Selefiler 

Radikal selefiliğin en somut modeli Mustafa Kemal’in tasarladığı “din ve diyanet”tir. 28 Şubatçılar MGK kararıyla Kemalist selefiliği Ankara, Samsun ve İstanbul ilahiyat fakülteleri aracılığıyla diriltmeye çalıştılarsa da, bunda başarılı olamadılar. 1971’den beri tanıdığım ahbabım Öztürk, başlangıçta tasavvufla ilgili yaptığı çalışmaları bir kenara itip, Kemalist selefiliğe yöneldikten sonra, gönlünde hep İslam içinde bir Martin Luther olmak vardı.

Geçen yazıda Selefiliği, “Müslümanların din anlayışlarını ve sosyo politik (ameli) hayatlarını Selef-i salihin’e dayandırma tezi” şeklinde tanımlamıştık. Haklı olarak bunun hayli geniş bir çerçeve olduğu yolunda eleştiriler geldi, çerçeve bu kadar geniş tutulunca, bugün, hatta geçmişte Selefi ekol sayılmayan şahıs ve gruplar da (Şia, Zeydiye, İbadiye, Zahiriler vs.) kendi görüş ve anlayışlarını Selef-i salihin’e dayandırdıklarını iddia etmektedirler.  Şia, Zeydiye ve diğerlerine göre de görüşleri vahye ilk muhatap olan ve Hz. Peygamber (s.a.)’in eğitiminden geçmiş olan Sahabe nesli, Sahabeyi takip eden Tabiin ve bu nesilden sonra gelen Etbe-i tabiine dayanır, nitekim bazılarını kapsam dışı bıraksalar da her ekol (mezhep veya fırka) kendi görüşlerine referans olabilecek sahabe, tabiin ve etbe-i tabiinden şahıslar gösterebilir. Mesela Şia’ya göre Ehl-i Beyt ve Hz. Ali’nin yanında taraf tutanlar ile tabiin döneminde bu çizgiyi takip edenlerden (Şiatu Ali) daha salih insan veya nesil olabilir mi?

Bu durumda karışıklığa sebebiyet vermemek için özellikle Reel İslam’da faaliyet halinde olan somut örnekler, modeller üzerinde durmak daha iyi olur. Dolayısıyla bu yazıda doktriner (akidevî/fıkhi) veya teorik selefilikten çok, selefi yöntem ve anlayışla hareket eden şahıs veya örgütler üzerinde durmaya çalışacağım.

Zamanımızın selefi akımlarını Resmi Selefilik ve Sivil Selefilik olmak üzere iki ana gruba ayırmak mümkün. 1990’larda yazdığım “Nuh’un Gemisine Binmek Çevrimin Son Öğretisi”) adlı kitabımda da tüm İslami hareket ve akımları “Resmi İslam-Sivil İslam” (Bkz. 4. Bsm. İstanbul-2012,, s. 61 vd.) şeklinde iki ana gruba ayırmıştım. Din siyaset, iman akıl, özel alan kamusal alan ve benzerleri gibi ayırımlar modern zamanlara ait olup, Müslüman dünyanın fikri ve politik düzeylerde Batı’nın etkisine girmesiyle ilgili asli/cevheri değil, arızidir. Ayırım özünde şizofrenik olduğundan söz konusu zihni karışıklık, çatışmaya dönüşen farklılıklar arızi/harici etkiler sonucu sahih akideye ve fıkhi hükümlerin maksadına aykırı olarak Müslümanları sosyo politik, ahlaki ve kelami/felsefi bir krize sürüklemektedir.

İlk İslamcı nesil (1850-1924) baş gösteren kaosu kozmoza irca etmek üzere sahih iki kaynağa (Kur’an ve Sünnet) referans verdiler, yeni/modern paradigma inşa ederken, geleneğin tümüne karşı çıkmak suretiyle İslamiyet’i tarihsizleştirdiklerinden –tarihte doğru yaşanmamış, maksadı gerçekleştirememiş bir din, bundan sonra da doğru yaşanmayacak demektir- , bu hareket noktası, niyeti iyi ama yöntemi yanlış olduğundan ya Selefi radikalizmleri doğurdu, ya da kaskatı gelenekçi entegrist tepkiler türetti. Radikal selefiliğin en somut modeli Mustafa Kemal’in tasarladığı “din ve diyanet”tir, bu radikalizm mantıki sonuçlarına vardırılmak istendiğinde dilden hukuka, idareden sosyal hayata, sanattan giyim kuşama jakoben değişim  politikaları benimsedi. Haliyle tepkiyle karşılandı ve neredeyse 100 senelik bir zaman selefi radikalizm ile gelenekçi entegrizm arasında saçma bir mücadele ile geçti. 

