İskender Savaşır’ın, Toplum ve Bilim dergisinin 1984/Kış sayısına yazdığı “Aydınların Kibri ” yazısı, darbenin hemen ertesinde solun Kemalizm ile hesaplaşmadan mevcut sosyal/siyasal sistem karşısında eleştirel pozisyon alamayacağını açıklıkla dile getiren ilk kapsamlı entelektüel müdahalelerdendi.
Sonra sular akmaya devam etti. Artık solla Kemalist devletin ilişkileri o kadar içli-dışlı değil. Sırtını kurtuluş savaşı vermiş ordunun anti-emperyalistliğine dayamış o devletçi geleneğin en istikrarlı odağı Cumhuriyet gazetesi bile eski Cumhuriyet değil. Kadro dergisi geleneğinin geç dönem temsilcisi İlhan Selçuk tarafından değil, Özal ertesi medyanın M.Ali Birand liderliğindeki “32.Gün” takımı kadrosundan Can Dündar’ca temsil ediliyordu ki, zamanın hızıyla onun da yerini gazetenin misyoner ideologlarından olmayan emektar gazetecilerinden Aydın Engin aldı bile.
Bizim siteden Yaprak Zihnioğlu gibi yazarlar: https://www.serbestiyet.com/yazarlar/yaprak-zihnioglu/acil-demokrasi-hdp-ile-birlikte-basarilabilir-709369 tarafından dile getirilmiş olsa da partileri birbiriyle, milletle ve askerle birleştirirken içini de boşaltan darbe girişimi ertesi Yenikapı buluşmasının kayda değer eksiği HDP’yi manşetten yüksek sesle dile getiren de kibirli aydınların sözünü dinlemek kaydıyla devletin otoritesiyle barışmayı içe sindirmiş bu mecra olacaktı.
Sırf o da değil, siyasal İslam da çok değişti, marazi bir Erbakan ağız kalabalığı olmaktan çıkıp, Türkiye tarihinin en dayanıklı ve eli-sopalı iktidarına dönüştü. Sosyal tabanı kadar inatlaşarak teker-teker karşısına aldığı cephe de güçlü. Dünyadan bakıldığında da artık güçlü-otoriter devletin mağdurlarından değil, rakipsiz kalmış sahibi.
Tam da bu noktada solunki benzeri bir entellektüel inisiyatife ihtiyaçları var. Tabii mevcut sosyal/siyasal sistemin olanca sorumluluğunu yüklenmek yerine, iktidarla aralarına eleştirel mesafe koymayı tercih edecekler için.
Mesela Anti-Kapitalist Müslüman hareketinin siyasal/entelektüel zeminini bilmiyorum. İzlenim paylaşımından ötesi de bana düşmez, ama en azından isimleriyle vadettikleri yerde kalmak istiyorlarsa; sadece onlarla, hatta siyasal İslamla da sınırlı değil, liberal damarları dahil sağın bütün fraksiyonları bunun tek parti ertesinde AKP de dahil sağa aralıksız kadro devşirmiş Abdülhamit artığı Türk-İslam sentezi bekçisi Aydınlar Ocağı gibi geleneklere mesafe almadan olmayacağı aşikâr. Üç çeyrek asırlık sentezin nihai ortalaması Ekmeleddin İhsanoğlu’nun sanki yarışın favorisi Erdoğan başka şeyin temsilcisiymiş gibi, CHP-MHP ortak Cumhurbaşkanı adayı olması da bu neredeyse siyaset-üstü hegemonik sentezin manidar sonuçlarından olsa gerek.
Kapitalizm bu coğrafyaya o siyasi kadroların hilafına gelip kendiliğinden şekillenmedi. O kadrolar da şu resme baktıklarında hep kıyafetin şekline, eteğin boyuna dikkat ettiler. Kızlarla/oğlanların kıyafetinden vücut diline kadar sinmiş, tasarlanmış tekdüzeliğin ardındaki otoriteyi görmedikleri gibi, ; 30’larda şekillenip tüm dünyaya yayılmış militarist siyaset etme biçimi faşizmle iş yapma biçimi fordizmin ittifakından doğup Sovyetler dahil tüm dünyaya yayılmış o otoriter sistemin direksiyonunu tutmak için birbirleriyle yarışırken, Kadro hareketi devamı Cumhuriyet [partisi/gazetesi] “sol”una figüran rolü biçip hep ayak uydurttular.
