Dil hakkında konuşabilmek için o dilin yeşerdiği mekânların bıraktığı izlere, muhayyileyi harekete geçiren imgelere eğilmek gerekli. İranlı düşünür Ali Şeriati’nin yazma ve konuşma üslubu çok konuşulur. 1933 yılında Horasan’da doğmak, çöl fırtınalarının kendini duyurduğu Mezinan köyünde geçen çocukluk, Doğu’nun en içlerinde seyreden bir ilk gençlik. Çölün naifliği, çölde yaşamanın duygusallığı ve sertliği girecektir diline her şeyden önce. Suyun azlığı yüzünden suya erişme arzusuyla köklerini derinlere salan bitkiler gibi beslenmek için o da ilk kaynağa, başlangıç yerine döner yazılarında ve konuşmalarında; tutunmanın, hayatta kalmanın, sahih olmanın bir yolu olarak. Hafif bir sağanak sonrasında bile hemen çiçek açabilecek hızda davranan bir ruh hali. Bir yandan okuyup bir yandan da hiç zaman kaybetmeden okuduklarını konuşarak paylaşmaya başlaması ve neredeyse sesli düşünme hali bunun sonucu olabilir.
Hızı soruluyordu ona. Çok hızlı konuşuyordu çünkü. Neden başkaları gibi tane tane anlatmıyorsun diye gelen eleştirilere cevabı hayatını özetler gibidir; acelem var, belki bir kez daha izin vermezler, söylemek istediğim her şeyi bir an evvel söylemiş olayım diyordu.
Gençliğe adım atarken ailece taşındıkları Meşhed’de üslubunun alabildiğine gelişip serpildiği çok açık. Burası İran’ın Orta Asya’ya açılan kalbi ve şehirde şöyle bir dolaşırken bile kültürün medeniyetin sessizce konuşan tılsımlı dilini duyabilirsiniz. Bir yandan lise okurken bir yandan da Arapça öğrenmesi, bu büyük dilin zorlukları, kıvrımları, engebeleri arasında sonsuz manalara açılması önemli. Yapraktaki damarlar gibi nice büyük meydanlara açılan Arapçanın ifade gücünün oluşmasındaki etkisi inkâr edilemez.
18 yaşındayken öğretmenlik yaptı köyüne yakın başka bir köyde, bu da önemli. Anlatma dili, öğretme azmi bu tecrübeyle temrin edilmiştir, kolay anlaşılması için tasnif eden bir yaklaşım.
Şeriati’nin genelde siyaset bilimci ya da sosyolog gibi bir edası vardır ama aslında Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu. Edebiyat okuması dilinin inceliğine katkı vermiş, içten ikna edici yürekli cümlelerine şiirsel bir yapı kazandırmıştır. Akıcı, inandırıcı, içten yalın ama bir o kadar da sembolleri kullanabilen, mecazlara yer veren, şairane benzetmeler yapan bir dil.
Sorbonne Üniversitesi’nde doktoraya başlayınca kısa zamanda Fransızcaya da aşina oldu. Bu Batı’yı, Aydınlanmanın hakiki mahiyetini, modernizmi anlaması için iyi bir giriş kapısıydı. Dinler tarihi üzerine çalışırken bir yandan da kendi din sosyolojisini inşa ediyordu. Dinlerin derinliklerinde araştırmalarını yürütürken, ilahi olanın da tahrifatın da diline vakıf oldu. Bu birikim onu cihanşumül alana taşıdı. Batının evrenseliyle eş anlamlı olmayan bu hal ummanî sulara açılmasına yol açtı. Dilinin hiçbir insanı dışarıda bırakmaması bu yüzden. İranlı genç adamlara, kadınlara, öğretmenlere, mollalara seslenirken aslında insanlığın ortak kurtuluşunun peşinde. İlahi bir teklif bir iddia varsa gücünü her insana iyiliği adaleti vaat etmesinden herkesi kuşatabilmesinden almalı çünkü.
