Keder, korku, ya da nefret gibi duygular yaratan travmatik felaketler, bazılarının zannettiğinin tersine, üzerine kolaylıkla kitlesel yönlendirme oyunları kurulabilecek; dilenildiği yönde araçsallaştırılabilecek oyuncak hamuru gibi olaylar değildir. İnsanlarda, aşırı duygular ile bilinmezliğin yol açtığı zihinsel matlaşma birleştiğinde gerçeklik algısı bulanabilir; bu doğru. Fakat bütün bu kafa karışıklığı, bu duygusal patlama halinin derinlerinde bir yerde, o “sağduyu” dediğimiz sezgi bilgisi varlığını korur. Bir toplumun ana gövdesini oluşturan büyük kalabalıkları; günlük gailelerinin peşinde koşan o sıradan insanları hayatta tutan; fazla işlenmemiş, süslü cümlelere, parlak sloganlara dönüşmemiş sisli puslu bir hissediştir bu.
Marjinalliğe giden yol, bu hissedişi fark etmemekten ya da önemsememekten ve hatta küçümsemeyi yüceltmekten; ama her halükarda onunla teması kaybetmekten geçer.
Ankara felaketinden sonra bir kere daha bunları düşündüm. Bir süredir dipten seyreden, çeşitli tezahürleriyle topluma göz kırpan patolojik bir siyasi kültürün belirgin özellikleriyle apaçık ortaya serilmesine yol açtı bu büyük felaket. Kendisini “devrimci” olarak tanımlayan “sol” tarihten tanıdığımız bir siyasal davranış geleneği bu. Sorumluluk duygusundan yoksun ve sağduyuya yabancı.
Tekrar altını çizeyim: bir “siyasal davranış” ile ilgili bu tartışma. Yani, derli toplu, köşeleri ve derinliği belirgin sistematik bir ideoloji ya da bir siyasal program üzerine değil. Çünkü artık Türkiye’de böyle bir ideolojisi ya da üzerinde düşünülmüş bir siyasi programı olan bir “sol” dan söz etmek mümkün değil. 12 Eylül’den sonra, ama özellikle 90’lardan bu yana kendisini sosyalist/sol olarak niteleyen çevrelerin ezici çoğunluğu, hayatlarını bir ideolojiyi sistematik olarak yeniden üretme, programatik tartışmalar yürütme, siyasal alanın etkin bir öznesi olmaya çalışma düzleminde yaşamadılar. 70’lerden farklı olarak, “Sosyalist/solcu” kavramı bir düşünsel/siyasal pratiği değil, kişisel tarihlerde edinilmiş bir kimlik duygusunu ifade eder oldu. Artık ne “proletarya diktatörlüğü” kavramına yüz veren vardı, ne de Çayanist “suni denge” öğretileriyle, “kırlardan mı başlayalım, şehirlerden mi” tartışmalarıyla ya da “barışçı geçiş” teorileriyle ilgilenen kalmıştı… Marjinalden de daha marjinal bir kesim dışında insanlar günlük hayatlarına dönmüşlerdi. Çoğunlukta, “yanlış yaptık” duygusu değil; “artık geçerli olmama” inancı hakimdi. Hayatın akışı eski yoğun pratik politik varoluşa izin vermeyen yönde gitmişse, size kalan “saygın bir kimlik” duygusundan başka bir şey olmuyordu. Yıllar, bu kimlik duygusunu besleyen “anma ritüelleri”, “nostaljik methiyeler”, “dayanışma ilişkileri” içinde geçti gitti. Buna, üzerinde yeniden sistematik olarak düşünmeye ihtiyaç duyulmamış “genel sol” pozisyondan kişisel politik tutum almalar eşlik etti. Özal hiç sevilmedi, özelleştirmelere alerji duyuldu, 28 Şubat ya görülmedi ya da iç rahatlattı vs…
Artık eski kavramlarla konuşmuyor olmak, birçok insan için “kendini yenilemişlik ” duygusu yaratmaya yetti. Tabi bu “yenilenmenin” duygusal sınırları vardı. Eski kavramlar üzerinden hararetli konuşmalar yapılmıyordu ama, ucu Marksizm-Leninizme dokunan, sosyalizmin temel kabullerini tartışan bir sorgulama derhal o “kimlik duygusunu” tetikliyor, “döneklik” istihzaları tedavüle giriveriyordu. Sonuçta, bir düşüncenin yol açtığı temel refleksleri değiştirebilecek; siyasal davranış alışkanlıklarını sarsacak; yeni ve köklü bir farkındalık yaratacak derin ve kopartıcı bir düşünsel dinamizm vücut bulmadı. Kısacası; mahallenin maddi varlığı gevşedi fakat düşünsel-duygusal varlığı dağılmadı. Yeni koşullarda, uygun vasatta, zamana uygun sloganlarla fakat aynı davranış ve düşünce alışkanlıklarıyla dirileceği günleri beklemeye başladı.
