Bir nevi “Survivor” adasındayız. Çoğunu bildiğimiz basit çocuk oyunları oynanıyor.
Oynayanlar çocuk değil, borçları boylarını aşmış ve/veya acilen para bulmadan hayata devam edemeyecek olan yetişkinler. Tamamı “Kaybedenler Kulübü” üyesi. Hem de drama meraklısı, kaybetmeyi üstlerine pahalı ama “salaş” tişört gibi giyenlerden değil. Hiç romantik olmayan zırıl zırıl kaybetme hâli. “Parazit”teki aile gibi, eski hizmetli ve kocası gibi.
Kaybetmenin cezası ölüm.
456 oyuncu arasında sadece 1 kişi oyun oynamanın mutluluğu için oynuyor.
Kazanan(lar) hayatta kalmanın yanısıra 45.6 milyar wonu, yani yaklaşık 39 milyon dolarlık ödülü de alacak(lar).
(İzlemeye niyeti olup da henüz izleyememiş olanlar varsa hâlâ, yazı bol miktarda spoiler içeriyor, haberiniz olsun.)
Gelir dağılımı bozuldukça, maddi eşitsizlik arttıkça, ekonomik geçişkenlik ihtimali azaldıkça, “ne yapsam boş” diye düşünen yenilmiş insanlar çoğalıyor hâliyle… Üstüne bir de, Güney Kore’de tam olarak “kast sistemi”ne dönüşmüş ve saygınlığı da kazandığın paraya, madden hayattan alabildiklerine, hatta yiyebildiğin yemeğe bağlayan bir günlük hayat anlayışına tabisin. Bu durumda sonu ölüm bile olsa “Squid Game”e katılıyorsun, pek tabii… “Nem alacak felek benim?” diye şarkı söylüyor Cem Karaca benim kafamda fonda.
“Squid Game” 17 Eylül 2021’den bu yana, yani bir aydır Netflix’te izleniyor. İlk 28 günlük izlenme sayısına göre Netflix’in en çok izlenen dizisi oldu. Tam 111 milyon kez izlenmiş dört hafta içinde. Türkçesine bazıları “Kalamar Oyunu” dedi, bence bu iyi olmadı, “Mürekkep Balığı Oyunu” diyelim. Bizde olmayan, dizide birkaç kere anlatılsa da, seyredenlerin de pek anlamadığı ama oynandığı alanın şekli mürekkep balığına benzeyen bir Kore oyunu diye de ekleyelim, benim gibi isimlerin anlamına meraklı olanların merakını gidermek için.
Kelimenin mecazî olan ve olmayan anlamlarıyla “bayıla bayıla” Survivor adasına gelen 456 oyuncu tek tip yeşil eşofmanları çekiyorlar üstlerine… Çok yüksek tavanlı kocaman bir spor salonunu andıran ve bir bütün olarak düzen ve disiplin çağrıştıran ve hatta dört katlı ranza “kurulumu” ile obsesif kompalsif bozukluğu olanların gözlerini yaşartan bir mekândalar artık. Başlarında da “The Handmaid’s Tale (Damızlık Kızın Öyküsü)” tarzı koyu pembe giysileri ve siyah maskeleri ile görevliler var. Her şey kontrol altında…
Sonra oyunlar başlıyor… Merdivenlerden, labirentimsi yerlerden geçiyorlar. Görüntülerin Escher grafiklerini andırdığı söyleniyor birçok yerde, çok doğru, ama aynı zamanda renkler, özellikle o şeker pembesi ton ve ortalığı kaplamış olan tekinsizlik hissi fena hâlde “Charlie’nin Çikolata Fabrikası”nı hatırlatıyor bana…
Oyuncuların yaklaşık yarısı bizim buralarda Fransızca fonetiğinden ilhamla “önde durma bana vurma”, dizide ise “kırmızı ışık yeşil ışık” denen ilk oyunda eleniyor, diğer bir deyişle, pembe tulumlu görevliler tarafından “etkisiz” hâle getiriliyor…
İlk oyundan sonra kalan oyuncular yanlarından kılpayı geçen ölüm ve cam küreye doluşan milyarlarca won arasında bir bocalama yaşıyorlar ama kısa sürüyor, hepimiz oyundayız, devam ediyoruz.
Sonrası oyuncuların arasında kurulan millet ya da zillet ittifakları, yani iyiler de var kötüler de. İyilerin içindeki kötülükler, kötülerin içindeki insani yanlar… Bolca dayanışma da var, bolca dozu kaçan düşmanlık, amaca giden yolda kimseyi tanımayanlar ve hatta herkesi rakip görmeyi doğal bulanlar. Ortalık inşa edilecek mânâlarla dolu… Buyrun, istediğinizi alın, kendinize bir “Squid Game” mânâsı inşa edin, herkese uygun mânâ var… Dizinin başarısı da bence burada zaten.
Ben “Kanka” adındaki 6. bölümde bol bol anlam buldum. Çünkü bu bölümde oyuncular ikili olarak karşı karşıya kalıyorlar, ben de bir insanın nasıl biri olduğunu en çok birebir ilişkimizde anlayabileceğimizi düşünüyorum. Bence diğerlerinin çoğu lafügüzaftır, maskelerin düştüğü, farklı rollere ait maskelerin savaştığı, maske ile gerçek arasındaki mesafenin anlaşıldığı alan ikili ilişkilerdir.
