Polonya asıllı ünlü sosyolog Zygmunt Bauman’ın ölümünden sonra yazmaya devam ettiği efsanesine giderek daha fazla inanmaya başlıyorum. Daha önce hiç yayınlanmamış eserleri birer birer Türkçe’de varlık kazanıyor, yeni bir yaşama başlıyor. İnsan çevirinin orijinal dilden daha ölümsüz olduğunu düşünüyor. Ya da şöyle diyebiliriz ki düşünce kaç farklı dilde kendi bağımsız yaşamını sürdürebilirse o kadar ölümsüzlük kazanıyor. Çeviri asla sonlanmayacak bir canlılığı simgeliyor. Son derece üretken bir yazar olan Bauman sayısız farklı dilde hayata devam ediyor.
Son olarak yakın zamanda, -bir süredir çevrilmesini heyecanla beklediğim- Sosyoloji Ne İşe Yarar? kitabı (Ayrıntı yayınları) gün yüzüne çıktı. Hayatının son döneminde kendisiyle yapılan söyleşilerden oluşan kitap belki de en fazla sorgulanan -Türkiye’de bu bile tam yapılmayan!- ama gerçek anlamda ne olduğu ve neden önemli olduğu en az anlaşılan disiplin olan sosyolojinin ne işe yaradığını çok iyi anlatan görüşler içeriyor.
Bu işin asla dar bir uzmanlığa ya da teknik bir meslek koluna indirgenemeyecek doğasını, bir yandan geniş ve derin bir entelektüel yan barındırırken diğer yandan ancak sıradan bir hayatın içinde kalınarak yapılabileceğini çok iyi anlatıyor. Edebiyatla sosyolojinin aynı aileden doğan iki kardeş olduğunu belirtiyor. İnsanları neden ve nasıl ciddiye almamız gerektiğini ve sosyolojik düşünmenin aslında çift taraflı bir söyleşi olduğunu dile getiriyor. Bilimsellik fetişizmine, nesnellik takıntısına ve yöntemsel aşırılıklara sert eleştiriler getiriyor.
Sosyolojik Düşünmek yazarına göre sosyoloji diğer tüm entelektüel çalışma sahalarından farklıdır çünkü “İçlerinden çoğu incelemek üzere eğildikleri ‘dışarıdaki’ nesneleri tanımlayabilirken, sosyoloji bunu yapamaz. Sosyolojinin kendisi keşfetmeye çalıştığı toplumsal dünyanın ayrılmaz bir parçasıdır. Gerçekte sosyolojinin getirdiği kavrayışlar olmadan devam edebilecek toplumsal bir dünyanın parçasıdır.” (s.12).
Bunu dedikten sonra özellikle toplumsal dünyanın ayrılmaz bir parçası olma durumunu bilimsellik açısından büyük bir sorun olarak gören güçlü bir geleneğin olduğunu ve bu geleneği sürdüren insanların sosyoloji ile toplum arasında geçilmez bariyerler inşa ettiklerini belirtiyor. Bu ise sosyolojinin giderek toplum için değil kendisi için çalışan, sıradan insanlara kapalı ve dolayısıyla daha ‘önemli’ hale gelmeye çalışırken anlamsızlaşan bir çizgiye savrulmasının önemli sebeplerinden birini oluşturuyor; “Metodolojinin fetişleştirilmesi, ‘değer tarafsızlığına’ yapılan vurgu, konunun yabancısı kişilerin kafasını karıştıracak şekilde tasarlanmış özel ve gizli bir ‘bilimsel’ dilin gelişmesi, profesyonel araç gereçlerin benimsenmesi geçmişte olduğu gibi bugün de devam etmektedir ve hepsi sosyolojiyle irdelediği dünya arasında birer bariyer olma işlevini gerçekleştirmektedir. Bu şekilde sosyoloji, tarif etme, inceleme, tahlil etme iddiasında olduğu insan yaşamlarından kopuk ve yalıtılmış, kendine has bir hayata sahip bilimsel bir ‘büyücülüğe’ dönüşmektedir.” (s.12).
