Eduardo Galeano’nun Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında hiç aklımdan çıkmayan küçük bir öykü vardır. Daha doğrusu, bir mektup… Mektupta, Galeano’nun arkadaşlarından Osvaldo Soriano, unutamadığı bir gol aracılığıyla zaman tünelinde çıktığı yolculuğu anlatır:
“Geçen gün Carrefour’daydım. Biliyorsun, orası San Lorenzo Kulübü’nün eski stadının bulunduğu yere inşa edilmişti. Markete, San Lorenzo’da oynarken dört yıl arka arkaya gol kralı olan, çocukluk dönemimin kahramanı Sanfilippo ile birlikte gittik. Tencereler, tavalar, peynirler, asılı duran sucuklar arasında dolaşıyorduk… Kasaya yaklaşmıştık ki, Sanfilippo birden kollarını açarak ‘İşte’ dedi, ‘Boca ile oynadığımız maçta golü tam bu noktadan atmıştım.’
Konserveler, etler ve sebzelerle tepeleme doldurduğu el arabasını güçlükle iten şişman bir kadının önüne geçerek devam etti: ‘Sezonun son maçında ligin kaderini değiştiren goldü o!’
O an serbest vuruştan gelecek bir topu bekler gibiydi ve anlatmaya devam ediyordu: ‘Bizim takımın gençlerinden Capdevilla’ya, düdük çalınır çalınmaz topu bana havadan göndermesini söyledim. Hiç heyecanlanma, dedim ama heyecanlanmıştı. Başaramayacağından korkuyordu.’
Sanfilippo mayonez kavanozlarının dizili olduğu rafı işaret etti: ‘Topu tam oraya yerleştirdi.’ O sırada müşteriler alışveriş etmeyi bırakmış, heyecan içinde bizi izliyorlardı. ‘Top savunma oyuncularının arkasına düştü. Hemen fırladım. Fakat biraz çapraza gitmişti. Şu pirinç torbalarının olduğu yere doğru… Görüyor musun?’
Alttaki rafı gösteriyordu. Sonra lacivert takım elbisesine ve gıcır gıcır cilalı ayakkabılarına aldırış etmeden bir tavşan gibi fırladı. ‘Güm diye vurdum topa.’
Sol ayağıyla vurmuştu. O anı yaşar gibi… Bütün başlar otuz yıl önce kalenin bulunduğu kasa yönüne çevrildi. Hepimiz topun kaleye gidişini görür gibiydik. Tam pillerin ve traş bıçaklarının olduğu yerden takıldı ağlara… Sanfilippo sevinçle kollarını havaya kaldırdı, bana doğru koştu. Müşteriler ve kasiyer kızlar coşkuyla alkışlıyorlardı. Neredeyse hüngür hüngür ağlayacaktım. Meşhur gol kralı Sanfilippo, o efsanevi golü yeniden atmıştı. Sırf ben görebileyim diye…”
***
Geçen gün Mecidiyeköy’den geçerken, bu güzelim hikâyenin yorgun belleğimi yeniden ziyaret etmesine engel olamadım. Bir zamanlar Ali Sami Yen Stadı olarak bildiğimiz, bugün posta kayıtlarında “Bilmemne Rezidans” diye geçen beton yığınlarına baktım uzun uzun… Buruk bir tebessüm geldi, dudağımın kıyısına ilişti sorularla beraber…
Acaba o bloklarda ikâmet edenlerden herhangi biri, neyin üstünde yaşadığının farkında mıdır?
Bir sabah gardrobun kapısını açtığında mesela, içeriden pat diye Galatasaray’ın 14 yıllık şampiyonluk hasretine son veren Cevat Prekazi’nin frikik golü fırlayıverir mi?
48 yıl boyunca uzaktan boynu bükük izlediğimiz Dünya Kupası’na gidebilmek için, 2001 Kasımında topa tuttuğumuz Avusturya kalesi, ne tarafa düşüyordur acaba şimdi o gökdelenlerde? Üç oda-bir salon mu olmuştur, yoksa stüdyo mu?
Tanıl Bora’nın muhteşem tespitiyle “Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 4-4 yendiği” ve 1983 şampiyonluğunun vizesini aldığı unutulmaz 90 dakikaya da Ali Sami Yen evsahipliği yapmıştı, hatırladınız mı?
