Yahut, Anıtkabir gelen evrak memuru…
Ruyamda Gazi Paşa’yı gördüm, bu nedir?
Bu mektubu gün ağarırken yazıyorum, uyusam, ruyamın uçup gideceğini biliyorum. Başucumda kağıt kalem de yok, not alayım.
Hep özendim ya kağıt olup kalem olmadı, ya kalem olup kağıt olmadı, ikisi olduğunda kalem yazmadı, akla yazdık, gene uçtu. En iyisi, kalk otur , Pazar mektubunu döşen, dedim.
Kuşlar bile cıvıldaşmıyor, ses akordu yapıyorlar. Gün ağarmamış, gece güne direniyor, koyu mavi ışık vurmuşçasına aydınlık sökün ediyor, çamlar fosforlu gibi, ortalık serin, benim içimde bir kor, neydi bu ruya, kime anlatmalı, kim tabir eder, diye, yanı sıra bir ince hüzün …
Ruyanızı anlatacağınız, ‘hayırdır inşaallah’ diye ruyayı karşılayıp, dikkatle dinleyip, eğer akşam anlatma bilgisizliğindeyseniz, ruyanın gündüz anlatılması gereğini incelikle hatırlatıp;‘bu seferlik, gündüz niyetine’ deyip, dinleyip, özenle yorumlayan ruya yorumcusu da kalmadı …Sitelerde harf tıklayıp sorulsa da, yalınkat yorumluyor onlar.İnsan sesi ve tıpışı olmadan olmuyor, ruya yorumu bile.
Tan atarken gündüz niyetine o halde…Ve olabildiğince hızlı, çünkü ruya önümsıra kaçıyor, ben yakalamaya, unutmamaya çalışıyorum.
Kimse de kalkıp güzelim ruyamı yorumlamasın ey sevgili okur, ben hallederim…Bende’niz kendi torununu kendi doğuran, müşkülünü kendi çözenim, kendi falına kendi bakan, ruyasını hayr’a kendi yoranım, size zahmet olmasın…
Olay hep mutfakta geçiyor, sayın seyirciler…
Gazi paşam ilkin fırtına gibi geliyor, ruyama, üstünde yakası samur paltosu, başında fötr’ü, elinde bastonu, pabuçları biraz uzun burunlu ve siyah rugan, bağcıksız.
Heybetle, heyheyle ve hızlıca yürüyordu, Dolmabahçe sarayı bahçesinde , deniz kıyısında ferahlamak ister gibi yürüdü, ne yardımcısı ne katibi ne sofracısı var, yapayalnız.Ama, pek öfkeli, bastonunu sallıyor, denizi seyirden vazgeçip, çıkış kapısına yöneliyor. O yüksek, çift kanatlı demir kapının iki yanında nöbetçi yok, sanki dünya uykuda. Sarayın kapısı açılıyor, Gazi paşa hışım gibi dışarı…Bencağız uyku arası hem ruyayı görüp hem yorumlama çabasındayım, ‘makam aracı da yok, nasıl gidecek?’ Hoş, ortada akan trafik, öteki taşıtlar da yok zaten, keşke olaymış, kopya çekerdim. Ama bir devletlû, korumasız, araçsız nereye gider?