Bu sayede sosyologlar kendilerine korunaklı bir ‘bilimsel’ alan yaratmış ve güvenli barikatların arkasında hem kendilerini fazlasıyla önemli hissederken aynı anda toplumun yakıcı sorunlarını önemsemeyebilen bir konfora ulaşmış olurlar. Bir zamanlar büyücülerin sahip olduğu bir ayrıcalıklı konumu üstlenmiştirler. Fakat bu aynı zamanda iktidara ve politika yapıcılara en uygun konum alıştır. “Barikatların arkasına saklanmaya çalışan sosyologlar, politika üretenlerin çanlarına ayak uydurmaya hazır oldukları için edindikleri fikirleri satmaya çalışırlar yahut fikirlerinin araştırma hibeleriyle iktidar tarafından satın alınmasını beklerler. Böylece sosyolojiyi toplumsal yaşama sokma işi başkalarına bırakılır…Dünya yoluna devam etmekte, sosyoloji yoluna devam etmekte ama nadiren bir araya gelmektedirler. Neticede sosyolojinin sosyolojiden kurtulması gerekmektedir.” (s.13).
Bu tam olarak şuna karşılık gelir: modernleşmeyle ortaya çıkan sosyolojinin uzun zaman temel kaygısı, altüst olmuş, eski aidiyetlerinden, geleneğinden ve inançlarından kopmuş insanların nasıl olup da yeni bir dünya kurabileceği, her türlü farklılıklarıyla bir arada ve düzen içerisinde yaşayabileceği idi. Onun deyişiyle, “parçalanmış güvenliğin onarılması” meselesi idi. Ve zaman, düzenin altında ezilen, güvenlik uğruna özgürlüklerinin ne olduğunu bile unutacak kadar kendinden uzaklaşan ve dolayısıyla hayata yabancılaşan insanlardan oluşan toplumları çıkardı.
Sosyoloji ise bütün bu süreçler boyunca düzenden ve modernleşmeci bir toplum fikrinden yana tutum aldı. Oysa şimdi yeni bir çağ var karşımızda ve bu çağ zannedilenin aksine inançların, geleneklerin, eski alışkanlıkların ve de anlamların yok olduğu bir çağ değil tam tersine insanların bireysel özgürlüklerini yeniden keşfederek daha yaratıcı bir arayışla her şeyi yeniden anlamlandırıp düzenledikleri bir dönem. Son derece sağlıklı bir her şeyi tartılmaya açma ya da.
“Sosyoloji tarihinin ilk bölümünü, modern projelere ve düzen inşa etme saplantısına hizmet etme çabasıyla geçirmiştir…halbuki giderek bireyselleşen, toplum tarafından yaratılmış sorunların çözümünü amansızca toplumsal güçlerden alıp tek tek erkek ve kadınların omuzlarına yükleyen, akışkan ve modern toplumumuzda…hükmen ve hukuken birey olan kişileri, tercihen ve fiilen birey olanların mertebesine yükseltebilecek yöntem ve araçların bilgisi olabilir.” (s.114). Dolayısıyla ona göre sosyoloji şimdi başka bir uzun yürüyüşün ortasındadır ve bu yürüyüş parçalanmış güvenliğin onarılması değil bizatihi güvenlik denilen şeyin parçaladığı hayatın yeniden anlamlandırılmasıdır; “Bu sefer amaç, güvenliği yoğun ve kapsamlı bir şekilde hayata geçirilmiş normatif düzenlemeler ve her yanı eksiksizce kuşatmış kolluk kuvvetleri üzerinde inşa eden uzun yürüyüş sırasında bireysel özgürlüklere getirilmiş kısıtlamaları parçalamaktır.” (s.120).