Nasıl da hoyratça yırtıp atıyoruz toplumsal hafızamızın sepya rengi sayfalarını… Onlara sahne olmuş, yaşadığımız yeri şehir yapan binaları, meydanları, parkları bir çırpıda ortadan kaldırmaya, yerlerine zevksizlik abidesi, insanı ezen ama mutlaka birilerini de zengin eden devasa “şeyler” dikmeye bayılıyoruz. “Neden böyle?” diyecek olsam…
Beni çok naif bulabilirsiniz… “Zamanın ruhu” diyebilirsiniz… Ekonomik koşullardan, metropollerin yarattığı büyük ranttan, dar alana sıkıştığı için dikey yerleşime mecbur kalan İstanbul’dan söz edebilirsiniz… “İnşaat Ya Resulullah” diyen iktidarları anlatabilirsiniz… “Dünyanın başka ülkelerinde de yıkılan statlar, salonlar, sinemalar var” cümlesiyle lafa girip, ardından örnekler de sıralayabilirsiniz…
Hiçbiri beni ikna etmeye, göğüs kafesimdeki mengeneyi gevşetmeye yetmez.
***
Socrates Dergisi’nin Nisan sayısında etkileyici bir “Spor Sergi Dosyası” vardı -umarım en yakın zamanda internet sayfalarına da koyarlar ve medyada benzerlerine pek az rastlayabildiğimiz bu kıymetli iş, daha fazla okuyucuya ulaşır. 1949’dan Atatürk Kültür Merkezi’nin açıldığı 70’li yıllara kadar şehrin tek büyük kapalı mekânı olan, konserlerden buz revülerine, sendika toplantılarından ticari fuarlara, boks ve güreş turnuvalarından voleybol-basketbol maçlarına kadar her türlü etkinliğe kapılarını açan Spor ve Sergi Sarayı, belediyenin tapulu mülküydü. Sanıyorum 80’li yılların başından itibaren, Basketbol Federasyonu bu binanın kiracısı oldu. İlginç bir kira kontratı vardı: Basketbol sezonunun başladığı Ekim ayından Mayısa kadar salon tamamen bu spor dalının maç ve antrenmanları için kullanılıyor, geri kalan aylarda ise konser, parti kongresi, fuar gibi etkinlikler için belediye tarafından başkalarına kiralanabiliyordu. O zamanlar federasyonlar, fukaralık sınırlarında dolaşan bütçelerle döndürülmeye çalışıldığından, Basketbol Federasyonu’nun bu güzel ama yaşlı binanın bakımını yaptıracak parası yoktu. Dökülen köşeleri onarılamıyor, çağdışı kalmış ısıtma, elektrik ve su sistemleri elden geçirilip yenilenemiyordu. Göz göre göre çürüyordu Spor Sergi… Dönemin Belediye Başkanı Nurettin Sözen, kentin bu kadar merkezi ve değerli bir yerinde, böyle bir yapının mezbeleliğe dönüşmesinin kabahatine ortak olmak istemedi. 1992 ilkbaharında kiracısını çıkardı, tepeden inme bir proje hazırlattı ve Lütfi Kırdar Kongre Merkezi böyle doğdu.
Sözen’in yaptığından hâlâ memnun olduğu, Socrates’e vermiş olduğu “Çok doğru bir iş yaptığımı düşünüyorum. O kadar verimli kullanılıyor ki orası artık; her gün toplantı var, konser var, sergi var… ‘İstanbul’un en üretken mekânı hangisi?’ deseler hiç şüphesiz orayı seçerim” demecinden de anlaşılıyor.
“Basketbol oynanacak başka yer mi yok?” azarıyla kapının önüne konuveren, o sıralar yeni açılmış olan Abdi İpekçi’ye sürgüne gönderilen biz sporseverler, tahta tribünlerinde yıllar geçirdiğimiz yapının yenilenmesinden, kongre merkezine dönüştürülmesinden şikâyetçi değildik oysa… “Acaba onca etkinliğin arasında haftada bir gün olsun basketbol maçlarına da yer bulunur mu, salon böyle bir projeyle değil de, daha çok amaçlı bir tasarımla yenilenir mi?” derdindeydik. Olmadı, sesimizi duyuramadık… Potalar altında ter dökenlere Zeytinburnu yolları gözüktü. O günlerde hayli sapa diye nitelenen bir köşede yükselen on bin koltuklu salonun büyüklüğüne ve yeniliğine tav olmamız, Spor Sergi’nin duvarlarına sinmiş anılarımızın üzerine bir bardak su içmemiz söylendi.