Kapitalizmin her şeyi satmak üzere çoğalttığı aşikâr. Ama çoğaltmanın yolu o gençlerin kıyafetleriyle vücut dillerine de sinecek standartlaştırmadan geçiyordu ki, Frankfurt çevresinden S. Kracauer’in kitabı, mesela Tiller kızlarının sahne performansının bile bu ittifaktan bağımsız olmadığını hatırlatıyor. Ama bunu, dikkatini kızların çıplaklık derecelerine değil, ölçüleri kadar hareketlerinin de aynı kalıptan çıkmışlığına verdiğinde farkedebiliyor ancak.
Şu resimde de esas olan herşeyin önceden tasarlanmışlığı değil mi? Başarıldığında alelade bir kutlama pastası olunan şu nizama uyularak ne kazanılacak bir beceri, ne de alınacak herhangi bir haz olabilir. Tıpkı Ford fabrikasında, askerde ve otoriter kitle örgütünde de olamayacağı gibi.
Ama devlet gücüyle otoriterleşmiş bir kapitalizmin hedefi de zaten beceri ve hazzın yaşanması değil, bastırılmasıdır. İkisi de vakit kaybı ve sapmanın kaynağı olabilir ancak. Çünkü ikisi de o önceden tasarlanıp yerli yerine oturmuşluğun dışına savrulma ihtimalidir.
Kapitalizm, 20.Yüzyıl başındaki fordizm-faşizm ittifakından önce de hazzın tehdidine karşı sofuca tedbirlerini almıştı. 19.Yüzyılın en güçlü siyasal aktörlerinden kraliçe Victoria’nın adıyla tarihe malolmuş sofuluğun tehdit diye bellediği kadın bedeninin saldığı korku o denli güçlüydü ki Victoria kendisini bile kamu önüne hep yanında kocası Albert ‘le yanyana çıkarttı.
19.yüzyıl Londra’sından şu resim de birbirlerine benzeyerek gövdelerini hazzın sere-serpeliğine teslim etmeyecekleri baştan garantiye alınmış bir-örnek kuşaklarn biraradalığına gündelik sivil hayattan örnek değil mi?
Bu da birkaç onyıl sonra aynı Londra’da…o sofuluğa meydan okuyuşun?
Lady Diana ile gelin gittiği sarayın arasını açan da, rahibeyle bile gövdesini sere-serpe tutmayı bilen kadınlığı kadar, o taçların bile gölgeleyemediği ifadesi ve solmayıp parlayan teni değil miydi? Nitekim, Hyde Park’ta inadına Victoria&Albert tesislerine iki adım mesafede anısına yapılan ve gördüğüm en yerinde temsillerden olup, suyu eliptik sınır hattı boyunca fır-döndüren o anıt-havuz. O sere-serpe taşkınlığı adeta santri füj kuvvetiyle öyle bir güçle yayıyor ki etrafına, ayakkabıları savurtup kenarına oturttuktan sonra da kolay koyuvermiyor.
Çekiciliğin heykeli yapılır mı? Yapılmış işte Londra’nın en gözönünde kamu alanında bütün sadeliğiyle duruyor.
Ama sofuluğun çapı aristokrasi sınıfı ve saray gibi muhafazakarlık kaynaklarıyla sınırlı da olmadı hiç. Pop müzik gibi serbestlik çağrışımlı dünyaları bile sardı. 60’larda Those Where The Days [Hey Gidi Günler] şarkısıyla ünlenecek Mary Hopkins, şöhretleriyle-servetlerine rağmen güven telkin edememiş Beatles’in Liverpool’lu gençleriyle şu pozları verdiğinde, kendisini iffetli kızları yerine koymaya hazır İngiliz burjuvasını hayal kırıklığına uğratmıştı.
