Ana SayfaYazarlarSorunları uhulet ve suhuletle çözmek

Sorunları uhulet ve suhuletle çözmek

 

16 Nisan’da yapılacak anayasa değişikliği referandumumuz, bazı AB ülke yönetimleriyle yaşanan olumsuz gelişmeleri takiben neredeyse uluslararası bir nitelik kazandı.

 

Referandum gününe yaklaştıkça normal propaganda sürecinin seyrini ve tercihlerin dengesini değiştirebilecek olağan dışı bazı gelişmelerin olabileceğini iddia edenleri neredeyse haklı çıkaracak can sıkıcı olaylar yaşamaya başladık.

 

Almanya ve özellikle Hollanda’nın kabul edilemez tavırları nedeniyle, anayasa değişikliği meselemiz bizim olduğu kadar Avrupa’nın gündemi ve sorunu haline geldi.

 

AB ile sıkıntılı zamanlar

 

Zaten Avrupa Birliği ve kimi üye ülkelerle ilişkilerimiz epey zamandır alarm veriyordu. Katılım müzakerelerinde yeni fasıllar açılmıyor; mülteciler konusunda yapılan anlaşma doğru dürüst yürümüyor ve vizenin kaldırılması umutları gün geçtikçe tükeniyordu.

 

Hele 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar konusunda, örgüt olarak AB’nin ve ayrıca üye ülkelerin çoğunun, Türkiye’nin yanında olmak bir yana, OHAl ve KHK uygulamalarını öne çıkaran eleştirel bir dilde ısrar etmeleri; FETÖ davalarından kaçan çok sayıda kişiyi iade etmeye yanaşmamaları; gazeteci, akademisyen, kamu çalışanı ve benzerlerine. yönelik işten çıkarmaları, soruşturmaları ve tutuklamaları âdetâ peşinen haksız varsayarak sık sık dile getirmeleri, AK Parti çevrelerinde çok ciddi rahatsızlık yaratıyordu.

 

Türkiye ve AB arasında ilişkilerde ciddi bir soğuma ve mesafelenme net bir şekilde kendini gösteriyordu.

 

En yakın en uzak

 

Ortadoğu’da, Irak’ta ve özellikle 6 yıldır süren Suriye iç savaşında olan bitenler karşısındaki tercihler de oldukça farklıydı.  Sanki karşıt cephelerde yer alınmış gibiydi.

 

Bütün bunlar eylemlere ve söylemlere bariz bir şekilde yansıyordu. Çok kısa bir süre önce, kimi Avrupalı hükümet temsilcileri Türkiye’nin AB’ye katılmasının yüzlerce yıl sonra bile mümkün olamayacağı mealinde sözler sarfetmekte bir sakınca görmüyorlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti hükümet çevreleri de bu beyanları, yarı şaka yarı ciddi, alternatif olarak Shangay Beşlisi’ne katılma sözleriyle karşılamaya çalışıyorlardı. 

 

Son dönemde dünya ölçeğinde aşırı sağcı popülist akımların yükselişe geçtikleri de dikkat çekiyordu.

 

Aşırı sağcı popülizm yükselirken

 

ABD başkanı Trump’ın seçilişiyle beraber zirveye çıkan bu aşırı sağcı, ırkçılık düzeyinde milliyetçi ve faşizan, içe kapanmacı, yabancı aleyhtarı, göçmen karşıtı, islamofobik siyasal akım ve liderler vakası yaygınlaşma temayülü gösteriyor ve kimi ülkelerde iktidara gelme ihtimaliyle Avrupa’yı da sarsıyordu. 

 

Yani bu defa daha farklı bir sorunla, neo-liberal küreselleşmenin bir sonuç olarak yarattığı adaletsizlik, yıkım ve yoksullaştırmaya karşı yükselen bir toplumsal tepkiyle karşı karşıyayız. Ağırlıkla orta sınıflardan başlayıp aşağı doğru genişleyen hoşnutsuz  ve kızgın kesimlerden beslenen bir siyasal yükseliş söz konusu. Yabancı düşmanı, müslüman karşıtı bu aşırı sağcı, popülist siyasal akımlar ve liderler, meydan okumalarını bu temelden aldıkları güçle yapmaya başladılar.  

