Rahmetli Sedat Yenigün’le 1970’lerin ortalarında tanıştım, aslında tanışma onun gelip kendini tanıtmasıyla oldu. Beni tabii ki gıyaben tanıyordu, fikirlerimi merak ettiğinden değil, fıkhi bir konu hakkında güvenilir bilgi –belki fetva- talep ediyordu. Fakültede tanıştığı bir hanım kızla konuşuyordu, sonradan evleneceği ve şehadetinden sonra onun hatırasına evlenmeyip iki oğlunu (Murat ve Halil İbrahim) büyütüp yetiştiren vefakâr ve cefakâr Ayşe hanımla konuşuyordu.
Merak ettiği konu şuydu:
– Fakülteden bir kızla konuşuyorum. Niyetim ciddi, evlenmeyi düşünüyorum ama biraz da tanımak istiyorum, ara sıra şurada burada konuşuyoruz. Bu günah mı?
Fetvayı vermeden önce bir kızla konuşmayı “niçin günah” addettiğini sordum.
– Kız benim için namahrem, dedi.
Sohbet sürdükçe, psikolojik olarak çok rahatsız olduğunu anladım, yaptığı işin bir türlü meşruiyetine kani olmamıştı, o sırada İmam Gazali’nin Kimyay-ı Saadet kitabını okumuş, orada bu tür konuşmaların, hatta kadın sesinin haram olduğunu görmüş, büsbütün rahatsız olmuştu. Dahası Gazali’ye göre kadının erkeği, erkeğin de kadını göreceği yerden geçmek, iki cinsin birbirlerinin elbiselerine şehvetle bakmak veya dokunmak da haramdır. (Bkz. Ebu Hamid el Gazali, Kimyay-ı Saadet, 1981 baskısı, s. 371.)
Ona niyetinin ciddi olduğunu, halvet olmadıkça bir hanımla şu veya bu konu hakkında konuşmanın haram olmadığını söyledim. Beşeri nüfusun yarısı kadındır, İslam’ın koyduğu sınırlar (helaller-haramlar) bellidir, gayet açık, net ve somuttur (Buhari, İman, 39). Bu genel bilgileri verdikten sonra “Konuşmanın, tanışmanın hiçbir mahzuru yok, hanım kızla konuşmaya, onu tanımaya devam edebilirsin, bundan hayırlı bir iş çıkar” dedim.
(Sedat’ı çok iyi anlıyordum. 1969 yılında İmam Hatiplerin durumunun konuşulacağı bir toplantı için her ilden iki kişi Ankara’ya çağrılmıştı. Mardin’den de beni ve geçenlerde vefat eden Mehmet Mazi’yi seçip gönderdiler (Allah rahmet etsin). Ankara’da şu anda hangi semtte olduğunu hatırlayamadığım bir yurda –Keçiören olabilir- yerleştik. Toplantı ertesi gün olacağından öğleden sonra Mehmet’le çıkıp gezinelim dedik, sağda solda dolaşırken derken akşam oldu. Yurda döneceğiz ama yolu şaşırdık. Birine soracağız, bulunduğumuz yer pek tenha, gelen geçen olmuyor. Ara sıra geçenler de hanım, ikimiz de hanımlara adres soramıyoruz. Neredeyse karanlık bastıracak, sokağın başında genç bir hanım gözüktü, Mehmet’e “Adresi sor” dedim “Kat’iyyen, ben soramam, sen sor” deyince, ben yanına yaklaşıp yurdu sordum. Genç bayan “Hemen şu yakınlarda, sağdan girin, ilk sola sapın, orda, ben de oradan geçeceğim beni takip edin” dedi. Arkamı bir döndüm, Mehmet Mazi en azından 50 metre öteye kaçmış, çağırdım, geldi, bayanı 10 metre mesafeden takip ettik, elhamdülillah yurdu görüp selamete kavuştuk. Mehmet’e niye kaçtığını sorunca “Valla Aliciğim seni çok takdir ediyorum, ne kadar sosyal adamsın” dedi.)