Bauman, sosyologlar kendilerini politikadan ne denli uzak tutup korunaklı kılmaya çalışsalar ve ‘bilimsel’ otoriteye yaslansalar da sosyolojinin buna izin vermediğini çünkü doğası gereği bir siyasi içeriğe ve eleştirel altüst ediciliğe sahip olduğunu söyler ve bunu şöyle ifade eder: “Sosyolojiyi doğası gereği politik bir faaliyete dönüştüren şey, yukarıdakinin dışında tam da kurumsallaşmış politikalara alternatif ayrı bir otorite kaynağı ve meşruiyet imkânı sunmasıdır.” (s.23). Ahlakla da zorunlu bir bağlantısı vardır çünkü ahlak “ötekine karşı bir sorumluluk duyma meselesidir” ve bu noktada sosyolojinin ortaya koyduğu temel görüş, “insanların içinde bulundukları koşullar ve olasılıkların ötekilerin yaptıkları ve yapmadıkları şeylerle, insanların yaptıkları ve yapmadıkları şeylerin de ötekilerin içinde bulunduğu koşullar ve olasılıklarla bağlantılı olduğudur.” (s.24).
Sosyoloji, her koşulda konfor alanlarını sarsıcıdır. ‘Doğal’, ‘değişmez’, ‘böyle gelmiş böyle gider’ olarak görülen ne varsa öyle olmayabileceğini açık eder, toplumsal olanın noksan ve sorunlu yanlarını görmemizi sağlar; “Şeylerin, eylemlerin, eğilimlerin ve süreçlerin ‘zorunluluğu’ ve ‘doğallığına’ duyulan popüler inançların altındaki temelleri baltalamaya mahkûmdur. Onların oluşumu ve devamlılığına katkı yapan mantıksızlıkların maskesini düşürür. Zahiri kurallar ve normların arkasında yatan durumsallıklarla sözde tek olma iddiası taşıyan olasılıkların etrafına kümelenmiş alternatifleri açığa serer. Sonuçta sosyolojinin işi, Milan Kundera’nın alegorisini kullanırsak, onları sahte temsillerle örterek gerçeklikleri gözlerden saklayan ‘perdeleri yırtmaktır’”. (s.40). Bunu ancak toplumu oluşturan kendi halindeki, sessiz sıradan insanlarla hakiki bir işbirliği ve dayanışma ile yapmak mümkündür ki sosyoloji de zaten bu türden “eleştirel bir diyalog”’tan başka bir şey değildir. “Bu diyalogta…sosyologlardan gerçekleştirmeleri istenilen ikili görev…tanıdık olanı yabancılaştırmak (sözümona açıklama gerektirmeyen niteliğini çürütme) ve yabancı olanı tanıdık hale getirmektir (evcilleştirmek, ehlileştirmek, idare edilebilir hale sokmak.). (s.115).
Bütün bunlardan sonra sosyolojiyi teknik bir dar bilimsellik alanına nasıl hapsedebiliriz ki… Kendi uzmanlık alanı olan tipik bir meslekten çok daha derin, daha özgürlükçü ve daha politik bir iş yapma biçimi olarak konumlandırmak daha doğru olmaz mı: “Kanaatimce sosyoloji metodolojiye sadık olması üzerinden değil, deneyimle ve insanların kendi yaşam sorunlarıyla yürüttüğü mücadeleyle kurduğu ilişki üzerinden yargılanmalıdır.” (s.123).
Sosyoloji bugün artık tıpkı toplumlar gibi önemli bir yol ayrımına gelmiştir ve tıpkı modernleşmenin ilk başlarında olduğuna benzer şekilde güvensizliklerin hiç olmadığı kadar arttığı, aksi düşünülemeyecek zannedilen projelerinin yerle bir olduğu ve insanların hiç olmadığı kadar aidiyetlerinden sıyrılma ihtiyacı duyduğu, tedirginlik, güvensizlik ve belirsizlik yayan bir zamanda bu kez çözümün toplumcu değil bireyci arayış ve politikalardan geçtiğini bilmek önemlidir. Bauman da tam olarak bunu söylemektedir.