İbrahim Kiras, yakın zamanda Karar’daki köşesinde, İslamcılık üzerine önemli bir yazı dizisi kaleme aldı. İslamcılığın bu topraklardaki hikayesini ve geldiği noktayı son derece iyi özetleyen, önemli –ve de özgün- tespitler içeren yazılardı bunlar. Bense, hem bu yazılardan hem de yakın zamanda okuduğum epeyce ‘eski’ bir başka köşe yazısından hareketle onun sormadığı bir soruya cevap aramak istiyorum: İslamcılık sağ mı sol mu?
***
Melih Cevdet, 7 Haziran 1974 tarihli bir yazıda, sağ ile sol arasındaki kafa karıştırıcı benzerlikler üzerine düşünür. Buna sebep biraz da Ecevit’le Erbakan’ın kurdukları koalisyon hükümetinin özellikle sol kesimdeki anlaşılmazlığı ve hoş karşılanmayışıdır. “Nasıl olup da ortanın solunda bir parti ile İslamcı bir partinin koalisyon kurabildiğini” sorgular bu yazıda. “Sağcılık ve solculuk terimlerinin anlamları üzerinde yeniden durmak gerektiği” görüşünde olduğunu, İslamcı genç ozan ve yazarların kendilerini niçin “sağcı” saydıklarını da tam anlayamadığını dile getirir. Çünkü ona göre sağ ve sol arasındaki karşıtlık nedeni dini görüşle Batılı seküler görüş arasında değil “burjuva-kapitalist” görüşle “sol-sosyalist” görüş arasında olmalıdır ve oradan bakıldığında pek çok ortak yan bulma ihtimali vardır. Yani, mesele insanların neye inanıp nasıl yaşadıklarına dair değil ekonomik yaklaşımla ve buna göre oluşacak olan toplumsal düzenle ilgili olduğunda İslamcılıkla solculuk pek çok şeyde anlaşabilecektir.
Bunun üzerine, İslamcı bir dergide Emin Ziyaioğlu kendisine cevap verir. Ziyaioğlu’na göre, “sağcı” ve “solcu” kavramları, ekonomi temelli Batılı bir ayrımdır oysa İslam’a göre sağ ve sol bu tasniften farklıdır. Ona göre, “İslam’ın önerdiği dünya görüşünün tüm ödünsüz bağlılarına” denmektedir sağcı. Bu nedenle İslamcılıkla solculuk iflah olmaz bir karşıtlığa mahkumdur.
Bunun üzerine ise Melih Cevdet şöyle açıklar durumu:
“Anlaşılıyor, değil mi? Biz istediğimiz kadar onları sağcı saymayalım, asıl karşıtlığın burjuva-kapitalist ve solcu anlayış arasında olduğunu söyleyelim, bizim bölümlememiz temelde Batılı olduğu için, onlara göre yanılmaktayız, bu yönde buluşmamıza olanak yoktur. Kur’an’a ödünsüz inanana ‘sağcı’ derler. Sorun yalnızca İslama tümden inanıp inanmama sorunudur. Ekonomik savaşım, sınıflaşma, kapitale dayalı sömürü gibi konular, Batı’dan alınmadır, öykünmeciliktir.”
Tartışmanın devamında, Ziyaioğlu’nun Türkiye’de solun Batı öykünmeciliğinden doğduğunu, “Batılılaşma, fideliği olmuştur solun Türkiye’de” sözünü aktarır. Buna göre sol düşünce özü gereği Batı’dır ve dolayısıyla da kültür emperyalizminin ürünüdür.
Melih Cevdet, “Kültür emperyalizmi sözünü bir yana bırakırsak, hani yanlış da denemez buna.” diye devam eder. Sonrasında ise bizim Batı’yla kurduğumuz ilişkinin en başından beri içinde pek çok çelişki barındırdığını, çoğu kez bizim Batı’yı düşünmemizle Batılılar’ın kendilerine bakışları arasında bile hayli büyük farklar olduğunu, emperyalizmin Batı kültürünün zorunlu bir sonucu değil hastalıklarının dışavurumu olduğunu anlatır. Kısacası tek ya da değişmez bir Batı yoktur. Kendi içinde baskıcı rejimleri, anti-demokratik sayısız yönetimi barındırır. Sınıf çatışması, insanı ezen ve sermeyaye dayanan bir zulüm rejimi doğurmuştur. Batı, sömürgeden beslenmiş, kendi dışındaki uluslar için tam bir istismar uygarlığı halini almıştır vs.
