Ruyalar rehberi …
Bilgiye susuz, kanatsız uçmaktan hem mutlu, hem dermansız…
Kırkına kadar sakalsız.
Pekçok diyarın, ülkenin, şehrin ve kalbin kapısın tıklatmış, sofrasına oturmuş. Serüven tutkunu, şikemperver, mûsıkîşinas, muzip, hatırnaz…
Dilbaz ki dilbaz…Ayrıyetten kasafancı; yalana bal katmakta ve abartmakta üstünüze yok. Hoşsohbet, gönül ehli, tamam üç kere âşık.Nereden bileceğim, haklısınız, seyahat nâmenizin yalancısıyım.
Diyardan diyara gezenimizsiniz, atmasyoncunun da teki…En muhteşemi. Taklitçi, tenkitçi, asâletli, keyf ehli. Alçak gönüllü, iyiliksever, kalemine, diline vakıf kişizâdesiniz.Gözünü budaktan esirgemez. Para sever, tamah etmez, güzel sever, ısrar etmez. Eleştirir, ama, üzmez. Zannımca öylesiniz, değil mi?
Herkeslerin uçup uçup konduğu bu yeni zamanlardan, hudut harici çıkmanın bile zahmetli, masraflı, hafsala aşan bir iş olduğu bin altı yüzlü yıllara. Farklı bir ruyanın peşine takılarak ömrün bütün ruyalarından vazgeçmek nasıl iştir?
Seyyâh-ı Âlem olmayaydınız, ne olurdu, nasıl bir kişi olup, ne iş tutardınız?
Evlad âyâl sahibi olmak sizi mutlu eder miydi? Diyelim iki oğul iki kız bir iki de helali oldu, daraya vuraydı herhangi bir ruyasında gene, daranın bir kefesine bunları diğerine on ciltlik Defter_i Havadis’i koysaydı…Mutlak ikinci kefe ağır basardı.Diyelim dartıcıbaşı kilo attı, öteki kefe ağırlaştı…Evliyâ’mız mutlu olur muydu? Ya bizler ne olurduk? Nasıl da yoksul olurduk…
Yazılı kültürü geç gelişen toplumumuzda nasıl bir kültür gediği olurdu siz olmayaydınız?
Hoş, ecel atına atlayıp kâinatı gezmeye başladığınızda, tamam iki asra yakın bir zaman unutuşa yazdık, bilmedik…Tıpkı Yunus gibi…Sonunda melaikeler mi sakladı da çıktı, gayretkeş ve uyanık kimesneler mi günışığına çıkardı da kayıp hazineye kavuştuk.Yaptığınız, yazdığınız, sizden gayrısına nasibolmayacak kerte görkemli bir iş. Azizim, üstadım, seyyahlar ve kasafancılar piri Evliya Çelebi, dünyanın en akıllı deli kararını alıp da, bitmez tükenmez yollara nasıl düştünüz?
Kendini yollara vurmak , o zamanda bile böyle olmayabilirdi…
Yeniçeri olurdunuz, bilgin olurdunuz, hâfızmışsınız, hac yoluna revan olurdunuz, nakkaşlık,musikişinaslık yönünüzle iş tutardınız…Baba malı, hani yanıp zatınızın sonradan onarttığı Unkapanı’ndaki yüz dükkanı kiraya verip, ense yapabilirdiniz.
Dedeniz, ki kendileri Fatih’in sancaktarı imiş, gazilik bedeli diye verilip vakfettiği bu yüz dükkanı elbet soyunun güvencesi olarak bırakmış,geçim sıkıntınız olmamış şükür…Nasıl olsun? Esaslı kişizadelerindensiniz …
Her ne kadar İslam ülkesi kadınlarıyla kefere kadınları farklı gözlükler takıp seyirlemiş ve farklı kayıtlar düşmüş, bunu ağırbaşlıca yapmış olsanız da, biz sizi okurken hem bildik, hem güldük, Allah da sizi cennetinde güldürsün…Osmanlı torunu olan ülkemiz erkeklerinin hâl-i pür melâli size de malum olsa ne derdeniz? Hatta, olabileydi, dünya nam o büyük mavi topun üstündeki keferesiyle İslamıyla ve cümlesiyle koca koca jetlerle, ışık hızında kapsüllerle dünyanın ve uzayın tozunu attırdığını size anlataydık, duyaydınız, şaşaydınız, sonra dönüp bişeyler diyeydiniz…
Efendim? Haa, olabilse de siz bize galaksiyi gezerken gördüklerinizi aktarabilseydiniz demek, haklısınız, karşılıklı susuşalım iyisi mi…Buradan verilecek haberler sizi şaşırtır sizden gelecek olanlar bizi del’eyler, iyisi mi bilmeyelim… Bize şefaat eden falan yok üstadım, kese kese altunlar da düşmüyor kısmetimize. Keramet, fal, ruya, tılsım,sofra tadları, duaların sadâsı, güzellerin edâsı, bayılırmışsınız hepsine .Kim yan bakar bu esaslı kişizâde ve rindmeşrebe?