Bu mükaleme üzerine Sedat’ın içinden “Sen Gazali’den daha iyi mi bileceksin?” diye geçirdiğini tahmin ettim ve şunları söyledim:
Gazali büyük bir düşünür ve alim, kelam, fıkıh usulü ve tasavvufta zirve. Ama hadis yönü zayıf, kitaplarında özellikle Kimyay-ı Saadet’te kendi döneminde toplumsal ilişkilerin kadın erkek kısmı yer yer çığırından çıkmış olması dolayısıyla iyi niyetle kuralları sıkı tutma lüzumunu hissettiğini söyleyince rahatladı.
(Gazali (öl. 1111) 11 ve 12. Yüzyıllara gelindiğinde Yunan metafiziği, Batıni akımlar karşısında zaaf içine girmeye başlayan İslam aleminin kelami ve felsefi paradigmasını yeniden inşa etti; Kelam (el Munkizu mine’d Dalal), Fıkıh (el Mustasfa) ve Felsefe (Mekassidu’l felasife ve Tehafütü’l felasife) alanında ölümsüz eserler yazdı. Yunan felsefesini öylesine objektif anlattı ki, 17. Yüzyıla kadar Avrupa’da Makasıd Peripatetik/Meşşai felsefenin ders kitabı olarak okutuldu. Bugün de geniş bir kitle tarafından okunan İhya-u Ulumu’d Din adlı önemli eseri iki açıdan önemlidir: Biri İslami bilgi ve hayat tarzını yeniden asli kaynaklarına irca etmek, diğeri yasa (fıkıh), kurutulmuş akıl (kelam) ve duygu (sufizm) arasında parçalanmış Müslüman kişiliğini tevhid etmeye matuf bir yol haritası çizmek.
Gazali’nin İhyası, 1970’lerde Kur’an’dan sonra en çok satan kitaptı. İhya’yı rahmetli M. Şevki Eygi (Bedir yayınları) yayınlıyordu. Onunla tartışan birine Eygi, Konya’dan kendisine gelen bir mektubu gösterir. Konyalı okur, İhya’yı yayınladığı için kendisine teşekkür ettikten sonra şöyle yazıyordu: –Yakında İstanbul’a geleceğim, eğer beni bu kıymetli yazarınız sayın Gazali ile tanıştırırsanız çok sevineceğim. Birkaç paragraf sonra rahmetli M. Şevket Eygi’den bahsetme fırsatımız olacak.)
Bu tanışmadan sonra Sedat’la görüşmelerimiz sıklaştı. Düşünce Dergisi’ne gidip gelmeye, yazmaya başladı, ilk yazısı Temmuz-1977, 4. Sayısında yayınlandı. Çok dürüst, kibar, bir İstanbul beyefendisiydi. Muhatabında itimat ve saygı uyandırırdı. Davasında samimi, inançlarında ihlaslıydı. Müstakimdi.
Onunla iki konuda anlaşamıyorduk; birinde ben, diğerinde Sedat haklı çıktı.
Cemil Meriç’e duyduğu hayranlığın sebebinin gerisinde geçmişe, özellikle Osmanlı’ya bir medeniyet tahassürü içinde olmasıydı. Cemil Meriç, imparatorluğu çökerten Batı’ya derin bir öfke duyuyor, Osmanlı’yı yüceltiyordu, bu da Sedat’ta ona karşı hayranlık uyandırmaya yeter sebepti. Bense, Batı Osmanlı’yı çökerttiyse iç zaaflarını iyi bildiği ve acımasız yöntemlerle manipüle ettiği içindi, Osmanlı köhnemiş kurumları; dünya ile bir ölçüde kesilmiş zaman algısı, ilmiyesi, seyfiyesi, kalemiyesi ile Batı’dan esen yıkıcı fırtınanın önünde duramazdı. 1595’ten beri iltizam usulü bozulmuş, Saray hayatı bütçeyi yemeye başlamış. Avrupa deniz aşırı seyahatlere çıkar, kıtaları ‘keşfeder’, zirai ve sınai merkantilizm dönemlerini yaşar, sanayi devrimleri yapar ve üretirken, Osmanlı fetihlerle ganimet peşinde koşmaya devam ediyordu.