Anlaşıldı nereye olduğu, kahve içmeye…
Haydii, İzmir’deyiz, Bornova’da, merhum ve mağdur dedemizin köşkünde…
Latife hanımların Göztepe’deki köşkü yerine, dedemin gününde satıldığı için hiç bizim olma yan, bayram seyranda götürüp bahçe kapısından baktırdıkları köşkte kalıyor demek, diye düşünüyorum ruya içinde…
Hem ruya görüp hem bilirkişi yahut röportajcı mantığıyla ruyanın tadına nasıl varıyor bu fakir, orası belli değil? İnce uzun bahçeye, gene bahçe kapısı dışından bakıyorum, ortada minnacık süs havuzu , minik, siyah taştan aslan başının ağzından sular akıyor. Gazi Paşa, palto etekleri savrularak, hızlı hızlı yürüyor, bir soluklanamadığına ah ediyorum…
Ağaçlar, çiçekler, bahçenin çakıllı yolu aynı, Gazi paşa, en alt katın, bahçeye açılan ,küçük kare camlı mutfak kapısından hızla dönüyor, sanki birine baktı, yahut bir şey istedi canı, da karşıcısı yok, yüzgeri dönüyor, sarmaşıkların arasında musluğu açıp, akan suda tek eliyle yüzü ne su çarpıyor, tam su içecek, su gidiyor…Kapı gözetleyicisi ah ediyor, bir yudumcuk su bile nasibolmadı, diye…
Mutfak makamı buradan sonra çıkageliyor. Bir manastır mutfağındayız. Büyük, yüksek tavanlı, kuzine yanıyor, sıcağı yüzüme vuruyor. Gazi Paşa gidip, ortadaki büyük , yirmi kişilik ağaç masanın başına oturuyor, canının kahve çektiğini bilsem de sesini duymuyorum, hiç konuşmuyor, ‘ruhu gelmiş,’ derler, öyle olunca … İçimde, hükümeti mi toplayacak, akşam sofrasına sabahtan hazırlık yaptırıp, denetleyecek mi , yoksa Müzeyyen şarkı mı söyleyecek soruları peşpeşe. Bir yudumcuk su içemedi, bir lokma yiyemedi, koca kütük ayaklı, kendi ağaç, üstünde yılların izi olan ulu masanın başında, tahta sandalyeye nasıl da yakıştı , sanki tahtta…
Sırtında yakası kürklü uzun paltosu, başında fötr şapkası öylece oturuyor, gümüş saplı bastonunu bırakmadan , bir ara bi düğmeye basınca, süngü çıkıyor, bastonun ucundan.
O hiç söylemese de, duyuyorum ; ‘ nerde kaldı kahve?’ diyor.
Bir telaş bende bir telaş, kahve arıyorum, cezve arıyorum,su ve kaşık arıyorum, kahve sakızlı olaydı bari, diyorum, niyeyse?Şeker aramadım üstelik, onun da sade içtiğini varsaydım, oysa bol şekerli içtiğini biliyoruz. Ankara müftüsü Rıfat hoca savaş kıtlığında bulup buşurup kahve götürdüydü de hani, ‘şeker bulamadık paşam, affedin, deyince, ‘ zaten sade içiyorum, derdetme,’ demiş ya, ordan biliyorum.
Bir cezve, bir kahve aramak kaç saat sürdü daha bunun fincanı, suyu, yanına lokumu var, nasıl olacak diye uğunurken, baktım, önünde bir fincan, bizim usul kahve fincanı, boş, duruyor, tabağında çifte kavrulmuş fıstıklı lokumuyla. Ama, o yüzünü çevirmiş, uzaktan hayal meyal görünen denize bakıyor, kahveden umudu hepten kesmiş olmalı…Yüzünün yandan görünüşü, Ayvalık Gömeç’teki Atatürk kayalığını andırıyor, bunu söylemeye niyetlenirken yüzüne bir sis iniyor, öfkeleniyor.’ Aklı fikri, eylemi, çalışmayı unuttunuz, dağın taşın tepesi beni andırdı diye elde bayrak oralara nafile turu mu düzenliyorsunuz, ey gafiller’, der gibi .