Gezi olayları bu tasvir etmeye çalıştığım “uyuyan kimlik” için müthiş bir can suyu oldu. Kürt hareketinin kapılarını açması ve geliştirdiği söylem ise artık bu kimliğin nerede varlık bulacağını hepimize anlatıyordu…
Bir yazı için uzun kaçacak bu kimlik analizini yapmam boşuna değil. Başlarken sözünü ettiğim sorumluluk duygusundan yoksunluk ve sağduyuya yabancılıkla doğrudan ilişkisi var.
“Sorumluluk duygusu” dan kastettiğim nedir? Toplumun büyük çatışmalardan korunmasını öncelikli bir siyasi değer olarak görmektir. Çatışmacılık yerine, dozunda bir mücadele mantığını içselleştirmektir. Uzlaşma ve şiddetten kaçınmayı kültürel bir özellik olarak sindirmiş olmaktır. Parlamenter sistemi, seçilmişlerin meşruiyetini esas almak, iktidara karşı mücadele ederken sistemin temel niteliklerine sahip çıkmaktır. Siyasi reflekslerde kaos ve yıkımın karşısında uyum ve inşayı temel almaktır. Oysa kendisiyle ciddi bir yüzleşme yaşamamış sol/sosyalist gelenek için bunların hepsinin tam tersi geçerlidir. Çatışma ve uzlaşmazlık, değişimin yolunu açacaksa şiddetin meşruiyeti, parlamenter sistemin hafife alınması ve vazgeçilebilirliği, meşruiyetin seçimlerde değil ideolojide aranması… Bütün düşünsel refleksler bu yönde çalışmaya alışmıştır. Bunlar öyle derin izlerdir ki; tek tek hesaplaşmamışsanız, her şey yarım yamalak cümlelerle geçiştirilmiş, “haddini aşanlar” mahalleden kovulmuş; kimlik duygusunu korumaya almak ağır basmışsa; ilk fırsatta başka sözcüklerle, değişik mecralarda fakat aynı mantıkla sahneye çıkarlar.
Nitekim tam da öyle oldu yine. Ankara’dan felaket haberi gelir gelmez sosyal medyada çatıştırıcı, hedef gösterici, kahrolsuncu çığlıklar baş gösterdi. Kürtler ayaklanarak Saray’a yürüyüp kelle alsalar; İktidara destek vermiş yüzde kırkla muhalifler kıran kırana birbirlerine girseler… Bu çığlıkların sahipleri “iyi olur” derler mi bilmiyorum. Fakat umurlarında olmadığı çok belli değil mi?
İşte bu sorumsuzluk çizgisinin, toplumsal çatışmasızlığa hiç değer vermeyen, sakinleştirici tutumu aklından bile geçirmeyen ve sanki elinde bir kanıt varmış gibi siyasal amacı ya da nefreti uğruna olanca gücüyle ajitasyona yüklenen bu davranış mantığının ardında, aşılamamış, sorgulanmamış bir siyasi kültür yatıyor.
Bu kültürün öteki özelliği ise sağduyuya yabancılık.
Onu marjinalliğe mahkûm eden asıl yönü de bu zaten. Sol/sosyalist öğreti ve pratik hiçbir zaman toplumsal çoğunluğun, içinde yaşadığı zamana ve olaylara ilişkin algısını, bilincini, değerlendirme yeteneğini önemsemedi. Verili zamanda kitlelere gönderdiği mesaj kabul görmüyorsa, bu, muhatapların “ideolojik hegemonya altında olmalarıyla” ilgiliydi. Kilit kavram “yanlış bilinç”ti. Mücadele içinde kitleler deneyleriyle öğrenecekler, “yanlış bilinç” aşılacak, bu sözler muhatabını bulacaktı! Bu bakışta, kitlelerin sağduyusunun o anın gerçeklerini doğru kavradığına; söylediklerinizin değil, seslendiklerinizin, kendi sezgi bilgileriyle hakikate daha yakın durduklarına dair bir kendinden kuşku tutumunun izine rastlayamazsınız.
O nedenle de aynı alışkanlıklarla, Ankara felaketini iktidarın tezgâhladığını sere serpe söyler ve toplumu inandıracağınızı zannedersiniz. Dahası buna kendiniz de inanırsınız. İktidarın muhalefeti yıldırmak, iktidarını korumak için Ankara’nın ortasında onlarca insanı vahşi bir katliamla öldürdüğüne ve bundan yarar umduğuna inanmıyorsa da bu toplumun yanlış bilincindendir.
Ankara felaketinden sonra kendini internete atıp çığlık çığlığa fail yaratan; tereddütsüz bir sesle eylemi iktidarın planladığını ilan eden ve en kışkırtıcı ajitasyon cümleleri kuranları kendi çevrenizde gözleyin. Kim bunlar? Gözümde giderek kalitesiz ve tehlikeli bir siyasetçiye dönüşen Selahattin Demirtaş’ı değil ama saldırıdan içtenlikle canı yanan Kürtleri dışında tutuyorum ve iddia ediyorum: Türklerin ezici çoğunluğu sosyalist sol geleneğin içinden gelenlerden ya da o gelenekle temas kurmuş olan gençlerden değilse ben bir daha yazı yazmayacağım…
Sağduyu çağrısı yapmak; “provokasyon” kavramını hatırlatmak ise, bizim gibi o tarihle hesaplaşmaya çalışmış olanlara düşüyor.
Bu tesadüf mü?