Haziran ve Kasım sonuçlarının, hem AKP, hem muhalif aktörler ve hem de Türkiye sosyolojisi hakkında açıklayıcı veriler sunduğunu söyleyebiliriz.
Haziran seçimlerine, öfkenin donuklaştırdığı akılla bakan muhalif çevreler, son derece yüzeysel çıkarımlarla ANAP illüzyonu görmeye başlamışlardı. Tarihin akışından bir “sapma”; kapanması mukadder bir parantez aşılıyor, AKP hızla ANAP’ın kaderine doğru yol alıyordu!
Bu bakış, Türkiye’nin yaşadığı sosyolojik dönüşüm ve AKP’nin niteliği hakkında ciddiye alınabilecek hiçbir fikre dayanmıyordu. Sürecin özelliklerini kavramaktan uzak, boş bir kimlik temennisini ifade ediyordu. Kasım seçimlerinde acıtıcı biçimde gerçeklere çarpıp dağıldı.
Günlük siyasi söylem ne olursa olsun; aslında bu boş hayalin derin katlarında kaba pozitivist tarih anlayışının izleri olduğu kanısındayım: Bu anlayış, İslami siyasetin sekülerleşen toplumun taleplerine cevap veremeyeceği; çözülen bir kimliği temsil ettiği; demokrasiyle bağdaşmayan bir öz taşıdığı; tarihinlineer biçimde aydınlanmacılığın denetimine doğru ilerlediği inancına dayanır.
Türkiye’de olup bitenlere bu gözle bakanların bütün varsayımları yanlıştı.
Birincisi; yükselen muhafazakâr sosyolojiyle inanç değerleri üzerinden güçlü bağları olmakla birlikte, AKP varlığını ve başarısını sadece İslami kimlik üzerine inşa etmedi. Ekonomi yönetiminde, sosyal sorunların çözümünde, kitlelerin beklentilerine duyarlı ve kimlik sınırlarına hapsolmayan rasyonel politikalar geliştirdi. Asıl kimlik politikalarına saplanıp kalanlar sürece direnen kesimlerdi ve bu tutumlarıyla AKP’nin merkeze yürüyüşünde ona çıkarttıkları engellerden daha fazla bir alan açtılar.
İkincisi; sekülerleşmenin arttığı doğruydu. (Konuyla ilgilenenlere Volkan Titrit’in “Endişeli Muhafazakarlar çağı” ve “Sekülerleşme-Dinden Uzaklaşmanın Hikayesi” başlıklı çalışmalarını öneririm). Fakat bunun AKP’yi zayıflatacağı öngörüsü pozitivist önyargının boş inancıydı. Zira sekülerleşme sürecinde, rasyonaliteyi önemseyen; kazanımlarının farkında olan; radikal etkilere kapalı; istikrarı sağlayacak bir merkez talep eden güçlü bir orta sınıflaşma yaşandı. Bu sosyoloji kendi önemsediği pencereden siyasete baktığında muhalif sektöre güvenmek için bir neden görmedi. Yıkmaya çalışan; fakat istikrarlı bir merkez inşa etmeye dönük hiçbir vizyon taşımayan; üstelik hiç güven vermeyen bir sicilden gelen bu aktörlere kuşkuyla baktı; açık mesafe koydu.
Üçüncüsü; Kemalist endoktrinasyonun yarattığı körlükle AKP’ye değişmez bir “öz” yüklenmesi ve onun “ideolojik varoluşuyla” demokrasinin bağdaşamayacağının kabulü muhalif aktörleri gerçeklere yabancılaştıran bir söyleme savurdu. Aslında hazımsızlığın, kimliksel nefretin ifadesinden başka bir şey olmayan hırçın radikal çağrılar, kimlik kaygısı taşımayan kesimlerce inandırıcı bulunmadı. Dahası rahatsız edici oldu.
AKP’ye değişmez bir “öz” yükleyenler onun koşullara bağlı olarak değişen demokratik ve anti-demokratik dinamikleri bir arada barındırdığını görmezlikten geldiler. Büyük bir değişimin taşıyıcılığını üstlenen AKP, rasyonel-pragmatik karakterine uygun olarak, kendini güvende hissettiği zaman demokratik reformlara yönelirken, gayrı meşru yöntemlerle tehdit edildiğinde otoriter reaksiyonlar gösterdi. Değişim tecrübesini olumlu bulan toplumsal kesimler bu iniş çıkışları doğal karşıladılar ve “diktatör”, “hırsız”, “sultan” söylemine yüz vermediler.
Ancak AKP ciddi politik hatalar da yaptı ve Haziran seçimlerinde özellikle kimlik kaygısı zayıf kesimlerden destek kaybına uğradı.
Fakat sonuçta görüldü ki, istikrarsızlık riski doğduğunda, geniş bir çoğunluk için merkezin adresi AKP’dir. Seçimlerde en büyük kaybı radikal tutum takınanlar yaşamış; ana akım muhalefet yerinde sayarak merkez arayışına cevap oluşturmamış; krizi aşma arayışının rakipsiz seçeneği AKP olmuştur.
Türkiye kendini yeniden inşa ediyor ve AKP’yi dışarı iterek bunu geri çevirmek mümkün değil.
Bundan sonra Türkiye’de konuşacağımız şey, AKP’nin bu inşayı nasıl gerçekleştirmesi gerektiği olacak.