 

İşte Türkiye’de anayasa değişikliği referandumu, Hollanda, Fransa ve Almanya’da ise seçimler, eşzamanlı olarak tam da böyle bir dönemde gündeme geldi.

 

“Vatansever Baharı”na Avrupa karşılaması

 

Beklenebileceği gibi Avrupa ülkelerinde bu aşırı sağcı, popülist parti ve liderlerin rakiplerine karşı büyük bir sorumsuzlukla “en rahat” kullandıkları koz, ülkeyi yabancılardan, göçmenlerden, müslümanlardan temizleme ve AB’den ayrılma vaadi oldu.

 

“Vatansever Baharı” dedikleri karabasan için yola koyulanlardan artık Avrupa’da epey var. Batı’nın demokrasi, insan hakları, düşünce ve inanç özgürlüğü, barış içinde birarada yaşama gibi konulardaki değer ve birikimini tehdit etmekte tereddüt göstermeyen siyasal parti ve liderler giderek güç topluyor.

 

Yakın zamana kadar, bu ve benzeri akımlarla baş etmek için gerektiğinde, bu ülkelerin diğer partilerinin (solun ve Sosyal Demokratların, Hristiyan Demokratların, Sosyalistlerin, Yeşillerin, Liberallerin vb) çoğu kez koalisyona gittikleri, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda tek aday üzerinde anlaştıkları görülüyordu.

 

Ancak şimdilerde böyle yapmak yerine bu aşırı sağcılardan aşağı kalmayan söylem ve tavırlara yöneldikleri; onların birçok politikalarının değişik versiyonlarını seslendirdikleri ve hattâ bazen daha ilerisine geçen tavırlar sergiledikleri görülüyor. Bunun akıllara İkinci Dünya Savaşı’na giden yıllarda izlenen yatıştırmacı politikaları getirmesi tatsız, ama hakikat dışı değil.  

 

Makul ve mantıklı Hollanda’ya ne oldu?

 

Hollanda hükümeti Viyana Sözleşmesi’nin elçilik, konsolosluk ve diplomatlarla ilgili maddelerini pervasızca ihlal etti.

 

Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun uçağının iniş izninin iptali; Rotterdam’da Aile Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın etrafının kuşatılması ve korumalarına karşı polise silah kullanma izninin verilmesi, her türlü diplomatik teamülün dışında polis marifetiyle sınır dışı edilmesi akıl ve izan dışıydı.

 

Rotterdam’da başkonsolosluğa giriş çıkışların engellenmesinin; Türkiyeli yurttaşlara ve olayı izleyen basına karşı polislerin coplu, kalkanlı, Tomalı, köpekli şiddetinin ve acımasızlıklarının izah edilebilir hiçbir yönü yoktu. Bütün bunlar en hafif değerlendirmeyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilkelerini, insan haklarını ve toplanma özgürlüğünü açıkça ayaklar altına almaktı.

 

İki dışişleri bakanının başbaşa görüşmelerini takiben şimdi orada ortalık biraz yatışmış gibi görünse de, Almanya’nın havadan sudan gerekçelerle özellikle AK Parti mensuplarının toplantılarını iptal etmesi yine aynı türden kabul edilemez siyasi amaçlı tavırlar olmaya devam ediyor. Nitekim Şansölye Merkel’in bu kadar yaşanandan sonra Hollanda başbakanını destekleyen açıklaması da herşeyin üzerine tüy dikmiş gibi.

 

Avusturya bildiğimiz gibi; ama Danimarka ve İsveç gibi ülkelerin de kendilerini bu havaya kaptırdığı görülüyor. Gerekçeleri de hep aynı: “Türkiye’deki gerilimi buraya taşımayın!” ya da “Seçim var; aşırı sağcılar iktidara gelebilir; bizi mazur görün.”

 

Toplanıp konuşmak herkesin hakkı

 

Bilindiği gibi, 1960’ların ilk yıllarından itibaren Avrupa ülkelerine işçi olarak giden ve önemli bir bölümü oralara kalıcı olarak yerleşen, hattâ vatandaşlık alıp çifte vatandaşlık hukuku elde eden Türkiyeli yurttaşlarımızın toplamı neredeyse 5 milyonu buluyor.

 

İkinci Dünya Savaşı sonrası bazı Avrupa ülkelerinin acil ucuz emek ihtiyacını yıllar boyu karşıladılar.