II. Abdulhamit, Batı’nın kurumlarını ithal ve ihdas etmekle imparatorluğun kurtulacağını zannetti, bu kurumlardan yetişenler ve görev alanlar onu devirdi. Osmanlı’nın sorunu sosyo-ekonomik ve kültürel modernleşme değildi, artık dini ve etnik grupları eski Osmanlı düzeni içinde tutmak mümkün değildi. Sorun gayrimüslimlerin ve farklı etnik Müslüman grupların (Kürt, Arap, Arnavut vs.) İslami temel hak ve özgürlüklerini anayasal teminat altına almak, padişahın yetkilerini sınırlandırıp toplumsal sivil alanı güçlendirmekti, II. Abdülhamit hiçbir zaman bunun farkında olmadı, çevresinde kümelenmiş bir avuç hurafeci, çıkarcı, dalkavuk seçimin Kur’an ve Sünnet’e aykırı olduğunu söylüyordu. Abdulhamit, istibdat rejimi kurmuştu ama II. Mahmut’tan farklı gelenek ve adetlerin formunu muhafaza edip içlerini sekülerleştiriyordu. Bugün de sorun benzer karakteristiğiyle varlığını devam ettiriyor. Abdulhamit, ağır hasta Osmanlı’yı yine de ayakta tutmaya çalışıyordu, İttihatçılar ise yatağa düşürüp hastaya ötanazi yaptırdılar.
Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal’e karşı öne çıkardığı “Ulu Hakan Cennetmekan Abdulhamit Han” bir üretim, bir inşa idi. Böyle bir Abdulhamit tarihte yaşamamıştır, bu Necip Fazıl’ın üretimiydi. Dönemin İslamcılarının tamamı Mehmet Akif’ten Said Nursi’ye, Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır’a Abdülhamid’e karşıydı. Eğer Abdülhamit gerekli feraseti gösterip İslamcılara kulak verseydi, koca Osmanlı İttihatçı çetenin eline düşmez, 10 sene içinde çökmezdi. Bu konuyu ele aldığımız Düşünce Dergisi’nin o sayısı büyük tepki aldı, 7.000 basıp satarken, Abdülhamit sayısı ile 1.000 traj kaybettik.
Çözüm geçmişte yaşanmış hayatları tekrar etmek değildi; Müslümanlar Emevi, Abbasi, Endülüs, Safevi, Hind Babür, Selçuklu ve Osmanlılar tarihte parlak medeniyetler kurdular; her medeniyetin kuruluşunda ana paradigma İslam belirleyici rol oynadı, ama hiçbiri diğerinin formel tekrarı olmadı. Osmanlı de diğerleri gibi ömrünü tamamlayıp tarihe karıştı (2/Bakara, 141), ağlamanın, geçmişi yüceltmenin yararı yok. Yapılacak şey, söz konusu medeniyetleri kuran ana ilkeye dönmek, kurucu bilgi ve kök fikirlere dönmektir ki, bunun referansı Kur’an ve Sünnet’tir.
Sahih Müslüman bakış açısından medeniyet ne yolun başında beslenen niyet, ne yolun sonunda amaçlanan menzildir. Medeniyet, Müslümanca inanma, düşünme ve yaşama biçiminin hayat bulmasıyla amaçlanmamış tabii bir sonuçtur. Ne zamanki medeniyet, asli maksadını aşar da Müslümanların gayesi, başkalarıyla rekabet aracına dönüşür, (57/Hadid, 20) işte o zaman çöküş başlar. Medeniyet, İslami hüküm ve hassasiyetler kontrolünden çıkınca, tersinden maternal kanibalizme döner, yavru anne babasını yemeğe başlar.
“Haddini aşanın zıttına dönmesi” kaidedir. İslam ve İslamcılık davası ihtişamlı, şatafatlı, saray hayatı, görkemli cesametli yapılar, sansür, baskı, tehdit, sindirme, işsizliğe, açlığa mahkum etmek değil; özgürlük, ahlak, hukuk-adalet, ihtiram ve birlik (vahdet) davasıdır.
Bu tezde haklıydım, bugün de haklı olduğumu düşünüyorum. Son 30 senede yerel ve merkezi kamu kaynaklarını ele geçiren muhafazakâr kesim, fikri ve maddi imalattan gelmediği için emek harcamadan, üretmeden üzerine konduğu maddi kaynakları tüketme arzusuyla “medeniyet tasavvuru” geliştirme çabasına girişti ki, bu beyhude bir uğraştır; bu uğraş diyet yapmak amacıyla Ramazan orucu tutmaya, spor yapmak amacıyla namaz kılmaya benzer.