“Ama” der, “Biz Batı deyince, orada kilise ile savaştan doğmuş bilimi, despotlukla çarpışan özgürlüğü, sömürücü düşünce ve düzenlere karşı ilerici anlayışları benimsiyoruz. Bizim için emperyalist kültür diye birşey olamaz. Çünkü o zaman tümümüzün İslamcı görüş altında birleşmemiz ve Batı’dan gelecek her şeye kapılarımızı kapamamız gerekir.”
Melih Cevdet’in açıklaması, kültürünü ve kötü yönlerini değil ilmini ve tekniğini alalım demenin bir başka türü gibi gözükse de içinde bugüne de ışık tutan çok önemli bir tartışma barındırır.
Etrafta bu memleketi seven, kendisini yerli ve milli hisseden kim varsa İslamcı görüş altında toplanması gerektiğini açıktan ya da örtük olarak savunan çok insan olduğu kolaylıkla görülebilir.
Bu düşünce koduna göre, emperyalizm Batı kültürünün zorunlu sonucudur. Batı, İslam ülkelerini sömürmüş, uygarlığımızı yok etmiş, açıktan bir türlü tam olarak yıkamadığı Türkiye’yi ‘diz çöktürmek’ için de amansız bir mücadele vermiştir çünkü Türkiye yalnızca kendisi için değil bütün İslam milletleri –ve de sömürüye açık mazlum milletler- için bir kurtuluş ümididir. İnsanlığın bize fazlasıyla ihtiyacı vardır ve bunun için de Batı’nın emperyalist, İslam-karşıtı bozucu düzenine her şeyimizle karşı koymamız bütün siyasi görüşlerin ötesinde varoluşsal bir ideolojik temel olmalıdır. İmam-Hatipler işte bunun okuludur. AK Parti bu davanın adıdır. Bu nedenle, Batı’ya her koşulda kafa tutulmalıdır. Seküler olan her şey yalnızca dini olandan uzaklaşma değil aynı zamanda karşı durulması gereken Batılı değerlerin dünyevi karşılığıdır. İnsan hakları ve evrensel değerler, amacı ne olursa olsun bizi bizden uzaklaştırıcıdır, çünkü Batılıdır vb.
Devlet peki? Devlet, bizi ayakta tutmuş, bugüne kadar yıkılmadan ve sömürülmeden bağımsız kalabilmiş olmamızı borçlu olduğumuz yegane dayanaktır. Sadece bunun için bu kadar anlamlıdır. Elimizde olan şey dinimiz ve devletimiz, bir de elbette İslamla kendini var etmiş olan milletimizdir. Dolayısıyladır ki solculuk bu ülkede ezilenlerin değil “ezenler”in savunuculuğu, dinimizin hilafı ve de devletimizin zayıflatılması anlamına gelmektedir. Batı’ya karşı çıkmak için öncelikle solculuğa karşı olmak gerekmektedir. Buna göre, Batılı ülkelerin dışındaki bir toplumdan çıkacak her sol akım, karşı olduğu ne varsa aynı zamanda onun tutsağıdır. Başka bir ifadeyle, sol düşünce ancak –ve sadece- Batının kendi içinden çıkabilir çünkü kendi günahlarının sonucunda ortaya çıkmış bir tepkidir. Batı-dışı dünyada sağ-sol tasnifi yerine Batı’nın belirleyici olduğu dünyayla uzlaşmak ile onunla asla uzlaşmayıp sürekli bir mücadeleye tutuşmak daha doğru bir ideolojik ayrım olacaktır.
Yeni Şafak’tan İsmail Kılıçarslan (28 Nisan,2018) buna yakın bakış açısını köşesinde şöyle söze döker: “İslamcıyım ben. Müslümanların kendileri hakkındaki kararları hiçbir gücün baskısı altında kalmadan kendilerinin alması gerektiğini savunduğum için İslamcıyım. Müslümanların, dünyadaki diğer insanlarla eşit haklara sahip, izzetli ve onurlu bir insan topluluğu olduğunu savunduğum için İslamcıyım. Ve “dünyanın iyiliği için Türkiye” cümlesine gönül verdiğim için İslamcıyım.”
