Ana SayfaYazarlarSokağın sesi

Sokağın sesi

 

“Sokakta yalnız müzik yok” demiştik ya hani, geçen yazıların birinde sokaktaki şarkıya kulak vermek falan diye…

 

Sokak toplumun aynası, kiminde kristal sırı düzgün bir ayna bu, kiminde otuz iki kısım tekmili birden curcuna.

 

İlle yaz süreminde bu ses kirliliği sağlığı tehdit ediyor. Ancak yerel yönetimler açısından yaptırımı olmayan bir hal, cümleten hastayız, dertliyiz, biçareyiz.

 

Ayvalık'tan kaçtım, çünkü en yoğun yerleşim yerinde, düne kadar ruhsatsız olup son günlerde alıp almadığını bilmediğim ama izinle ya da kaçak çalışırken geceyarısı başlayıp sabahtan atana dek, sabır sınırını aşacak yükseklikteki disko müzik eşliğinde okuyup yazmak, uyumak sözkonusu olamadı.

 

Ege sahil şeridinde başta Bodrum olmak üzere bu eğlence yeri sahiplerinin sözü üstüne söz, sesi üstüne ses, emri üstüne emir olmadığından halk çaresiz.

 

Yerel yönetimler de çaresiz, şaşkın, yokmuş gibi davranıyorlar. Yani gürültülü müzik yayını yokmuş gibi değil, belediyeler yokmuş, hiç olmamış gibi…

 

İzmir'de artık bir anı evine dönüştürülmüş olan Mezarlıkbaşı Karakolu’nu gezdim.

 

Eski Keçeciler (Anafartalar) Polis Karakolu olarak uzun yıllar hizmet veren bu karakol, Gazi'nin ilk İzmir ziyaretinde önünde konuşma yaptığı yer. 1913'de Vali Hasan Rahmi bey yaptırmış.Peştemalcılar Başı Keçeciler Karakolu olarak yapılmış .2005'ten bu yana da müze. Azınlık suçluların ifadesinde yeminde kullandıkları onların kutsal kitapları da var. Harcında yumurta akı kullanılmış, zaten girişte duvarın bir bölümü sıvası çıkartılarak, doğal dokusu gözler önüne serilmiş, camlı muhafaza içinde…

 

Bu minicik, üç katlı, yüzük taşı gibi bina, çocukluğumuzda önünden geçerken titresek de, bir yanıyla ilgimizi çeken, polisleri ve suçlularıyla hep hareketli, ilgimizi çeken bir noktasıydı şehrin.

 

Bölgenin sesleri de şenlikliydi, zaten Kemeraltı çarşısının ve Tilkilik'in en canlı, en kalabalık noktası.

 

Karakolu, yani anı evini gezerken yarım yüzyıl öncenin sesleri bana eşlik ediyordu.

 

Ama yeni zaman sesleriyle alafucuruk bozduman sesti bu, uğultu, cayırtı, katlanılamaz bir şamata.

 

Trafiğin korna, fren, kavga, polis aracı sinyaline ek olarak, karşıdaki Havra sokağından taşan sesler, seyyar satıcı sesleri, lokanta, ayaküstü atıştırmacı, seyyar yemekçi sesleri, parkçıların değnekçi sesi, canhıraş müzik, cankurtaran sireni, farklı dillerden bağırmalar…

 

Sonra geldik eski mahalleye, Eşrefpaşa'da tepelere yakın, şehre uzak, ama, sesi-soluğu-şamatası ve satıcılarıyla, minik evlerde yaşayan yeni sakinlerle girdik başka bir ses tufanına.

 

Düşünmeden edemedim, bunca yılda sokakların sesleri neydi, ne oldu diye?

 

Bizim kulağımızda, kalbimizde kalan sesleri neydi bizim sokağın, şimdikilerin hatırlayacağı sesler ne?

 

Eksilen sesler hangileri?

 

Bekçi babanın düdüğü, ilk çekip giden o oldu çünkü.

 

Kalaycılar ilk gidenlerden oldu. Körüğü, kalayı, ailesinin alayıyla sokaktan geçen, zaten her sokakta bulunan tarla ya da oyun alanında ateşini yakıp tencere tava kalaylayanlardan sözediyorum…

 

İbriklerde zeytinyağı satılırdı, sokak aralarında, yağcının sesi de gidenlerden.

 

Otçu kadınlar, falcı kadınlar, gaz satanlar, tuz satanlar, pamuk attıranlar yani Hallaç da gitmiş.

 

Basmacılar, katlanan tahta metresi ve her iki omuzuna attığı kumaşlarla, çokluk Yahudi esnafı olan basmacıların sesi soluğu kesilmiş.

 

Şişeciler yok, küçük ve büyük içki şişeleri biriktirirdi gecekondulu kadınlar, kocalarının zıkkımlandığını sakınmadan söyledikleri, evin nafakasından eksilen o rakı parasını, boş şişeleri şişe domatı yapanlara satmak için toplardı şişeciler, el arabasıyla.

