Eczane raflarının şifa sebebi ilaçlarla dolu olması, herhangi bir hastalıktan kurtulmak için raflardaki ilaçlardan herhangi birini çekip almamızın yeterli olacağı anlamına gelmiyor. Bilakis her hastalığın ilacı ayrı olduğu gibi, aynı ilacın dahi hastadan hastaya farklı şekillerde kullanılması gerekebiliyor. Birden fazla ilacın kullanılması gereken hastalıklarla ilgili de benzer bir durum var. İlaçlardan sadece birini kullanmak şifa bulmak için kâfi gelmiyor.
İlaçlar için geçerli olan bu durum, insanın hakikatler ile temasında da geçerli. Hakikatle bir şekilde temas halinde olmak, mutlaka onunla doğru yerde, doğru zamanda, doğru ölçüde ve doğru şekilde hemhal olunduğu anlamına gelmiyor. Bilakis nasıl şifa sebebi bir ilacın her hastalık için kullanılması maraz doğurduğu gibi, doğru teşhis edilmiş bir hastalıkta doğru ilacın haddi aşan bir dozda kullanılması insanı ölüme götürebiliyorsa, aynısı hakikatle temas için de geçerli. Doğruları doğru yerde, doğru zamanda, doğru ölçüde ve doğru formda değerlendirmek lâzım geliyor.
Mü’minler açısından bakıldığında, bu durum, Kur’ân’la ve Peygamber aleyhissalâtu vesselamın sözleriyle muhatabiyet için bir yöntemin gerekliliğinin işareti olarak okunabilir. Nitekim, insan hayatı ve onuru gibi dinin üzerinde titrediği nice değeri güya din adına çiğneyen insanların hepsinin elinde Kur’ân’dan âyetler, dilinde Pyegamberden sözler olduğu halde bu durumun gerçekleşmesi tam da bu usulsüzlükten. Bazıları, herhangi bir durumda herhangi bir âyete veya hadise atıfla meseleyi hallettiğini zannediyor. Böylece, nice âyet ve hadisin Kur’ân ve sünnetin meramına uygun olmayan, dahası aykırı düşen yer, zaman ve şekillerde kullanıldığını görüyoruz. İlacın doğru yer, zaman ve dozajda kullanılmadığı takdirde şifa getirmeyip bilakis maraz doğurması, hatta ölüme sebebiyet vermesi misali, âyet ve hadislerle böyle usulsüz temaslardan da şifa ve rahmet hâsıl olmadığını, bilakis maddî ve manevî hayatlara kasteden felâketler zuhur ettiğini tecrübeten görüyoruz.
Bu bağlamda, özellikle güç, servet, iktidar ve otorite sahiplerinin dinin doğru mesajını yanlış niyetlerine âlet etmeleri; mü’minler nezdindeki itibarı ve otoritesi sebebiyle âyet ve hadisleri kendi pozisyon, hedef ve çıkarlarına uygun bir sonucu elde etmek için bir manipülasyon aracı olarak kullanmaları olgusu, her zamanın bir gerçeği olarak karşımızda.
Meselâ sabrın baştan sona Kur’ân’da mü’minlerin defaatle kendisine davet edildiği bir güzel haslet olmasına karşılık, sabra dair âyetlerin birilerince bir zulme itirazı bastırmak yahut bir yanlışa karşı gelişen direnci kırmak için kullanılabildiğini sıklıkla görüyoruz. Bu, doğru bir ilacın rastgele, yersiz ve yanlış kullanımına benzer bir duruma karşılık geliyor.
Yahut, bir hastalığın tedavisi için birkaç ilacın beraberce kullanılması gerekirken sadece birini yeterli görmeye benzer şekilde, sabırla birlikte Kur’ân adaleti ve merhameti de emrettiği halde, sabra çağıran âyetlerin merhametsiz eller tarafından adaletsizliklerine ses çıkarılmamasını temin için manipüle edilebildiğine de, tarihte ve bugün, sıklıkla şahit oluyoruz. Meselâ Asr sûresi ‘hüsrandan kurtulanların’ özelliği olarak ‘sabrı tavsiye’ye dikkat çekerken, birileri aynı sûrenin ‘hakkı tavsiye’yi hem de sabırdan önce zikrettiğini gözardı ediveriyor. İş bununla da kalmıyor. Sûrede tek taraflı bir tavsiyeden söz edilmiyor; aksine, tavsiyeyi hem veren hem alan olmak mânâsını içeren, bir tarafın kendisini sadece tavsiye veren olarak konumlandırıp diğeri karşısında üstünlük vehmi üretmesini bertaraf eden işteş bir fiil olarak ‘tavsiyeleşme’ye sûre mü’minleri çağırdığı halde, birileri bu işteşliği de gözardı ediyorlar.