Paris’te Cezayir direnişine destek veren insanlarla karşılaştı. Emperyalizmin, medeniyet götürme misyonuna bulanmış taş kalpli yüzünü gördü. Batı’da İslam dünyasından hatta üçüncü dünyadan gelen ve onlardan biri olmaya çırpınırken zillete düşen insan tecrübelerine tanıklık etti. Beyin göçünün boyutlarıyla karşılaştı. Asya’dan getirilmiş İslam dünyasından devşirilmiş gençlerin burada nasıl da büyülendiklerini, değerlerinden hızla uzaklaşabildiklerini müşahede etti.
Kimliğini kaybetmenin eşiğine gelmiş, inançlarını yitirmiş, ideallerden uzaklaşmış gençleri tekrar değerleriyle buluşturacak dili nasıl kurabilir, Batılı düşünürlerin insanlığın hizmetine sunulan kıymetli görüşleri ihmal edilmeden gereken yerde itiraz nasıl yükseltilebilir, yüksek fikirler varsa nasıl ana harca katılabilir, bunun dilini aradı hayatı boyunca. Batılı aydınların ürettikleriyle yüzleşmeyi, sahte iyilik halinin içinden gerçek iyilik halinin süzülüp çıkarılmasını gerekli görüyordu.
İslam hakkında ilk eğitimini babasından ve yakın çevresinden alması da İvan İllich’in dediği gibi okulsuz bir toplumsallık içinde safiyane öğrenmenin bir yolu olmuş olabilir. Çünkü evdeki terbiyenin ve öğrenilenin yeri başkadır her zaman.
“Felsefenin Gelişim Tarihi” adlı ilk makalesi yayınlandığında 22 yaşında genç bir adam. Avrupa’da yayınlanan Özgür İran adlı bir gazetenin yayın yönetmenliğini de yaptı Paris’teyken. Her tecrübe, dilini kurmada bir yapıtaşı.
Tahran’da Hüseyniye-i İrşad’da konferanslar vermeye başladığında gelenler ev hanımları, doktorlar ya da üniversite hocaları olabiliyordu. Herkesin hak ve hakikati duymak üzere ortaklaştığı bir alandı. Temel meselesi yerleşik düşünceleri sarsmak, sarsılmaz sanılan hükümleri ve yorumları, bunların toplumda yol açtığı çürümeyi deşifre etmek. Bu noktada çok cesur ve canfeda bir dil geliştirmişti. Kimsenin cesaret edemeyeceği boyutlarda katı Şii düşünce mahfillerini sarsmış, kimi kurumsallaşmış dini düşüncelerin saltanatını tartışmaya açmıştı. Hayatından daha kıymetli bir şeyi olup da canını bu uğurda vermeye hazır biri olmayı fikri planda militanca yaşıyordu adeta.
Mektuplar yazdı; üstadım, mürşidim, babam dediği Muhammed Taki’ ye, kızkardeşine, oğluna, kızına, eşine, şahitlere, şehitlere, dostlara ve arkadaşlara. Güçlülerin karşısında en mütekebbir zayıfların karşısında en mütevazı olmaya özen gösterdiğini söyleyen adam, mektuplarında şefkati elden bırakmasa da, kimsenin onu yolundan döndüremeyeceğini de hissettirmekten geri durmuyordu. Bu konuda geri adım atmasının, dünyevi kaygılar gütmesinin teklif bile edilemeyeceğini göstermiştir keskin cümlelerinde. Kırk yaşına yaklaştığı günlerde bir mektubunda babasına ‘Allah’tan gölgenizi herkesin üzerinde özellikle de benim üzerimde daimi kılmasını dilerim’ dedikten sonra yaşamında temel olarak odaklandığı hedefleri anlatmıştı. Çabalarının yol açtığı acıları sıralamış, ölüme giden yolda ölmeden önce ölmenin ve onu bu dünyaya bağlayan hiçbir şeyin olmamasının sevincini babasıyla paylaşmıştı.
