Benim de içinde olduğum birkaç kuşak için bazı ifadeler birbirinden ayrılmaz. Birisi “Bir bilmecem var çocuklar” dese, hep birlikte “Haydi sor sor sor” deriz. “Yok aslında birbirimizden farkımız” dendiğinde hemen tamamlarız: “Ama biz Osmanlı Bankasıyız.” Ya da birisi sorsa “Sevgi neydi?” diye, herkes “Sevgi emekti” der. Hayatımızın kalıpları işte…
İlk iki kalıp reklamcıların başarısı. Üçüncüsü ise Cengiz Aytmatov, Atıf Yılmaz, Ali Özgentürk, Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’e uzanan bir filmin cuk oturduğu hayatlarımızdan çıkan “toplumsal hafıza” hikâyesi. Evet, “Selvi Boylum Al Yazmalım”dan bahsediyoruz.
Cengiz Aytmatov farklı isimlerle ama en çok “Kırmızı Eşarp” diye anılan bu uzun hikayesini 1960’ların başında yazmış. 1977’de Atıf Yılmaz filmi çekmiş. Büyük ölçüde Türkiye’ye ve 70’li yıllara uyarlanmış. Dilimize pelesenk olmuş “Sevgi neydi?” sorgulaması, anafikir olarak yer almakla birlikte hikâyede harfiyen yok. Onu da eşi Işıl Özgentürk’ün çalışması sebebiyle küçük çocuklarına bakmakta olan senarist Ali Özgentürk eklemiş. Bir çocuğa bakarken severek harcanan yoğun emekten bahsediyor aslında için için. Zaten Aytmatov da aynı yerden hareket etmiş, bir çocuğun gerçek anne babasının dünyaya getiren mi, yoksa emek verip büyüten mi olduğunu sorgulayan bir Çin masalından esinlenmiş. Hatırlayın, filmde de Asya’nın kararında oğlu Samet’in seçimi etkili oluyor. Bir şekilde aynı yola çıkabiliyor sevgi hakkındaki kararlar.
1970’lerin sonu, 1980’ler ve 1990’larda Türkiye’de bu filmi izleyip de dertlenmeyen pek az insan vardı sanıyorum.
Bir yanda aslında pek de selvi boylu olmayan, orta boylu Asya. Üstelik film çekilirken, hikâyede 20’lerinin başındaki, Asel adında, kolunun altında kitaplarla dolaşan Sovyet köylüsü incecik kırılgan genç kıza göre biraz daha yaşlı, 31 yaşında, balık etli ama çok kırılgan bir Türkan Şoray. Diğer yanda, 28 yaşında gencecik bir Kadir İnanır. Gönül telimizi titrettiği kesin. O derece titretti ki hattâ,1980’lerde video çıktığında sanki bu icat Kado’nun filmlerini izlememiz için yapılmış gibi bir sürü kız çocuğu ve kadın evlerde toplanıp hep onu izledik. Bunlara ek olarak, şimdi hâlâ “Ahmet Mekin’in askerleriyiz” sloganı attıran bir Ahmet Mekin de orada, filmde Cemşit, hikâyede Baytemir adıyla.
Ben “sorumluluk meraklısı” kuşağın en sıkı temsilcilerinden bir genç kız, hattâ kız çocuğu olarak her zaman Cemşit’in tarafındaydım, pek tabii ki. O zamanlar annelerimiz yaşında olan kadınlar da ekseriyetle benim tarafımdaydı. Ama aklımız da Kado’da kalırdı kuşkusuz. Sanki “sevgi” hep böyle biraz buruk bir şey olmalıydı, içerdiği zehir sanki doğasında vardı, kabul etmek gerekirdi gibi…
Kuşkusuz, Kado’nun tüm göz alıcılığına karşın, Cemşit’in özellikle Samet’e verdiği emeği göz ardı edebilecek pek az kimse vardı aramızda. Zaten Kado bugün var yarın yok, orada Asya Kado’yla gitse, nerede, hangi “çok zor durumda” yeniden yok olur, bunu düşünmeye mecalimiz yoktu tabii.
“Boyun posun devrilsin Kado!!!”
“Yapmayacaktın bunu bize Kado!!!”
“Sana da yazık oldu Kado!!!”