Çünkü güçlüye hakkı ve adaleti tavsiye etmenin maliyeti ve riskleri var. Zayıfa sabrı tavsiye etmenin ise hiçbir maliyeti bulunmuyor. Keza, sadece ‘tavsiye eden’ olmanın tahakküm de inşa eden bir tarafı var. Ama âyet tavsiye etttiği kadar tavsiye alan da olmayı gerekli kılan işteş bir fiil olarak ‘tavsiyeleşme’yle tarif ediyor ‘hüsrandan kurtulan’ları… Yahut, Beled sûresinin ‘sarp yokuşu aşmaya’ çağıran diliyle konuşursak, zayıfa sabır tavsiyesi ancak güçlüye merhamet tavsiyesiyle birlikte yerini ve kıvamını bulmakta. Ama sûredeki bu bütünlüğün tam aksine, sıklıkla ‘muktedire merhameti tavsiye etmeden mağdura sabrı tavsiye’ tabloları çıkıyor karşımıza.
Fakirlikle ilgili âyet ve hadislerin ne şekilde kullanıldığına baktığımızda, aynı durumdan söz edebilir haldeyiz. Çok zor şartlarda herkesi karşısına alıp iman eden, iman etmenin malıyla, canıyla sınanma ve elde avuçta olanı yitirme anlamına geldiği şartlarda dahi ayağını ve kalbini kaydırmadan iman üzere kalan insanlar elbette takdiri hak ediyor ki, âyetlerde de, hadislerde de onların övüldüğünü görüyoruz. Ama bu durumdaki fakirleri öven Kur’ân, aynı zamanda, fakirliği gidermeyi Müslüman toplumun üzerine bir yükümlülük olarak koyuyor: “Tâ ki o servet, sadece zenginleriniz arasında dolaşan bir devlet olmasın” (Haşr, 59:7).
Gelin görün ki, fakirliği gidermek için zengini adalete, hakkâniyete ve merhamete davet etmenin maliyeti var. Bir tarafta zenginle, servet ehliyle temasın getirdiği imkânlar, öte tarafta böylesi uyarılarla servet ehlinin hışmını üstüne çekmenin getireceği riskler… Hele ölçüsüz zenginleşmenin genellikle yolsuzluk, usulsüzlük, emaneti ehline vermeme, nepotizm, hukuku güçlü lehine kullanma gibi bir dizi siyasî tercihle irtibatı hesaba katılırsa, fakirliği gidermek için girişilecek çabaların ekonomik alanın zenginleri kadar, siyasî alanın muktedirlerini de rahatsız edeceği, onlar nezdinde de risk almak anlamına geleceği aşikâr. Ve böyle bir durumda, zengine ve muktedire düşen sorumluluğa değinip de herhangi bir riske girmeden, bilakis onların da hoşuna gidecek şekilde ihaleyi sırf fakire yıkan, fakirlere sabrı tavsiye edip fakirliği ise ‘imrenilecek bir durum’ olarak takdim eden bir din dili meydan alıyor. Öyle ki, bir eli yağda bir eli balda olup, geçelim kendisini, yedi neslinin dahi geçim endişesi ortadan kalkmış haldeki kişiler, fakirlerin karşısına çıkıp, âhiretteki sonuçlar açısından asıl onların imrenilecek insanlar olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Bu söyleme itiraz etseniz, itirazınıza reddiyeleri de hazır. Böyle bir itiraz karşısında, fakirleri öven hadisleri birbiri ardınca sıralanmaya başlıyor…
Bu hadislerin elbette bir karşılığı var. Kime ve ne zaman söylendiğine dikkat edildiğinde, görüyoruz ki, o övülen fakirler Allah yolunda herşeyden vazgeçebilmiş insanlar. Ama Peygamber aleyhissalâtu vesselam fakirleri öven o hadisleri söylerken, bir eli yağda bir eli balda biri değildi. Kendisi dörtyüz odalı sarayda veya sekiz odalı villada yaşarken barakada hayata tutunmaya çalışan bir fakire bu sözleri söylemiş de değildi. Bu hadisler, servet birileri elinde toplanırken başka birilerinin bu zalim düzene itirazlarını bastırmak için söylenmiş hiç değildi. Bilakis, Resûlullah ve ailesi dahil herkesin yokluk ve sıkıntı yaşadığı bir zamanda, imanları uğruna hicret eden, kurulu düzenini terkedip fakirliğe razı olan Mekkeli Muhacirîn yahut onların geçimini temin için kendi lokmalarını bölüşüp eksiltmeye gönülden razı olan Medineli Ensar için bu sözler söylenmişti. Mü’minler böyle bir tercihle yüzyüze gelmişken, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın evinin bir köşesinde birikmiş altınlar yoktu; bilakis o, Hz. Hatice ile ticaret ortaklığı ve sonra evliliği sebebiyle ciddi bir birikimi olmasına karşılık, bu servetin hepsini mü’minlerin Kureyş müşriklerince üçbuçuk sene açlığa maruz bırakıldığı boykot günlerinde onların açlığının giderilmesi için zaten tüketmişti. Sonrasında da, yastığının altında tek bir dinar bulunur halde sabahladığı tek bir gün dahi olmamış, hepsini geciktirmeden mü’minler için harcamıştı. Ve herkesin açlık duygusunu bastırmak için karnına birer taş bağladığı yokluk günlerinde, Peygamber aleyhissalâtu vesselam ise karnına iki taş bağlamış haldeydi.