Bir Kemalist selefi: Yaşar Nuri Öztürk

28 Şubatçılar MGK kararıyla Kemalist selefiliği Ankara, Samsun ve İstanbul ilahiyat fakülteleri aracılığıyla diriltmeye çalıştılarsa da, bunda başarılı olamadılar, ancak cesaretle bu kararı sürdürme misyonunu üstlenen Yaşar Nuri Öztürk, sonunda deizmde karar kılmaktan başka çıkış yolu bulamadı.  Y.Nuri Öztürk’ün sıkça Mustafa Kemal’e atıfta bulunmasının sebebi söz konusu Selefi bakışın dini anlama ve yaşama tarzının esası haline getirilmesiydi. 1971’den beri tanıdığım ahbabım Öztürk, başlangıçta tasavvufla ilgili yaptığı çalışmaları bir kenara itip, Kemalist selefiliğe yöneldikten sonra, gönlünde hep İslam içinde bir Martin Luther olmak vardı, bu rol bugün de birçok kişinin gönlünde yatan aslandır. 

Kemalist selefilik belli laik kesimlerde kabul görüp de mütedeyyin kitlelerde kabul görmeyince, bu sefer Öztürk, aynı projeyi Ebu Hanife üzerinden yürütmeyi düşündü, bu büyük mezhep kurucusunun ne Fıkhu’l ekberi, ne fıkıh ve hadis usulüyle ilgisi olmayan birtür Protestan-selefi bir Ebu Hanife inşa ve icad etmeye başladı, bu da genel kabul görmedi. Kemalist çevrelerin Y. Nuri Öztürk söylemine ilgi duymalarının sebebi, onun tamamiyle keyfi içtihatlarla İslam’da başörtüsü emrinin, kurban kesme vecibesinin vb. birçok dini hüküm ve yükümlülüğü iptal edip laiklerde hep varolagelmiş meşruiyet krizini boşa çıkarmasıydı. Bu kesimlere dediği şuydu: Şu dindar çevrelerin tümü dini yanlış anlıyorlar, gelenekçidirler, hurafelere batmışlar, siz onlara aldırmayın, Kur’an 1.400 senedir yanlış anlaşılıyor, öne çıkardıkları dini vecibeleri yerine getirmek zorunda değilsiniz,bunlar zaten dinde yok, bunların cemaat ve tarikatları ile siyasileri, partileri dini istismar ediyorlar. Bu, “Yine de dini bir vecibeyi yerine getiremiyorum” diye içten içe vicdan azabı çeken laik insanları rahatlattı, derken zaman içinde yerel ve merkezi kamu kaynaklarıyla zenginleşen muhafazakar/dindar kesimler de fıkhi vecibeleri bir kenara itip Yaşar Nuri’nin Kemalist selefiliğine katılmış oldu.

Öztürk’ün Diyanet İşleri Başkanlığı’na olan kızgınlığı, kuruluşunda esas alınıp zaman içinde Protestan İslam’a dönüşeceği umulan bu devlet kurumunun, Osmanlı din tecrübesi –her ne kadar tam olarak ne anlama geldiğini bilmedikleri halde- dindar kitlelerin itikatta Maturidiliği, amelde Hanefiliği elden bırakmaması, DİB’in de bu yönde dini söylem ve pratik sürdürmesidir. Mesela Diyanet, 28 Şubat’ın mihnesinde bile başörtüsünün dini bir vecibe olduğunu söylemekte ısrar etti.

Bugün hayli yayılma istidadı gösterdiği öne sürülen deizm ve sonuçta deizme besleyici malzeme taşıyan tarihselciliğin arkasında bu Kemalist selefi modelin etkisi var; tabii ki tarihselcilerin tümünü buna dahil etmek haksızlık olur, içlerinde iyi niyetle hükümlerin teşekkülünde Vasat-ı hükmü hermönetik, Makasıdu’ş Şeria’yı tarihselcilik zannedenler çoğunlukta.

Selefi-gelenekçi çatışması

Her türden yeni okuma biçimine şiddetli tepki gösteren entegrist gelenkçiler de bir başka tefritin içinde kelami/felsefi, entelektüel, siyasi, fıkhi tecdit, ıslah veya ihya hareket ve teşebbüsü İslam’ın dışına çıkmakla mahkum etmektedirler; Selefi-Vehhabi, Şii, Zeydi, ıslahatçı, ihyacı düşünce ve akımları geniş İslam dairesinin dışına çıkaran bu gelenekçiler Sünniliği bir müdafaa hattı olarak tahkim etmekte, Sünnilikten anladıkları dört kurucu Sünni İmam’ın görüşlerine ve verdikleri mücadelelere aykırı olarak iktidarların sivil-dini uzantıları rolü oynamaktadırlar; Selefilerin ikitdarla da ilişkileri bu Sünni gelenekçilerden farklı değildir. Radikal selefilerle engegrist gelenekçiler “tekfir, sapkınlık, rafızilik, şirk, zındıklık” gibi suçlamalarla aynı çizgide buluşturmaktadır. Hal böyle olunca İslam dünyası beyne’l ifrat ve’t tefrit arasında gidip gelmekte, bir türlü bu sarmaldan çıkamamaktadır. Birbirlerine duydukları nefret öylesine derin ki, Gazze’de tarihin en büyük soykırımı yapılırken, Suudi, Mısır, Suriye ve başka yerlerdeki selefileri İsrail’le işbirliğine sevkedebilmektedir. 

Haftaya Suud ve Kemalist selefiliğin politik parolasını ele almaya çalışacağım: “İçeride Nutuk, dışarıda Kur’an!”

- Advertisment -