Çıkın hikaye yüklü, bi de güzel anlatıyorsunuz, olursa o kadar olur …
Elli yıl boyu imparatorluk toprakları üstünde atınızla uçup kondunuz, dikkatle gözleyip yazdınız, tadıyla tuzuyla anlattınız.Öyle bir Anadolu sofrası serdiniz ki önümüze, okumakla tükenmiyor, tadına vardım sananı acıktırıyor.
Anlatımınız şenlikli, kaleme alışınız dört başı mamur, maya esaslı, heyheyli ve heybetlisiniz …Peki, bu Evliya nam kişizâde kaç kişidir, sizce?Adamın hası, evet, bir canda birkaç adam saklı. Şehr-i Istanbul’lu, ömür sürdükçe de heryerli. Istanbul muhteşem, hem o zamanda, hem, hâlâ ve her hasarıyla, yirmi milyonu bulan halkıyla, bu zamanda.Evliya üstâdım, siz de Istanbul içre bir dili güllü, yüzyılı şenlikli, seyahatler piri, sofralar saltanatlısı.
İmparatorluk destanı, yaşayıp yazdığınız ve sofralar .
Az kalsın hiç yaşamamışa, yazmamışa dönecekti, tıpkı Şakanâme kitabınız gibi, kader katipleri kurtardı neyse ki, hem onu, hem bizi, dediler ki, ‘onca emek zay olmasın, ömr-i nazenin hebâ olmasın.’
Neyi, niye, nasıl böyle datlı söylersiniz?Nasıl atılır o güzelim, endâzesiz kıtırlar?Ve her bir şeyi nasıl böyle dikkat ve rikkatle hatırlarınız? İmparatorluğunuzu severmişsiniz, halk da kendi dilini ve kendini seveni sever. Ömür dediğin ne ki, bir kısa rûya…
Babanız gibi uzun bir ömrün belini bükmediniz, ne ki hayatla güreşiniz dağlarla güreşmek olunca, gezmesi dolaşması, sonra da yazması paşa güreşi…Eh, izin ver ey dünya, Seyahatnâme’yle de, cümlesi arasında başa güreşe…
Gezip dolaşması Allah’ın emri, ulu Muhammed’den şefaat dileyecekken, seyahat dilemeniz, bir güzel şaka.Onu okurken tadlar, kokular, görüntüler, fısıltılar, renkler çıkagelince, gönlümüz oluyor mis…
Bir sevmek çivisi kaktınız dünyanın yüzüne, ki hâlâ parlamakta…Kaç asır sonra Evliya yüzyılı dediler yüzyılımıza ve size, insanlığın yüzakı âdem …
İfrit narasından bir tılsımlı kıvılcım çıkartansınız, memleketi memlekete, dağları dağlara çarpa çarpa, sofraları sere oturan da…Göğe erenler uçurtması salmışsınız , saltanatlı uçurtma, ara ara rüzgara yenik düşse de, kuyruğu eksilse, ipi kopsa da, salınır durur, seyreder âlemi, sonra anlatırsınız yeryüzündekilere gördüklerinizi bir bir.
Bir Istanbul serersiniz önümüze, ‘ne hoş ülke’ dedirtirsiniz bize,’ bu Istanbul’…
Konya o vakitler de güzel şehir ve güzel baht’tır, Bursa gene ruhaniyetli şehirdir.
Fasl-ı gamdan, fasl-ı muhabbete nasıl geçersiniz?