İşte o günlerden, Hz. Peygambere ve Peygamber evine dair birkaç enstantane:
“Resûlullah, peşpeşe birkaç gün hiç yemek yemeden gecelerdi. Ailesi de yiyecek akşam yemeği bulamazdı. Çoğu zaman ekmekleri arpa ekmeği idi” (Tirmizî, Zühd 38; İbn Mâce, Et’ıme 49)
“Muhammed’in ailesi olan bizler, bir ay beklerdik de, yemek pişirecek bir ateş yakmazdık. Yiyeceğimiz hurma ile sudan ibaretti” (Hz. Âişe’den rivayetle, Müslim, Zühd 26).
“Muhammed’in aile efradı, Medine’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı” (Buhârî, Et’ıme 6; Müslim, Zühd 20).
“Ben Resûlullah’ın gün boyu açlıktan kıvranıp karnını doyuracak basit bir hurma bile bulamadığını gördüm” (Hz. Ömer’den rivayetle, Müslim, Zühd 36).
Fakirlerin sabırları ile övüldüğü, cennete zenginlerden önce gireceklerinin ve orada mazhar olacakları nimetlerin müjdesinin verildiği şartlar, işte o şartlardı ve Hz. Peygamber ile ailesi Allah yolunda yaptıkları büyük tercihin sonucu olarak vuku bulan o şartların sonuçlarıyla herkesten fazla yüzleşmişlerdi. Yani o hadisler, hâşâ, haksız ve adaletsiz bir düzenden nemalanırken bir de itiraz etmesinler diye fakirleri susturmak amacıyla söylenmiş değildi. Kendisi kebap ve sucuk partileri yaparken fakirleri kuru ekmeğe razı etmek veya razı olmadığında suçlamak için de söylenmemişlerdi. Allah yolunda yaptıkları tercihin neticesi bir dönem açlıkla, yoklukla, yoksullukla, geçim zorluğuyla sınanan mü’minler için o hadisler, o sınanmaya bile isteye herkesten önce dahil olan bir insan tarafından söylenmişti.
Aynı Peygamber, o şartlarda mecburen katlanılan fakirliğin insan için ve insanlık onuru açısından taşıdığı risklerin de farkındaydı ki, fakirliği bir ‘fitne’ olarak tanımladı. Onun yaptığı dualardan biri şöyleydi: “Allahım, cehennemin fitnesinden ve azabından, kabir fitnesinden ve azabından, zenginlik fitnesinin şerrinden ve fakirlik fitnesinin şerrinden Sana sığınırım.”
Dahası, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın gözünde fakirlik, neredeyse küfre eşdeğer bir tehlike niteliğindeydi ki, “Allahım, küfürden ve fakirlikten Sana sığınırım” diye dua etmişti. Onun imanın zıddı olarak küfür ile birlikte fakirliği şerrinden Allah’a sığınılacak iki nitelik olarak birbiri ardınca zikrettiğini işiten bir sahabi, bunun üzerine hayretle kendisine “İkisi birbirine denk mi?” diye sormuştu da, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam “Evet” demişti (Nesâî, İstiâze 29).
Çünkü o, fakirliğin insanlık onurunu da, isabetli düşünme melekesini de dumura uğratan; kendisinin veya ailesinin geçimine odaklanmış bir zihin ve kalble başka şartlarda hayır diyeceği şeylere evet demeye insanı mecbur hissettiren bir tarafı olduğunun; insanı herşeye müsait ve her iş için kullanılır hale getirdiğinin; insanda düşünecek hal bırakmadığının ve hatıra getirdiği kaygılarla düşünüş biçimini bozduğunun farkındaydı. Fakirlik bizzat övülecek birşey değildi; bilakis neredeyse küfürle eşit olan fakirlikle sınandıkları şartlarda ayaklarını iman üzere sabit tutan sahabiler zorun zorunu başardıkları için elbette övülmeyi hak etmiş ve de övülmüşlerdi.
Bir mü’min olarak Kur’ân’ın ve Resûlullah’ın insan için açtığı yola, insanlık onuru ve haysiyeti için bizi davet ettiği hassasiyete bakıyorum da, fakirliği gidermeyi bir insanlık görevi bilecek yerde kendi servetini veya iktidarını tahkim için âyet ve hadisleri istismara yeltenenlere diyecek çok sözümüz olduğunu görüyorum.
Herkes yokluk çekerken herkesten fazla o yokluğa razı olan Hz. Peygamberin diline, hadis olarak bize kadar ulaşan o sözler çok yakışıyordu.
Ama o hadisler, saraylardan, villalardan, yumuşak koltuklardan, lüks arabalardan, çok rakamlı banka hesaplarından ve mangal partilerinden arta kalmış ağızlara hiç ama hiç yakışmıyor…