Bugün de Abdulhamit hayranlığının Mehmet Akif ve Said Nursi gibi ömürleri çile ve mahrumiyetle geçen İslamcılara karşı yol açtığı vefasızlık tarihin tekerrür ettiğini göstermektedir.
Sedat’ın haklı olduğu konu ise dil konusundaki isabetli tutumuydu. Ben o yıllarda genç okura ulaşmak için Kemalist atölye Türk Dil Kurumu (TDK)’da üretilmiş kelimelerin kullanılabileceğini düşünüyor, kullanıyordum da. Fakat zaman geçtikçe dildeki tasfiyenin totaliter yönelimli sosyo-kültürel mühendisliğin bir parçası olarak İslam’ın alem tasavvurunu, Müslümanca düşünme yetisinin tasfiyesi üzerine kurgulandığını anladım; diğeri eğer olguların ve olayların gerisinde yatan felsefi, kelami arkaplanı anlama kaygınız varsa, bu Türkçe ile düşünme yetimiz sürekli gerileyeceğinden hiçbir şeyi doğru anlamamız mümkün olmazdı, bugün olmuyor da. Belki Ahmet Cevdet Paşa, Elmalılı Ahmet Hamdi Yazır ve Said Nursi’nin ağır Servet-i Fünun dili maksada hizmet edemezdi ama 1920-1950 arası Türkçe referans alınabilir. Son 30 senede bu kanaate vardım, bu konuda rahmetli Sedat haklı çıktı.
22 senedir süren iktidar inşaattan birazcık vakit bulup da, dil meselesini teşrih masasına yatırır, 300 milyonluk Türk dünyasında konuşulan lehçeleri yakınlaştırma politikası olsaydı, gelecekte Türkçe’nin tedavülden kalkmasının önüne geçilirdi. Uzun vadede İngilizce, Arapça, Portekizce, Çince, Rusça ve belki Farsça, Fransızca ve Almanca’nın dışında kalan diller yavaş yavaş piyasa değeri olmayan diller durumuna düşecek, yerel-folklorik diller olarak mevzii fonksiyonlar görmekle yetineceklerdir. Türkçe, Arapça ve Kürtçe biliyorsanız, Saraybosna’dan Doğu Türkistan’a kadarki güzergâh üzerinde gezer, birkaç günlük kulak temrininden sonra uğradığınız her menzilin insanlarıyla rahatça konuşur, anlaşırsınız.
Yapılması gereken şey Türkçe, Farsça ve Kürtçe’nin birbirlerinden beslenmelerini sağlamak olmalıdır. Milliyetçilik, basiretini kaybetmiş elitleri üzerlerinde oturdukları dalı kesme şuursuzluğuna sevkeder.
1997’de Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, İran’da bizdeki gibi Farsça’yı Arapça’dan tasfiye etme akımı başladı ama Farsça o kadar güçlü bir edebiyat dili ki, uyduruklar asli olanların yerini alamadı. Anadilde eğitim temel haktır ama Müslüman dünyada bazı branşlarda anadilde –Kürtçe veya başka dilde- eğitim ve öğretim yapılırken, Türki Cumhuriyetler arasında dil birliğini sağlamak, Farsça ile Kürtçe ve Zazacayı yakınlaştırmak bu dillerin yaşama şansını koruyup arttıracaktır.
(Hayat yerine yaşam, eser yerine yapıt, cevap yerine yanıt, imkan yerine olanak, sebep yerine neden, ihtimal yerine olasılık vs. kelimeleri kullanmak zihni intihardır. Geçenlerde vefat eden Mehmet D. Doğan -Allah rahmet eylesin- bunun mücadelesini verdi. Ama müteahhitler, bezirganlar ve dalkavukların ördüğü duvarı aşıp sesini yetkili kademelere duyuramadı.)
Haftaya kısmet olursa “Sedat Yenigün’ün öldürülme sebebi, MTTB ve N. Fazıl Kısakürek meselesi”ni ele almaya çalışacağım.