Hop, kocaman gözlü, incecik, siyahlar giyinmiş genç bir kadın arz-ı endam ediyor, ruyaya, Fikriye hanım …Bütün İzmir kadınları gibi kendimi paşanın baldızı sayıp, bu hanımın işi ne benim ruyamda, diye düşünüyorum. Aaa, o da paşasına kahve pişirme faslında. Kadın sen gidip yatsana makamına, işin ne ruyamın ortasında dediğime gülüyorum bir yandan, onun gidesi yok, harıl harıl kahve takımı aranıyor, ama, kahveyi nasıl içtiğini iyi bildiğinden şeker peşine düşüp, ruyadan çıkıyor neyse ki…
Nerden nereye, Latife hanımın, paşasının Çankaya Köşkü mutfağına girip iş tutanlara yardım etmeyi sevdiğini anlattığı geliyor. Yeni damatken koca tencere taze barbunya fasulyesini önüne koyup da ayıklamasını istediğinde, askerken yaptığım işlerden, anneme de ayıklardım, bunu da ayıklarım, deme geçimliliği geliyor.Ama ruyamdaki Gazi, ‘yok, Barbunya fasulye değil, şimdi istediğim kahve’ der gibi bakıyor…
Bekledi bekledi, baktı kahvenin gelesi yok, bu fakirin işin üstesinden geleceği yok, fincan tabağındaki lokuma bile el uzatmadan sır’roldu…Gitmeyeydi neler anlatacaktım oysa, ne koğ yapacaktık, partisinin ettiklerini, edemediklerini konuşacaktık, hay Allah…
Ekmeksiz, susuz, bir fincan kahve içemeden koca kumandan, bir lokum , bir yudumcuk su bile kısmet olmaz mı, olmuyor işte, kısmeti kesik…Dert, tasa, savaşlardan yana kısmeti geniş ama…
’Bir de dediğimi anlamayandan yana kısmetliyim, hainlerden yana, ülke çıkarını anlamayan, önlük giyip beyaz yaka takıp , bayrak sallayarak yürüyenlerden, siyaset geliştiremeyip, siyasetçilik oynayanlardan, ufku dar olanlardan, büyük düşünemeyenlerden…’ Dediğini duyuyorum ama, kalbimle duyuyorum, onun dudakları kıpırdamıyor.
Araya hemen dedikodu, ne düşündüğünü anladım ya…’Paşam bizim Perşembe pazarında eli bayraklı, dili sloganlı, kendi de bayraklı yaşı epeyce bir hatun satılan ürünün fiyatını sorup , satıcının söylediğine, ‘çüş!’ demiş, diyorum. Adam çağdaş görünümlü kadının kabalığından azap çekiyordu, bana bunu anlatınca, ‘onlar hep üledir be yav’ dedim, diyorum. Elinin tersiyle, hadi şurdan işareti yapıyor, ben ellerinin ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum, eli güzel erkek, tıpkı tavında adam gibi pek az, ama, bunu demiyorum elbet, huzurunda.
Ruhuna ağır gelmesin diye, koğ’u bırakıyorum, kahve hâlâ yok…
Yalova’daki Yürüyen Köşk’te buluyoruz kendimizi, ansızın.
Belki orda bir fincancık kahve pişiren olur, diye düşündüğüne eminim.
Üstünde o palto, başında fötr’üyle, sırtından ter inmiş olmalı, dolanı dolanı.
Orada da cam kapaklı yüklüğün önünde duruyor, Zübeyde hanımın yokluk zamanı, oğlu için, Ege köylüsü poşisinden, hani o turunculu sarılı parlak puşileri yan yana dikip, kaput beziyle astarlayıp, sabun kalıbı sırıdığı yorganına bakıyor , gözleri mi yaşarmış ney?
Köşkün kahve içen fotoğrafının asılı olduğu, koltuğunun durduğu köşesine geçer belki, diye beklerken, Gazi Paşa hop Istanbul’da , Etnoğrafya müzesinde, makamı aşağıda, kendi yukarda, sözümona denizi gören büyük pencere varmış da, oradan, biraz yorgun, biraz küsenek, denize bakıyormuş…
Bir fincan kahve, bir yudum su peşinde ülkesine şöyle hızlıca göz attı, taş üstüne konan taşları gördü, biz fark etmesek de o gördü, koğ değil iş yapıldığını , ülkenin doğrulup da dağ gibi yürümeye koyulduğunu gördü, çelme takanları da gördü, kim çalışıyor, kim laf üretiyor, kim çağını doğru okuyor, kim hâlâ taşla,marşla eftik ediyor, kim dokuyor, kim dokunmuşu söküyor, kim yıkmak istiyor, kim partisini devlet dairesine çevirmiş, mış gibi yapıyor, kim nasıl iş tutuyor, kim laf üretiyor, kimler kimlerle ortak ülke işgal edip, yedi düvele ülkeyi ikram etmeye kalkıyor, kim o işgali püskürtüyor can bahasına, hepsini gördü. Kahve mahve bahane…
Ne kahvemize, ne suyumuza minnet etti, sırr’olup asıl makamına gitti.
Hayr olsun, makamı elbet cennet, kalanlara akıl fikir, vicdan, geniş ufuk ve vatanı sahiden sevmek kısmet olsun…