 

Dondurmacı, Sütsan'cı ve turşucuların sesi de gidenlerden. El arabasına dizili cam kavanozda ışıldayan turşular ve onun acılı suyu…

 

Sinemacılar da yok, gitmiş, bir borunun ucunda dört yanda dört çocuğun izleyebileceği göz sinemacı.. .Aynı filmi gösterirdi, çocuklar yandaki mandaldan kare kare ilerledikleri filmin sesini, konusunu sinemacı amcanın anlattığı kadarıyla dinlerdi. 'Şimdi aslan kovboy atladı atına, rengırların koğuşuna dığıdık giderken, hain Kızılderililer fiyyuu fiyuu diye ok salıyorken arkasından…'  diye sürer giderdi.

 

Macuncu, armonikasıyla gitmiş. Bileyi taşı sırtında geçen bileyci de…Kekik sucu da…Bardacıkçı da…Ekmekçi de, yufka ekmeği yapan kadınlar…

 

'Tavuk kesiiirim, hem de yoluuriiim'ci gitmiş…Omuzunda ayaklarından bağlı, sıcaktan bayılmış tavukları ve bıçak takımıyla geçerdi, nerde şimdinin naylon tavukları nerde o sokaktan geçen, kapınızda kesilip yolunan tavukların tadı…

 

Lağımcı gitmiş, bir kız lağımcı vardı bizim mahallede, adı Aysel…Babası sağırdı, onun zekası kıttı, anlaşır giderlerdi, acırdık, ama ekmeğini şeyden de olsa, çıkarırdı.

 

Taşçılar gitmiş, taş kırıcılar vardı, tepelerin altı damarlı kayaydı, benim diyen kıramazdı, evlere temel açmak zordu, belki o yüzdendi bizim sokakta kimi evler yokuş yukarı yapılmıştı, giriş bahçe, sonra salon, iki basamak çıkarak girilen, salondan üç basamakla çıkılan odacıklar, kayanın meyiline göre kurulan evcikler…

 

Sinema kartelacıları gitmiş, at üstünde ya da hususi(!) üstünde kocaman kartelalara film afişi yapıştırılır, bazen küçük kağıt ilanlar da atılarak geçerdi sokaktan, yerli film reklamcıları, sinemalarda oynatılan…

 

Sertçiler gitmiş, semt-i meçhule, bir eşeğin iki yanına yükledikleri camlı dolaplarda dikiş gereci satarlardı, çerçi kelimesinde bozma Sertçi diye bağırır, daha çok da zillerini sallayarak geldiklerini duyururlardı.

 

Tılsım Ağaççı da gidenlerden, mısırı patlatır, şeker boyasıyla renk verip, balla ince kargılara yapıştırır, acemi sümbül eylerdi.Upuzun kargıya attığı çentiklere bu mısır sümbülleri sıkıştırır, omuzuna vurur, sokaktan bahar açmış bir ağaç gibi yürür giderdi… Tılsımı şurada, bir kartonu olurdu, yuvarlakların yaldızını firketeyle yırtar, bedava yuvarlağını bulunca para ödemezdiniz. Hem sümbüller hem tılsımlar kenar mahalleleri terkedeli hanidir…

 

Destancı, duacı, arzuhalci, esansçılar da gitmiş.

 

Şimdi onların yerine, günün farklı saatlerinde gerek duyulacağına pazarlama tekniği olarak dikkat edilerek, farklı satıcılar ve sesler doluşmuş.

 

Başta, kendine sığamayan, yolunu çizemeyen gençlerin arabada son ses çaldıkları arabesk şarkılarla geçip, caka yapması gelmiş.

 

Egzosu bilerek bozulup, patapat sesi çıkararak, huzur kaçırmaca oyunu da gelmiş.

 

Seyyar arabada tencere, plastik kap kacak, süpürge satanlar gelmiş bir de…

 

Yorgancı, çarşafçı, bilgisayar tamircisi ve ikinci el satıcısı, televizyon onarımcısı, günün değişen ihtiyaçlarına uygun satıcı sesleri.

 

Buna seçim zamanlarının coşkulu, çok renkli parti sloganlarını aklemek mümkün, ki belki en güzeli, hoşu da bu. Çünkü zamanı belli, diyeceği belli, seçim olur, iş biter, sesler susar.

 

Büyük kentlerin asaletmeap sayılmayan, bana sorarsanız hayatın şah damarının attığı kıyı köşe dış mahalle sesleri hayata ve topluma dair en doğru bilgiyi veren sesler.

 

Kent (yahut kasaba) kendini söylüyor söylemesine, de duymak isteyene…

 

Eski çekmiş gitmiş, bu yeni zaman insanları mayası kabarıp teknesine sığmaz hamur gibi, iki zaman arasında kısılı kalmış, şaşırmış, çıkış yolunu bulmak istiyor ama eli ermiyor, gücü yetmiyor.

 

O da sanırım sesime kuvvet deyip, kendini sese vuruyor, işitirsen, anlarsan, bana kulak verirsen dercesine…

 

Sesimiz dikkatinize ve rikkatinize sunulur…

- Advertisment -