 

Şimdi bunların yaklaşık 3 milyonu bizim yasalarımıza göre seçmen konumuna sahip.

 

Yıllardır her seçim döneminde, aşağı yukarı bütün partiler, muhtelif Avrupa şehirlerinde bu seçmenlerle toplantı ve miting yaparak görüşlerini anlatıp seçimlerde oy kullanmaya teşvik ediyordu.

 

Zaten meseleye Avrupa’nın kendi değerleri açısından bakılırsa, başka türlüsünü düşünmek doğru olmazdı. Çünkü hem o ülkelerde yaşayan, önemli bölümü de çifte vatandaşlık hukukuna sahip Türkiyelilerin hakkıydı, hem de buna uygun zemini hazırlamak en azından “müttefikliğin” gereğiydi.

 

Aslında Türkiyeli partiler açısından bu kez de farklı bir şey olmadı. Özellikle AK Parti bakanları ve bazı CHP yetkilileri toplantı yapmak üzere girişimlerde bulundular, hazırlık yaptılar ve propaganda takvimlerini yurtdışındaki bu toplantıları da dikkate alarak düzenlediler.

 

Belki, söz konusu ülkelerin merkezi ve yerel yönetimleriyle işin muhtelif boyutlarıyla ilgili ön görüşmeler yapıp daha sıkı diyalog kurabilirlerdi.

 

Ama bu kez nasıl olduysa oldu; Almanya, Hollanda ve diğer bazı ülkelerin tavrı tam tersi yöne kaydı. Özellikle AK Parti toplantılarına ve bakanlarına yönelik her yerden engellemeler ard arda gelmeye başladı.

 

Ölçülü olmak her zaman iyidir

 

Avrupa’nın bazı ülkelerinin yönetim kademelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik ciddi bir tepki olduğu ve pek de bir muhabbet duyulmadığı muhakkak. Türkiye’ye, Türklere ve Müslümanlara yönelik tarihten gelen önyargılarını bugün de belli ölçülerde sürdürenler olduğunu da biliyoruz. Ne var ki bütün bunların hiçbiri, bu yapılanları anlaşılır kılacak ve mazur gösterecek şeyler değildir.

 

Şüphesiz ilişkileri koparmadan, bunlara diplomatik teamüllere uygun ve Türkiye’nin saygınlığını gölgelemeyecek türden karşılıklar verilmelidir. Ama meseleleri köprüleri atacak kadar köpürtmenin kimseye faydası olmaz. Hele orada yaşayan yurttaşlara hiç olmaz.  Ölçüsüz tavırlar bumerang gibidir ve döner, onu atanı vurur.  

 

Söz konusu hükümetler eliyle izlenen bu politikalar islamofobiye, yabancı düşmanlığına, müslüman karşıtlığına, Türkiye aleyhtarlığına cevaz veren bir iklim yarattığında, o ülkelerde ekmeklerini kazanan ve yaşamlarını sürdüren yurttaşlarımızın bundan sonraki hayatları bakımından son derece ciddi bir risk yaratılmış demektir. Bizim tavrımız bu durumun devamına dolaylı da olsa asla katkıda bulunmamak olmalıdır.

 

Ayrıca, denildiği gibi coğrafya bir kaderse, Avrupa ülkeleriyle ilişkilerimizi gelişen bir doğrultuda sürdürmek zorundayız. Tarihimiz iç içe geçmiş durumda. Ortaklıklarımız farklılıklarımızdan daha fazla.  Çıkarlarımız derseniz, ihracat ve ithalat rakamları herşeyi anlatıyor. Bu bakımdan meseleyi sükunetle ve akılla götürmek en iyisi.

 

Şimdilik AK Parti hükümeti adına açıklanan bazı adımların abartılı olmadığı anlaşılıyor. Bu noktada ilave hamleler arayışına girmektense, bir an önce tarafların bir araya gelerek diyalog yoluyla makulde buluşmaları en doğrusu olacak.