***
Basketbolumuzun yükselme devri, Abdi İpekçi’ye kısmetmiş meğer… Efes’i Avrupa’da finallere, kupalara taşıyan coşkulu sevinçler, Milli Takıma 2001 Avrupa ikinciliğini getiren mucizevi maçlar ve nihayet 2016’da Galatasaray’ın Euro Cup’u kucaklama sahnesi, hep o salonun parkeleri üzerinde yaşandı.
Sadece onlar mı? Eurovision Şarkı Yarışması… Bir NBA takımının (Minnesota Timberwolves) İstanbul’da oynadığı ilk karşılaşma… Pavarotti, Spice Girls, Tarkan konserleri… Naim Süleymanoğlu’nun kilolarla alay ettiği, Halil Mutlu’nun ise ilk kez kürsünün en üst basamağına çıktığı Dünya Halter Şampiyonası… Hatta parkenin üzerine portatif havuzlar kurarak organize ettiğimiz Avrupa Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası… O anıt yapının 30 yıla varmayan ömrüne sayısız unutulmaz hikâye sığdı… Binleri, on binleri sevinçte, hüzünde, coşkuda, gururda buluşturan, “biz” yapan, içimizden taşan gözyaşları ile yıkanmış nice günün, gecenin sessiz ve mağrur tanığıydı Abdi İpekçi… Artık ayağımız mı alışmıştı, yoksa gelişen ulaşım imkânları mı derde deva olmuştu bilinmez, ilk yıllardaki kadar sapa da gelmiyordu müdavimlerine…
Sonra bir gün bir haber aldık… Büyüklerimiz yine her şeyin en iyisini, en güzelini düşünmüşler… Artık çağın gerisinde kalan Abdi İpekçi Spor Salonu yıkılıp, onun yerine Milli Takımlar için modern bir kamp tesisi inşa edilecekmiş. 7-8 bin koltuklu bir büyük salon… Birkaç tane antrenman salonu… Sporcu sağlığı merkezi, dört başı mamur fitness olanakları, sporcuların kamp yapması için gayet konforlu bir otel, yer altına gömülmüş otoparklar vs vs… Abdi İpekçi’yi hem koltuk sayısı, hem de fonksiyonel açıdan geride bırakan iki yeni salonun (Anadolu yakasında Ülker Arena, Avrupa yakasında Sinan Erdem) hizmete girmesiyle zaten “büyük mekân” sorunları ortadan kalkmış olan basketbol, böylece bir de altyapıdan yetenek fışkırtacak kusursuz bir tesisle dünyayı kıskandıracak bir yola girecekmiş…
Sezon biter bitmez, 2018’in bahar aylarında ilk kazma vuruldu emektar salonumuza… Yapılıp hizmete açılması on sene sürmüştü, tamamen indirilip yerle yeksan edilmesi birkaç ayı bile bulmadı…
Ardından bir haber daha aldık… Tatsız… Bu işleri iyi bilenler, ölçmüşler, biçmişler, hesaplamışlar ve sonunda “Buraya tamamen sportif tesis yapmak doğru değil. Bu bölgede ticari alanlar yaratmak lazım. Hem milletçe birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz, ekonomimizin dış güçler tarafından çökertilmeye çalışıldığı şu günlerde paraya daha çok ihtiyacımız var” buyurmuşlar…
Sözün özü; yıkılan Abdi İpekçi Spor Salonu’nun yerine otel ve alışveriş merkezi yapılıyor. Şaşırmadınız, biliyorum… “Ne olmasını bekliyordun?” diyorsunuz, duyar gibi oluyorum.
Onlarca yıllık kandırılma tarihimizin kısa bir özeti veya elimizden sökülüp alınan ortak geçmişimizin ardından yakılmış bir ağıt olarak okuyabileceğiniz bu yazıyı, masum bir soruyla bitirmek istiyorum…
Dünün büyük yıldızı, bugünün Basketbol Federasyon Başkanı Hidayet Türkoğlu, “2001’de Almanya’yı yendiğimiz maçta, bizi finale çıkaran o son basketi işte tam buradan atmıştım” diye çocuklarına anlatırken, parıltılı bir alışveriş merkezinin orta yerindeki fıskiyeli havuzu mu gösterecek acaba?