Söyleyene mâlolmuş, onun alâmet-i fârikası, markası/hırkası hâline gelmiş şarkıları, başka seslerin yorumlaması –eğer olduysa- çok hoşuma gider.
Orijinalinin yeri baş üstünde de… Sevdiğim şarkının başka ses, gırtlak, yorum, ruhla dile gelmesi, bazen beğenilerime de farklı lezzetler katar.
Bir zamanlar “dünya”yı tutan “menemen soğanlı mı olur, soğansız mı” tartışmalarına sürkontur çekip, soğanın ardından sahana bir-iki diş sarımsak eklemek de “cover”dır.
Bir bakmışım… Eagles’ın kült “Hotel California”sının, The Animals’ın “Don’t Let Me Be Misunderstood”unun reggae versiyonları, ritmi ve bilhassa aksanıyla beni iki yana sallamaya başlamış.
Bu mevzuda Leonard Cohen’e yaşarken adanan “I’m Your Man” belgeseli de, özellikle Rufus Wainwright, Teddy Thompson, Antony’nin yorumları (ve görselliği) başta olmak üzere, o şarkıları “sen de söyle” babındandır.
Mevzuyu uzatmadan Frazey Ford’un “One More Cup of Coffee” “cover”ını da araya katayım, Müslüm Gürses’e yollayacağım “Olmasa Mektubun”un da pulunu yapıştırayım.
Bu arada “asıl”ı yorumlayanların, müzikal devriâlemlerindeki çiçekli VW minibüslerinin arkasına “Babam sağolsun” yazdıklarını hayal ederim.
Aslı daha kıymetli olduğu için değil, “asıl” olduğundan.
Bazen gözden-gönülden kaçan bir “orijinal”i, “cover”ıyla daha çok benimsemek de mümkündür. (¹)
Buna da kendi repertuar sahanlığımda, öncelikle Michael Jackson’ın “Billie Jean”ini başucuma yerleştiren The Civil Wars’ı örnek verebilirim.
Örneği çoktur da… Misal, “Jersey Girl”ü Bruce Springsteen’in ardından Tom Waits’in yorumlaması bence efsanedir.
Eskitilmeli, yıpratılmalı, ızgaraya marinesiz atılmalıydı zaten o şarkı biraz: Şa la la la…
Geçenlerde sosyal medyada bir video seyrettim.
Başında takkesi, üstünde yeleği, kır sakallarıyla, lakabı medyada yakasına iğnelenen bir “Hacı Amca”, elinde mikrofonu şarkısını söylemeye hazırlanıyor.
Ekranın sol köşesinde Kontv (²) amblemi var.
Neyi, kanunu, Türk Sanat Musiki enstrümanlarıyla kıvamında bir girişin ardından başlıyor şarkısına:
“Gönlüme bir ateş düştü, yanar ha yanar, yanar…”
Vay be… Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı.
İçiyor mu bilmem ama “cigaralı sesi” yakalıyor beni; bir an makam, ritim, diksiyon, mini minnacık kaçsa da, olmuş. Hatta o “kusurcuk” yakışmış bile muhabbete.
Farklı diksiyon ve bilhassa aksan, bazen şarkıları daha da güzel kılıyor.
Bence, gayet olmuş.
Masada söylese, kimsenin gözü kadehinden kalkmaz.
Merak ettim tabi. “Soslu medya”daki yorumlara baktım.
Genel olarak yazılanları “İftar duası beklerken içinden Cem Karaca çıkan Hacı Amca” başlığıyla özetlemek mümkün.
Sonra ramazanda bu şarkıyı okuyanın Konya’da bir caminin imamı olduğu yerleşti tweetlere. Hatta caminin ismi de verildi.
Ardından Konhaber’in konuyla ilgili acil açıklamasına da ulaştım.
1. Video yeni değildi. Kontv’nin “Sohbeti Seda” programında 2013 yılında yayınlanmıştı.
2. Ramazanda yayınlanmamıştı.
3. Şarkıyı seslendiren Mehmet Çetin cami imamı değil, o programın iki sunucusundan birisiydi.
Açıklamanın yüreğime su serpen tek yanı, “Sohbeti Seda” programının bu kez “Nostalji Esintileri” adıyla yeniden yayına alınacağının duyurulmasıydı.
Diyebilirim ama… “Ey ulusal reyting, sen nelere kadirsin” demeyeceğim.