Vasiyetini de yazmıştı. Vasiyeti “Aşina Yüzlerle” adlı kitapta yer alıyor. Her gün son gününü yaşama bilincini kuşanmış bir adamın son sözlerini söyleme hamlesini ve atılışını görebiliriz cümlelerinde.
“Ali Şiası Safevi Şiası” kitabında İslam’ı yolundan alıkoyan İslam’dan, Şiilik yoluyla Şiiliğin reddinden söz ediyordu ki burada kullanılan dil, yapılan benzetmeler, canlandırmalar, vahim hataları dille teşhir etme gücünü sergileyen bölümlerdir. Çarpık anlayışları bu kadar güçlü biçimde deşifre edebilmesi rahatsızlık yaratır.
Dinin mahiyetine, hedeflerine, temel önceliklerine dair yazdığı zihin açıcı kitaplara örnekler İnsanın “Dört zindanı”, “Dine Karşı Din”, “Bekleyiş”, “Muhammed’i Tanıyalım”, “Fatıma Fatımadır” kitapları. Aslında her kitapta İslam’ın mahiyeti merkezde yer alır ve ezberleri bozan örneklerle, karşılaştırmalarla mesafeler katedilir.
Özellikle de “İslam ve Sınıfsal Yapı ve Kapitalizm” başlığıyla toplanan yazı ve konuşmaları çok önemli. Egzistansiyalizm, Marksizm, mülkiyet, emek, sermaye ve İslam toplumlarının ekonomik yapısına ilişkin çözümlemeler ve öneriler içeren bu kitaplar günümüzde de gerek sol gerekse de Müslüman çevrelerde dikkatle izlenmekte.
Dili akademik usulle referanslarını sergilemek yerine karşılıklı konuşma şeklinde kurgulanmıştır. Konunun uzmanı olmasalar da insanların ilgisini çekebilecek bir dil. Uzmanlığı yıkan ve bir müzisyeni de bir ressamı da bir ev hanımını da çağının meselelerinin içine çeken, düşünmeye katılmaya ve birlikte üretmeye çağıran, halkın anlamasını önceleyen bir usul.
Şeriati ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilir. Tıpkı Cemaleddin Afgani, Sultan Galiyev, Edward Said, Roger Garaudy ve Cemil Meriç gibi. Zaten bu insanların birilerine yaranma diye bir meselesi olmamıştır hiç.
“Eğer, bir kişi gerçekten hizmet etmek istiyorsa, rahattaki insanların rahatını kaçırmalı ve durgunları harekete geçirmeli, çürümüş insanların kalbine çelişki ve çatışma tohumları ekmelidir. Allah’a yemin olsun ki, bu insanlardan bazılarında kuşkular doğurmak, kesinlik kazandırmaktan bin kat daha büyük bir hizmettir” diyerek tetikleyici diline açıklık kazandırıyor. Sonuçta “sizi rahatsız etmeye geldim” diyen, bu konuda azimle emek veren bir çilekeşle karşı karşıyayız.
Şüphesiz kendini en çok açığa vurduğu kitap “Yalnızlık Sözleri”. Temsil, mecaz ve icaz gibi anlamı zenginleştiren edebi sanatlardan beslenen özgür bir gezinme. Yoğun biçimde “ben”inin içine yöneldiği, başkalarına öğretmek anlatmak için değil, doğrudan kendi kendine mırıldanmak seslenmek için yazdığı kitaplar, ki bu kitapları sadece kendisi için kendine yazdığını söyler: “Kevir”, “Hubut” ve “Yalnızlık sözleri”. Şeraiti’nin dünyadaki öksüzlüğüne, yaralarına, ruhunun engebeli yollarına, çıkmaz sokaklarına buralardan iniliyor, eski bir kapıdan geçip yosunlu merdivenlerden iner gibi. Biraz da parlak bir ruhun kuytudaki definesine yaklaşmanın heyecanıyla.