Az da olsa Asya’nın Samet’i alıp Kado ile gitmesini isteyenler de çıkardı, artık nasıl sıkılmışlarsa hayattan… Bunlara ama, “Ahhh canım, hayat öyle değil, Allah şifa versin” tonunda biraz da yukarıdan bakılırdı, bu da bir gerçek…
“Selvi Boylum Al Yazmalım” sonraki zamanlarda da hep bizimle birlikteydi. “Sevgi neydi?”nin içi komik şekilde boşalmıştı ama içimize oturan içeriği hâlâ aklımızdaydı. Bu içeriğe uygun kararlar alabilen akıllı kadınlar da çıktı aramızdan; tersine, filmdeki durumun kendi hayatıyla bağlantısını kuramayıp, zehirli bir erkeklik peşinde koşup akıllanmak için zamana ihtiyaç duyanlar da. Zararın neresinden dönülse kâr tabii… Dönemeyenler, yolu tamamen kapattı, o da ayrı konu…
Şimdilerde, neredeyse sık sık, Twitter’da yeni kuşaklardan olduğunu tahmin ettiğim kullanıcıların filmden ve Asya’nın seçiminden bahsettiklerini görüyorum. Ama bu sefer jargon değişmiş vaziyette. Artık pek kimse Kado demiyor Kadir İnanır’a, onun yerine “toksik erkeklik” temsilcisi İlyas’tan bahsediliyor. Gençti, yakışıklıydı, duygusaldı denmiyor; zehirli erkekliğine vurgu yapılıyor iyiden iyiye. Ne kadar haklılar… Sen küçücük çocuğunu, hiçbir güvencesi olmayan, tamamen sana inanarak hayatını kuran, “al yazmalım” romantizmi yaptığın Asya’yı “Bunalıma girdim, yüzlerine bakamam” gibi kendine meftun bir triple bırakıp ortadan kaybol, başka bir kadına sığın, biz de üzülelim… Olacak şey değil. Twitter’da dolu dolu İlyas’a kızan, “Şerefsiz herif” diye hıncını almaya çalışanlara katılıyoruz tabii ki. Arada bir Cemşit’i sinsilikle, pısırıklıkla vs suçlayan basiretsiz kullanıcılara lâf yetiştirip hep birlikte karşı çıkmak da boynumuzun borcu.
Yazıyı yazmadan önce bir daha, yeni bir çeviriden okuduğum hikâye, ana hatlarıyla değilse de, tonlamalarıyla epey farklı aslında. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet dönemi kollektivist hayat, topyekûn kalkınmada bireylerin sorumluluk ve çalışma bilinci de önemli bir tema olarak devreye giriyor kitapta. Bildiğimiz Rus edebiyatı uzun tasvirleri ile anlatılan “tabiat”ın da filme göre çok daha önemli bir rolü var hikâyede. Ama daha önemlisi, Asya (Asel), İlyas/Cemşit (Baytemir) kararını hiç de o kadar zor almıyor. Daha ziyade bu karara ve genel olarak Asya’nın tavırlarına İlyas akıl sır erdiremiyor.
“Asel’in bana karşı bu derece katı yürekli davranabileceğini aklım almıyordu.”
Zaten filmdeki o çok dokunaklı iç sesler de olmayınca, sonuç değil de süreç daha fazla önem kazanıyor. Sevgi iyice emek oluyor.
Kitabı yeniden okuyup filmi yeniden izledikten sonra, üstüne bir de “The Power of the Dog” filmine gözüm ilişti. İki satırla değinip geçilecek bir film değil Jane Campion’ın bu şaheseri, muhtemelen 2021’in en iyi filmi olarak kalacak hafızalarımızda. Gazete Duvar’da Zehra Çelenk nefis bir yazı da yazdı, meraklıları için şu linkte: https://www.gazeteduvar.com.tr/hem-bicak-hem-de-yara-olarak-toksik-erkeklik-makale-1545800
“Toksik erkeklik ne menem bir şeydir, ataerki bir erkeğin ruhunu nasıl yaralar, o yaralardan sızan zehir çevredeki herkesi, özellikle de kadınlar ve çocukları nasıl soluk alamaz hale getirir… Thomas Savage’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, tüm bunları en iyi anlatan hikâyelerden biri. Diyaloglardan çok uzun sessizliklerin, bazen bir bakışma bile içermeyen temasların geriliminden bir dil kuran, nesnelerin birer karakter kadar önem kazandığı, atmosferi çok güçlü, anlatımı görünürde yumuşacık, anlattığıysa seri kağıt kesiği kadar sert bir film, ‘The Power of the Dog.’”
Bizim naif “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmi ve daha çok da uzun hikayesi ile karmaşık ama keskin “The Power of the Dog” filmini birleştireceğim yer, işte bu, toksik erkekliğin kadınları ve çocukları soluk almaz hâle getirdiği gibi bir erkeğin ruhunu da nasıl yaraladığı hakkındaki tespit. İsteyenler bunu günümüzün “içler acısı” siyaset dünyasına da uyarlayabilir. Tam olarak, içi de, dışı da, seni de, beni de yakar bir “kaybet-kaybet” hikâyesi ya da filmde imâ edilen, Aytmatov’un hikâyesinde daha uzun anlatılan İlyas’ın (da) mutsuzluğu, zehirli erkekliğin kübüne zararı tespiti…
Kitabın sonlarında, Asya, Samet ve Cemşit elele giderkenki yüreğimizi soğutan hislerini İlyas şöyle anlatıyor:
“Kayaya yaslanmış bir durumda uzun süre baktım arkalarından, sonra geriye döndüm. [Daha önce Samet’e hediye ettiği, GS] Oyuncağın yanına gelince durdum. Çukurda, tekerleri havada yatıyordu kamyoncuk. Gözlerimden sıcak yaşlar süzüldü. Kendi kamyonumun burnuna elimi koyarak, “İşte, bu da böyle bitti!” diye geçirdim içimden. Motorun sıcaklığı yüzüme vurunca arabama karşı bir sevgi kaynadı içimde. Oğlumla son karşılaşmamızın tanığı olmuştu çünkü…”