Şarkılar “her ekranda” yaşasın. Yeter ki, sen şarkılarını söyle…
Velev ki… Program güncel, Mehmet Çetin imam olsaydı ve ramazanda yayınlansaydı… Ne ola?
Hem Çetin imam olmayabilir ama Konya’nın kayda değer yerel gazetelerinde namı, “Mehmet Çetin Hoca”.
“Soslu medya”nın hınzır yorumları, “Kontv’deki takkeli-sakallı”, “Ne haddine…” efektleri bir yana…
Onun şarkılarını muhafazakârların söylememesi-sevmemesi için antagonist, tezad-ı mütebayine bir durum var mı acaba?
Mesela Mehmet Çetin’in de parmaklarını öne uzatarak, şevkle söylediği “Elleri ak yumuk yumuk, ojeli tırnakları” dizeleri…
İde(a)olojiler bazen sınıf, din, kültür, sağ-sol, falan-filan, her işi bir kenara bırakıp “oje üzerinde” buluşamaz mı bir an…
Bir meseleyi “oje üzerinden” tartışamaz mı, tartışmadı mı emsallerini?
Oje dindarda olduğu kadar, devrimci proleterde de “mesele” değil miydi bir zamanlar anadoluda.
Filmde ağaçtan düşen elma, yuvarlanıyor, yuvarlanıyor, yuvarlanıyor, dereye varıyor, sürükleniyor, sürükleniyor da, bir arpa boyu yol gidip, ilk virajda çürüyen elmaların yanında hizaya girmiyor muydu?
Biz de çıkmıyor muyduk kerevetine…
Cem Karaca’ya ses rengiyle, kendine has yorumuyla hiç solmayan bir sevgim bâki ama… Geçmişe bakıp, daha da ileri gideyim.
Yıl 1973. Saat 14.23; TRT 2’de bir eğlence-yarışma programı. Büyük ödül, siyah beyaz TV.
Stüdyoda Cem Karaca.
Bıyığının uçları uzun-sarkık, yani o günlerin “devrimci bıyığı”… (Sonra o bıyığı daha da uzatarak Ülkücüler devralacak. Devrimci bıyık da dudak altından kesilip, gür pos bıyığa dönüşecek)
İri, kara, bir nevi steampunk gözlüklü Karaca’nın uzun saçları “hippi”. Gömleği uzun yakalı Antuan.
Pantolon Osmanlı külhan; bol paça. (Rivayete göre, Osmanlı kabadayıları bol paça pantolonun uçlarına içeriden küçük bir kurşun parçası dikerlermiş… Ki yürürken paçalar, bir o yana, bir bu yana…)
Tek düğmeli kruvaze ceket… Çizmeleri yüksek tabanlı-topuklu, poliüretan.
Eklektik sahne kıyafetini, iri tokalı -kovboy- kemer tamamlıyor.
Namus Belası’nı söylüyor. Nakaratı, “At bizim, avrat bizim, silah bizim, şan bizim”…
Söz ve müziği Karaca’ya ait şarkıda, dağa/ıssıza kaldırılan sevgilinin intikamını alan gencin hikâyesi var.
Ama sahiplendiği at-avrat-silah, dağa kaldırmanın yahut daha lisan-ı münasiple sevdalısını kaçırmanın da olmazsa olmaz üç ana aksesuarı.
Ve şarkının ana teması, “avrat”ı kaçıran başkalarının kurşunlanması üzerine…
Zira “namus belasına döktüğümüz kan”ın yanısıra “avrat” da bizim.
“Töre terörünün bestelenmişi”, desem.
Şarkıdaki hayal, yârin yüzünü besmele ile açıp diz dize oturmak.
Ama yüz bin kere tövbe edip, yine şarap içmek de var.
“Tövbe” bir bakıma “günah çıkarma”nın “Pek Yakında”sı, kısa tanıtımı.
Ben o tanımıyla etmem mesela.
“Asla”nın, günahın, dönemsel terazilerdeki karşılığı, insanı o “günah çıkarma kafesi”nden daha dar yerlere kapatır.
Never say never again, yani… (Kaynak eser: Bond, James Bond)
Neyse… TRT 2’de bu dramatik şarkıyı Karaca’nın ardında salınarak/gülümseyerek dinleyen yarışma hostesi “avrat”lar, mini mini etekli.