Sadece bastırmanın değil, hazza sahip çıkmanın da bir geçmişi yok değil, mesela 68’li Situationist Guy Debord, zihin ve bedenlerin standartlığı üzerine kurulu nesnel haritalama tekniğinin alternatifi diye yapıp Çıplak Şehir [Naked City] adını vererek Paris’in psiko-coğrafi rehberi/haritası ya da sürüklenmenin psiko-coğrafi sönümlenmesi diye tanımlayacağı temsilini, beden ve zihin kaynaklı tutkularla temellendirirken Post-yapısalcı düşünürlerden Foucault ve Lacan’dan feyz alıyordu.
Bilgi yayını Paris-Berlin kitabı editörlerinden Bilge Bal’ın etraflı bir makaleyle, düşünsel arkaplanıyla birlikte tanıttığı Debord’un temsilleri, her ne kadar postyapısalcı kanal zihin yapılarına malolup düşüncelerin arkaplanı yapmalarına alışıldıktan ve hesaplamalı [computational] teknikleri gözü kapalı kullandığı oyuncaklara çevirmiş taze kuşaklar ardarda yetiştikten sonra artık yeniden-üretilmeye heves ettirmeyen naif kolajlar olarak gözükse de, haz ve tutkudan beslenen bir duyarlılığın metinsel ifadenin sınırlarına hapsolmasına karşı görsel temsille tahkim etme arayışı bakımından hala ciddiye alınacak bir çaba olarak değerlendirilebilir.
Kapitalizmin başka şeyler gibi cinselliği de kışkırtırken müptezelleştirerek alenileştirdiği yanlış değil tabii, ama pre-kapitalist fuhuş endüstrisini sürdürmekle de yetinmeyip işi eğlence endüstrisiyle kaynaşmış bir imge alışverişine dönüştürebildiği ölçüde…
Sanırım ilki Bülent Arınç’ın çıkışıydı… Ama sınır aşımlarının sonu yok.
İçki de artık yasak. İçkinin de sırf bir alışkanlıktan, hatta sofra adabıyla kültüründen bile öte bir haz nesnesi olduğunu bildikleri için karşılar. Bilincin uyanıklıktan uyuşukluğa seyrinin hazzını sıkıcı bir ders, nutuk/konferans veya seyirlikte/dinletide kendinden geçerken tatmamış olan var mıdır? Ya da ağrısıyla hayatı zehir etmiş bir dişin yanağıyla birlikte uyuşmasının tadına varmamış biri? Bu işe adını veren uyku da hazdan tamamen bağımsız tahayyül edilebilir şey midir?
Fordizm-faşizm ittifakıyla iyice otoriterleşmiş bio-iktidarın aylaklığa tahammülü yoktur; oyalanılmayıp, hedefe kitlenilmelidir. Cinsel ilişkinin sonunda aynı cinsten yeni canlı meydana getirme hedefine indirgenecek bir eylem olmadığının farkında olmayan bir canlı olabilir mi? Bu kadar aşikâr bir olguyla neden aylarca oyalandık o zaman? Hedefe kilitlenelim de kadınlar doğurma makinasına, erkekler de rutine bağlanmış damızlık otomatlara dönüşsünler diye olmasın? Solcuların bağlarını gevşettikleri Kemalistler, hep gün gelir bunlar içkiyi, sere-serpe kıyafeti yasaklayıp, namazı,orucu mecbur kılar diye uyarırken niyet okuyucu muamelesi yapardık. İçki yasak, gülüp-oynaşmak iffetsizlik, doğurmamak yarım-yamalaklık.
Hangi eğilimden olursa olsun insanları kalabalık halde birarada görenin orada terbiye edilip hizaya sokulacak bedenler görmesi; iktidarın üzerine bunca kafa yorulan reel-politikadan hem farklı hem de daha gözönünde bir yerlerde bulunduğunun işareti eğil midir?
Ama sınırlar aşıldıkça anlaşılırlık sınırları da zorlanabiliyor. Yeni başbakanın şu sözünden kim ne anladı bilmem ama ben hiçbir şey anlamadım.
Sofuluk ne pedofili vb. sapkınlıkların ne de namus cinayetlerinin çaresi olmuş tarihi boyunca; tersine bağımlı değişken misali birarada seyredip kışkırttığı bile söylenebilecek şekilde zirvelerinde seyredip rutinlerine alıştırıyorlar hepimizi.