Güzellere meyletseniz de, sevda denen illet kasafancımıza mührünü nasıl, neçe vurmuştur, bilmeyiz.Ama ömrün bitimine ve yolların tükenmesine doğru, evlad ayalsiz, köksüz kömeçsiz kaldığınıza hayf’ınızı biliriz.Koş vatandaş koş!
Cilvegah yerleri , her kula tıpış çorba ,namaz bulunur ama, Hamsi bulunmaz…
Mutfak denen mâbedin her türlüsü Seyahatnâmenizde. Üslubu güzelin dilinde; sular safalı, yayla sevinçli, dağlar fasl-ı yeşille göklere baş kaldırmaktadır.Ömür denen nedir zaten, bir uzun vesvesedir …
Muhabbet makamı sofralar yanında, savaşın açlığını, çaresizliği de okuruz sizde.
Meyhane dedikleri, gamdır dağıttıkları.Ne ufkunuzu alır hafsalamız, ne anlattıklarınızı.
Divane sofralar, kıt kanaat sofralar, padişah sofraları,garipler sofrası, dağlara serilen sofralar, şölenler, kıtlıklar, aç kalınca arkadaşı at’ı kesip de yemek zorunda kalışınız…Açlığın zulmü de, kestaneli zulüm de, yerinden yurdundan olanların derdi de, sizde…Şimdi dünya olmuş bir büyük zulüm…
İlm-i kaymak ve fasl-ı kaymak dilberler…Güzellerden göz zekatı… Tek doğru aşkın lisanı, gayrı diller hükümsüz.
Hamamda açılan halvet sofrası, Antakya'nın ölüme çare çiçeği, Macun hokkasına hançerden kaşık ve dahi, İçi okunan fincanlar, Mardin'in yoğurt peynirle kurtarıldığının hikâyatı da Seyahatnamede. Söz sofrası, Anadolu değil midir, dünyaya serilen en güzel uygarlık sofrası?
Kitap dediğimiz de on cilt, nacizane…Tantanayla at sırtına yüklenen yazı takımları, rahle, kağıt, hokka, divit ile nakşettiğiniz…
Bu hakirden de Evliya'ya bir ruya ; uçan halı üstünde mütebessim gider, yani uçarken görününce bu fakire, yazmak şart oldu.Yedi yıl olmuş, ilk yazdığım, yazdım sandığım, senra tekrardan yazdığım.Şimdi devran öyle ki, koca imparatorluk yer ile yeksan, Bağdat Basra harab…Özene bezene, en incesine anlattığınız şehirler, beldeler ve sofralar perişan, insanlar aç, çocuklar kadınlar ölüyor, ortada sofra, dilde tad kalmadı. Göreydiniz, inme inerdi.Umduğun mu, bulduğun mu?Umup da umsuruk olduğun mu?Siz bir şey ummadınız, yoktu muhtaçlığınız, babanız Derviş Zilli Efendi ki Saray’ın gözbebeği, her hüner var muhteremde, uzun yaşamak ilmi de var, tamam 117 yıl ömür. Sizinki öyle olmuyor .
Mühr-ü Evliya, hem ruyaya hem dünyaya!
Onun kanatlarını takınıp da uçmağa hoş geliniz , okuyunuz onu, dediğime şaşmanız mümkündür üstâdım. ‘Öyle kanat takınıp da uçmağile olaydı, pek kolaydı’, haklısınız…
Ömür saltanatınızdan yüzlerce yıl sonra, insanlığa yön veren yirmi kişiden biri seçildiğinizi bilseniz , mahçubolurdunuz…
Biz zâtınızı kaç asır bilmedik, şimdi dünya biliyor, Unesco 2011’i sizin yılınız ilan etti.
Şefaat diyecekken dilde kusur ile şefaat oldu mu size seyahat, iyi ki de öyle oldu…
Siz gezedurun, bakıp, görüp, öğrenip yazadurun, bir ömre birkaç ömür sığdırın, böyle ettiğinizden önümüze hem Anadolu sofraları açıldı, hem gayrısı…Oturması teklifsiz, yemesi helal.
Şimdi bu fakir, seyyahlar pîri ruhuna bir Fatiha istese, çok mu?