 

Lakin bu tür “milli”meseleleri köpürtmenin seçim gibi dönemlerde sonuçlara “olumlu” etkisi olduğu bilinir. Adı geçen Avrupa ülkelerinde ve bizde bu durumdan faydalanacaklar mutlaka olacaktır. Hattâ bu havanın referandum boyunca aynı dozajda sürmesi için gayret gösterenler de çıkabilir. Bunun seçmenin tercihine etkisini, eminim önümüzdeki günlerde araştırmacılar ölçer ve biz de öğreniriz.

 

Ne var ki, bu tür marjinal faydalar uğruna ülkeleri ve halkları karşı karşıya getiren tavırların; hesapta olmayan gelişmeleri bu amaçla kullanarak daha fazla kanırtmanın siyasal etik bakımından çok da makbul bir şey olmadığını hepimiz biliyoruz. 

 

Dilin kemiği yok!

 

Dilimizin kemiği yok; böyle durumlarda aklımıza gelen herşeyi söylüyoruz ve süreci kontrollü götürmeyi nedense pek kotaramıyoruz.

 

Haklılığımızı gölgeler miyiz, gölgelemez miyiz; hiç umursamıyoruz.

 

Dikkatle baktığımızda, AK Partili bakan ve yöneticilere bu tavrı alan hükümetler aşırı sağcı popülist yönetimler değil. Tersine, aşırı sağcıların hükümet olmalarını engellemeye çalışan, kendileri ise yeniden hükümet olmaya en yakın duran merkez partileri ve liderleri. Irkçı parti ve liderlerin iç politikada kullandığı muhtelif argümanları onların elinden alarak oy düzeylerini yükseltmeye çalışmak gibi, sonuç itibariyle islamofobiye, yabancı düşmanlığına, Türkiye aleyhtarlığına varan söylem ve eylemlere yöneliyor.

 

Elbette ki bu da olağanüstü hatalı bir zihniyet ve son derece rahatsız edici bir durum.

 

Ama bütün bunlar söz konusu yönetimlerin Nazi kalıntısı veya izleyicisi olduğu sonucunu herhalde vermez. Üstelik bu niteleme, bazılarının tarihsel mirasıyla ilintili olsa bile önemli bölümünün tarihiyle uyuşmaz (örneğin Hollanda). Ayrıca, dünya kamuoyu gözünde haklı olma durumunu da gölgeleyen bir dil olarak nitelendirilir. Nitekim bazı bakanlarımızın düzeltme içerikli konuşmaları da bu konunun kısmen de olsa farkına varıldığını gösteriyor.

 

Çünkü, sorun çözülecekse de ister istemez bu partilerle, liderleriyle ve hükümetleriyle sürdürülecek diyalog neticesinde çözülecektir. Camileri kapatma, Kur’an satışını yasaklatma, müslümanları sınır dışı etme politikalarının asli adresi Wilders gibilerin çözüm ortağı olamayacağı aşikâr değil mi?

 

Çuvaldız

 

Böyle durumlarda insan, çok arzulamasa da ister istemez dönüp bir de kendi memleketinin haline bakıyor.

 

Eleştirdiği bazı şeylerin dönüp kendi ayağına dolaşmasından çekiniyor.  Diyeceği bazı şeyler varsa da çoğu kez yutkunup geçiyor.

 

Bugün biz bir seçim türü olan referanduma OHAL şartlarında giden bir ülkeyiz. Yöneticilerimiz bunu normal buluyor.

 

Toplanma ve düşünce özgürlüğünde Türkiye güllük gülistanlık filan değil.

 

Toplumsal olaylarda polisimiz pek nezaketiyle tanınmıyor.

 

Basın özgürlüğü hayli kısıtlanmış ve medyadan sesini duyurmak büyük bir ayrıcalık haline gelmiş durumda.

 

Gazetecilerin durumunu hiç yazmayayım, çünkü tabak gibi ortada.

 

Adalet sistemimiz ve yargımız özellikle son aylarda iktidarın gölgesinde ve onun çizdiği sınırlar içinde davranan bir konuma girdi.

 

KHK’larla sorgusuz sualsiz işe son vermelerin haddi hesabı yok.

 

Bakanlarımıza ve oralarda yaşayan yurttaşlarımıza böyle davrananlara dönüp, şöyle göğsümüzü gere gere “Bakın Türkiye’ye, bu yaptıklarınıza benzer bir şeyin zerresi var mı” diyecek durumda mıyız sizce?

 

Bunları da görelim.

- Advertisment -