Besmele senaryo gereği olacak da, diz dize oturmak açısından etek boyu o sahneyi biraz zorluyor gibi.
Sol, sağ, din, şarap, gelenek, töre, modern, Osmanlı, hippi, kan, mavzer, eşkıya iç içe… 32 kısım tekmili birden…
İşte hayat… Farklı ekolden ifade edersek, “İşte hendek, işte deve…”
Ve finalde elinde canlı beyaz güvercin ile upuzun saçlı Halit Kıvanç geliyor sahneye.
At-avrat-silah-namus-tecavüz-intikam-infaz-kan ve idamın ardından, biraz da “peace” bari.
Lakin “peace”i, sakın ola “Make love, not war” olarak almayın.
Hissettiğim mesaj, “Savaş ama -öyle şıppadanak- sevişme”…
Bir de Kıvanç’ın elinde çırpınan güvercine sormalı tabi.
Yurttan sesler yahut dinleyici istekleri kaale alınıyorsa… Mehmet Çetin Hoca’dan yeni programında “Çok yorgunum”u dinlemek isterim doğrusu. Eminim, o da (s)edâsına çok uyacaktır.
Sağdan soldan dudak büken medyayı boş ver hocam, sen şarkılarını söyle.
Öyle detone, bozuk düzen, küflü sandıktan çıkarılan “Beraber yürüdük biz bu yollarda” gibi değil ama…
Sen şarkılarını söyle.
Ben de masamda tuzlu can eriğine uzanayım… Boş ver.
BİR FİLM/BİR REPLİK
SİYASET BİR ÖMÜR SÜRER, DİRENMEK BİR DAKİKA
– Belki de birlikte şarkı söylediğiniz arkadaşının yanına gitmelisin.
– Evet, sanırım onun yanına gitmeliyim.
Inside Llewyn Davis (Sen Şarkılarını Söyle), Yön: Ethan-Joel Cohen.
(¹) Cover, yorum filan deyince… Quilapayun’dan Inti Illimani’ye, Milva’dan Kızıl Ordu Korosu’na, Goran Bregovic’e kadar hemen tüm yorumlarını dinlediğim “Bella Ciao”nun bana en yatkını “La Casa De Papel” dizisinde karşıma çıktı.
Buyrun…
İlk sezonunu –bazen sararak- izlediğim diziyi harcıâlem bulmuştum.
“Bella Ciao” da “V for Vendetta” aşılı dizinin gaza bastığı anlardan birisiydi.
Lâkin o yorumu çok beğendim.
“Harcıâlem” nitelememin nedenlerinden birisi de, dizinin “buluş gibi gösterilen” konusunun da öyle olmamasıydı.
İlk gençliğimde, şu an adını hatırlayamadığım bir Merkez Bankası soygunu filmini sinemada izlemiştim.
Ekip yine, hemen tüm ayrıntılarıyla “kusursuz” planlanan soygunda paraları basar. Ve yakalanmadan Merkez Bankası’ndan çıkar.
Ancak bastıkları banknotların kısa bir süre sonra renklerinin tümüyle solduğunu, silindiğini görürler.
Zira her ayrıntısını planladıkları soygunda, son aşamayı, “banknotların renklerini sabitleme” işlemini yapmamışlardır.
(²) Google’dan “Tamirci Çırağı” meselesine bakarken, aslında bana ondan çok daha ilginç gelen bir başka Kontv haberine denk geldim.
Aralık 2012 tarihli ve “Böyle protesto görülmedi” başlığıyla karşıma çıkan haber özetle şöyleydi:
Kontv’deki “Yarına Dair Yeni Sözler” programının konukları Savcı Sayan, dönemin Samanyolu TV Ankara Temsilcisi Abdullah Abdülkadiroğlu ve dönemin TV8 Ankara Temsilcisi Erkan Tan, sunucunun “Çiftçi hâlinden memnun” sözlerine karşı çıkmış ve üçü birden ayağa kalkarak bir dakikalık sessiz protesto eylemi yapmış.
Protestoyu yapan “dönemin” yahut “her dönemin” ironik kahramanları, sizi bu müstesna eylemden soğutmasın…
Fena yöntem değil bence; ekranlarda her gece sabit oturmaktan yorulan milli yorumculara naçizane katkı olarak kabul edin.
En azından ayaklarını dinlendirirler.
Hem o cenahta zaten siyaset bir ömür sürer, direnmek bir dakika.