Dikkat edilirse Kılıçarslan’ın özetinde ‘devlet’ vurgusu eksik. Bir de onun millet tanımı belli ki ümmetçilik. Çünkü bu devlet her şeyden önce bir ümmetin devleti değil, bir ulus-devlettir. Belirli bir sınırı öngörür, kendi mantığını üretir ve doğası gereği seküler bir iktidar kaynağıdır oysa Kılıçarslan’ın kafasındaki yine belli ki sınıraşan bir Müslümanlık. Devlet ise ancak buna uygun olarak işlediğinde İslamcı ideoloji için anlamlı hale gelir. O yüzden de Türkiye içinde yedirerek verir. Ziyaioğlu açıktan dile getirmese de biliyoruz ki İslamcılar, “mahşer gününde amel defteri sağından verilecekler” ifadesinin sağcılığa gönderme yaptığını zannedecek kadar anti-politik bir duruşa sahiptir. Buna göre siyaset yapmaya hiç gerek yoktur. Olması gereken zaten kutsal kitabımızda yazmakta olduğundan toplum buna uydurulmalı, siyasal özne siyasal birey değil dine inanan bir cemaat olmalıdır. Kurtuluş ancak böylesi bir Müslüman kardeşliğiyle mümkün olacaktır. Mahşer gününde amel defteri sağdan verilecekler buna inanarak yaşayanlardır. Siyaset açık-uçlu bir inşa değil kapalı-uçlu bir yazılanı yapma sanatıdır.
***
Şunu belirtmek gerekir ki Batı kültürünü bütün halinde ‘emperyalist’ ya da sömürgeci olarak sınıflandırmakla Müslüman ülkeler İslam inancından dolayı geri kalıyor demek arasında hiç fark yoktur. Bizim İslamcılarımız ne yazık ki dinin bu topraklardaki derin tecrübesinden ve incelmiş kimliğinden yoksun bir kabalıkla kitabi bir nizam ararken insanı ezen bir ilkelliğe yatkın gözüküyorlar. İslam’ın en büyük vaadi olan adalet ilkesini kendilerine uygun hale getirmek için sürekli bir ezilen öfkesini canlı tutmak istiyorlar.
Dünyada öteki kültürlerin etkisine kapalı bir kültür söz konusu değildir. Biliyoruz ki tarihsel süreç içerisinde kendi toplum ve kültür yapımıza uygun kurumları müesses hale getirememiş olmanın yarattığı kompleksli nefrete bir nesne gerektiğinde bu kendimiz olamayacağımız için Batı, kurtarıcı bir öteki olarak ortaya çıkıyor. Değilse, İslam coğrafyasının her türlü geriliğinin sebebini Batı'da aramak kendine bakamayacak kadar kendinden uzaklaşmış olmaktan başka ne olabilir?
Sol düşüncenin Batılı olduğunu ve dolayısıyla külliyen reddini savunan görüş karşısında İslamcılığı buralı saymak, batının tekniğini alıp kültürüne kapalı kalacağını sanmak kadar saçma bir mantık hatasıdır.
İslamcıların söyledikleri dindarlar için güzel ve gurur okşayıcı laflar olsa da bütün bunlar politika dışı bir alandır. Korkmadan adını koymakta bir sakınca yok ki bugünkü İslamcılık, ne sağdır ne de sol. Ne buralıdır ne de bizden. Siyaset dışı, kendini anticilikle var etmiş olduğundan iktidara temas ettiği an koca bir boşluğa düşen, sermayesi büyük ölçüde ötekine benzememek olan, insanı değersizleştiren ve bu toprakların tecrübesinden beslenemeyen öfkeli bir saplantıdır.
Sözün özü, baskıcı rejimlere siyaset-dışı biryerden karşı çıkarken kendi baskısını yarattığının farkında olmamak, öze dönmek için kendini yok saymak kadar sorunlu bir düşünce hatası, kültürsüz bir insanlık davasıdır.