Türkiye’de sol bir siyasal örgütlenmenin bir iktidar alternatifi ve tercihi olarak inşası sorunu güncelliğini hala koruyor. Halil Berktay’ın tarihsel gerçeklerle örtüşen önemli ve yerinde bir tespiti var, o da Sosyalizm’in Marksist-Leninist ideolojik çizgisinin bir anlamda tarihin çöplüğüne gittiği. Bu en temelde Murat Belge’nin de katıldığı bir argüman. Gelinen noktada Marksizm-Leninizm’in praksisdeki eskizlerinin trajik derecedeki kötü performansı Berktay’ı şüphe götürmez bir biçimde doğrular nitelikte.
Esas itibariyle Belge ve Berktay’ın sol ve sosyalizm perspektifleri bugün dünya ölçeğinde de cari olan temel bir paradigma farklılığına işaret ediyor. Türkiye penceresinden baktığımızda bu iki önemli entelektüel kişiliğin Türkiye’de solun düşünsel serencamı dikkate alındığında gerçekten paradigma kırıcı argümanlar ortaya koyduklarını belirtmek gerekiyor.
Belge ve Berktay bu anlamda iki hattı temsil ediyor. Sosyalizm ve komünizmin birer siyasi örgütlenme ve iktidar modeli olarak Sovyet Rusya ve Çin olmak üzere bizlere sunduğu performansın başarısızlığını kabul etmekle birlikte, Belge sosyalizmin insanlığına sunduğu daha eşit ve özgür bir toplum kurma tasavvuruna olan inancını muhafaza ettiğini söylüyor.
Ancak, bu tasavvura ulaşmak adına kullanılan yöntem, araç ve bunlara eşlik eden ideolojik fikriyatın karnesi oldukça kötü ve ödemesi gereken hesap ziyadesiyle kabarık. Dolayısıyla, sosyalizm ve komünizmin praksisdeki edimleri göz önüne alındığında, Belge’nin ulviliğine hiç kimsenin itiraz edemeyeceği eşitlik ve özgürlük nosyonları Kant’ın idealizmini akla getiriyor.
Şu noktayı akılda tutma fayda var: her ideoloji taraftarlarına başka toplum ve dünya modeli vadeder ve bu vaat o ideolojinin can damarıdır. Belge’nin haklı olarak hala inandığı sosyalizm tarihsel düzlemde vaat ettiği hiçbir şeyi gerçekleştiremedi. Tam da bu kertede, Berktay’ın karşı argümanı anlam kazanıyor, tarihsel gerçeklikle örtüşüyor ve bu nedenle de güncelliğini hala koruyor.
Zira, Berktay’ın da altını çizdiği üzere, Belge’nin sosyalizmle olan bu idealizm ve ütopyamsı ilişkisi sosyalizmin sosyalliğini ve tarihselliğini ortadan kaldırıyor. Berktay’ın ifadesiyle “sosyalizmi bir reel pratikler demeti olmaktan çıkarıp (ölçülmesi, sınanması mümkün olmayan) bir ahlaki niyet ve özlem yumağına” indirgiyor. Bütün bu verimli tartışmalar esas itibariyle dikkatlerimizi solun kendi yolculuğunda karşılaştığı çok önemli bir tarihsel yol ayrımına yoğunlaştırıyor.
1960’lardan 1970’lerin ortalarına kadar tüm dünya ölçeğinde hüküm süren solun yükseliş döneminin ardından, yine uluslararası politik-ekonomik düzlemde yükselen neo-liberal dalga karşısında savunma durumuna geçmek zorunda kalan sol eğilimlerin ve ideolojilerin geniş bir kısmı böyle bir konjonktürde “serbest piyasa”, “rekabet potansiyeli ve gücü”, “girişim” gibi neo-liberalizmi karakterize eden, onu ete kemiğe büründüren hegemonik bir kodlama iddiasını da içeren kimi başat parametreleri ve unsurları kendi geleneksel görüşleriyle birleştirmeye ve onlara eklemlenmeye çalıştı.
Şüphesiz, bu tarihsel bir yanılgıydı. Çünkü, sol düşün bir anlamda kendi anti-tezini yaratmış oluyordu. Bu solun harakirisi demekti. Ama, öte taraftan bunun tam tersine, solun içinde, geleneksel görüşlerine daha sıkı sarılan ve onlara eskisinden daha fazla sahip çıkan, bunları solun o bilindik doktriner veçhesiyle daha da koyulaştırıp katılaştıran, neo-liberal dalganın sembolü sayılan ve onu tanımlayan tüm konfigürasyonları kategorik olarak redden sol tandanslar da mevcuttu.
Yine tarihsel bir retrospektiften baktığımızda, 80’li ve özellikle 90’lı yıllar, bu iki ayrıksı ve aralarında derin fay hatları bulunan iki perspektif arasındaki temel birleşme noktalarının koptuğu ve sonuç olarak, bu iki paradigmanın birbirine “yabancılaştığı”, tarihsel olarak birçok süreklilik ihtiva eden unsurlar barındırmalarına rağmen, birbirlerinden koptuğu yıllar oldu.