini işaret ettiğini söyleyebilirim. Yine de say’mak bizim kültürde her açıdan önemli… Önemini, “Seni (sizi) bana sayıyla mı verdiler” deyişinden de anlıyoruz.

Bu geleneksel sayışımızı gözden kaçırarak, belki de insanlardan “tane, adet” olarak söz edenlere fazla yükleniyoruz… Kendince o da sayıyor işte! Hem öylesi daha kullanışlı; toplaması-çıkarması, çarpması-bölmesi de kolay oluyor. Ayrıca saygı da bu ülkede “adet”le ölçülüyor, kapsamı da “adet”le sınırlı, nasıl olsa. Olsun, türkülerimiz var; “Sayılmayız parmak ile…” Ve o nedenle, yine o türküdeki gibi “Usludan yeğdir delimiz”

BİR FİLM/BİR REPLİK

SENİ AFFEDİYORUM…

Bu yazıyı yazarken gözlerimin önünden “Schindler’in Listesi” filmi geçiyor. Filmde, Polonya’daki Krakow-Plaszow Toplama Kampı’nın komutanı SS canisi Amon Leopold Göth’ü canlandıran Ralph Fiennes’ın, yazımın fotoğrafındaki o meşhur “bağışlama” sahnesini hatırlarsınız muhtemelen.  Amon Göth’ün inanılmaz acımasızlığı, gündelik, keyfine kıyımları karşısında çare arayan Oskar Schindler (Liam Neeson) bir umut, onun nabzına, kibrine uygun bir hikâye anlatır: “Gerçek güç, insanın elinde her türlü imkân ve gerekçe olduğu halde öldürmemesi demektir. İmparatorların farkı burada işte! Adamın biri hırsızlık yapmış, yakalanmış, imparatorun huzuruna çıkarılmış. Öldürüleceğini biliyor… Atmış kendini imparatorun ayaklarının dibine, aman dilemeye başlamış. Ancak imparator affetmiş onu… Güç bu işte Amon… Tanrı Amon, güç bu…

Schindler’in dolduruşa getiren hikâyesini dinleyen Amon da, “Seni affettim” der ona, keyifle tebessüm ederek. Ardından küvetini temizleyen 13-14 yaşındaki bir çocuğun kullandığı sabunu beğenmeyince seyirci “Eyvah”lanır yine, “Onu da öldürecek”… Ama az önce duyduğu, kibrine uygun hikâyedeki “imparator”dan etkilenen, hemen üzerinde denemek isteyen zalim komutan, bir an durur, düşünür ve mağrur bir ifadeyle konuşur: “Durma, git hadi… Git, seni affediyorum…”  Oranın kanunu da, infazı da, yüce affı da O zira… Sonra da aynanın karşısına geçip, baş, işaret ve orta parmağını kibirle, takdis edercesine kaldırıp, “Seni affediyorum” diye mırıldanır, onu 1994 Oscar adaylığına taşıyan bir duruşla… Lâkin emanet, karaktere eğreti tutumların hükmü, aynadaki bir anlık yansıması kadar… Ardından yine katliamlara devam eder.

(¹) Kurbanına “Bayan” diyen cani: Kıyası elbette kabil değil ama “hitap rezilliği”nin, ataerkil deşifrenin uç, en berbat, feci örneğini 11 Şubat 2015’de, 19 yaşında hunharca, tarifsiz bir zulümle öldürülen Özgecan Aslan’da yaşadık. Tüyler ürperten ifadesinde ne diyordu katili: “Durakta bir ‘Bayan’ bekliyordu. ‘Bayan’ yol güzergâhını değiştirdiğimi görünce… Ölü olup olmadığını bilmediğim ‘Bayan’ı Fatih’e gösterdim. ‘Bayan’ henüz yaşıyordu… ‘Bayan’ın iki elini de kestim…”

Caninin diline bile yapışıp kalıyor öyle hitaplar. Yakmıyor, dilini… Çünkü bazı erkeklerin, kadınlara dair tahammül edebildiği tek “incelik”, nezaket, tek “saygı” gösterisi, kendince o “kullanışlı” kelime. Üstelik bir taşla, üç cümle… Biryandan da tüm ataerkil içeriği, geleneği yansıtıyor, yeri geldiğinde öfkesiyle öteleme/ötekileştirme, küçümseme imkânı sağlıyor, daha ne olsun?

- Advertisment -