“Kanka” bölümündeki en can alıcı sahneler de dizinin biri Kuzey Koreli sığınmacı diğeri tacizci babasını öldürdüğü için aldığı cezayı tamamlayıp hapisten yeni çıkmış Güney Koreli kader kurbanı kız olmak üzere iki bağımsız ve yalnız genç kızın kalan 30 dakikalarını başkalarına söyleyemedikleri şeyleri konuşarak geçirmeyi tercih ettikleri kısımlar. Utanmaya gerek yok, nasılsa ikisinden biri ölecek, kendi kendileriyle konuşurmuş gibi konuşabilirler… Sonunda gidecek bir yeri, yakınları olan, kuracak hayalleri olan kazansın. Kalan sözü Serbestiyet’te Deniz Karakullukçu’nun çevirisi ile yayımlanan Güney Koreli Kyung Hyun Kim’in yazısında bu sahne için anlatılanlara bırakıyorum:
“İşte bu sahne, bizlere dramanın tam anlamıyla parıldadığı bir an sunuyor. Bu karakterlerden birinin yalnızca yarım saatlik ömrünün kaldığını bilerek, iki karakterin de diğerini kandırıyormuş gibi yapmadığı ya da ölümlerine sebep olacak sistemi aldatmadığı olağanüstü ve dramatik bir an ile karşı karşıya kalıyoruz. Çağdaş Amerikan dramalarının çoğunda veya erkek merkezli olay örgülerinde olanın aksine, bu kızlar yalnızca sohbet etmeyi seçerek Kore filmi Inside Men’den “Haydi mojito’da bir Maldivler içelim” gibi belirsiz bir replik hakkında görünüşte anlamsız bir muhabbete girişiyorlar. Egzotik bir adada birlikte o içkiyi içmek, tam da bu iki kadının yapmayı seçtiği şeydir…”
(Yazının tamamını “Squid Game”cilere öneririm bu arada: https://serbestiyet.com/featured/ceviri-squid-gamedeki-distopik-kabusun-ardinda-umut-veren-bir-mesaj-yatiyor-72313/)
Bu “vahşi kapitalizm düzeninin insanları” temalı mânâ avcılığını bir kenara bırakırsak, dizi ile ilgili en çok dikkat çeken şeylerden ikincisi de içerdiği şiddet dolu sahneler oldu. Basit bir oyunda “yanınca”, anında reaksiyon vermeye programlanmış androidler gibi görünen görevliler tarafından oyuncunun alnının ortasından vuruluvermesi, organ kaçakçılığı için deşilen cesetlerin kan revan içinde görüntüleri, kadınlarla ilgili şiddet içeren sahneler, yüksekten düşüp parçalanmalar, saplanıp elin diğer tarafından çıkmış bir bıçak ile dolaşmalar…
Şiddetin varlığından haberdar olmamız ile bunun kurmaca olduğunu fark etmemiz arasında geçen o kısacık sürede, ufak çaplı bir kasvet krizine girdiğimi, dolayısıyla şiddet izlemekten kaçındığımı fark edeli uzun zaman oldu. Ama buna rağmen bolca şiddet içeren filmler hayatıma girdi yavaş yavaş. Tarantino filmleri, suç temalı diziler vs… Keza Kore tipi şiddet sahnelerine de son yıllarda popüler olan “Parazit” ve “My Mister” gibi Güney Kore yapımları ile alışmıştık. Ama “Squid Game” ile bu Kore malı şiddetin de zirvesine şahitlik ediyoruz.
Bir zamanlar içerdiği şiddet nedeniyle izleyemediğim Kim Ki-duk filmleri geliyor aklıma. Çoğunluğunun, bu dizininkilerin yanında yumuşak kaldığını görünce, şiddet algımızın esnekliğinin de korkutucu olduğunu düşünüyorum. Özellikle çocuklar açısından şiddet ile çocuk oyunlarının birlikte olmasının dehşet verici olduğuna da her yerde vurgu yapılıyor. Doğru. Yetişkinleri kasvet krizine sokan sıradan, alışılmış ve gittikçe dozu artan şiddet çocuklara neler yapmaz ki?
Çocuk oyunları ile şiddeti bir arada izlemenin verdiği uçuruma bakma hissini bir kenara bırakıp dizinin son bölümündeki “ters köşe” üzerinden vurgulanan “oyun oynamak” konusuna gelelim son olarak. Çünkü bence bu başlık da “Squid Game” denince aklımıza gelenlerden biri olacak. Yazının önceki kısmında bahsettiğim Kyung Hyun Kim yazısına bir kez daha başvuralım:
“… hayatın gerçeği, bir oyuna katılmanın, o oyunun pasif bir seyircisi olmaktan çok daha heyecan verici olduğudur. Bir yarışı izlemek, ortada ne kadar para söz konusu olursa olsun, o yarışta koşmanın keyfini hiçbir zaman veremez. Çoğumuz, profesyonel bir sporcu olmak için gerekli becerilere sahip olmadığımızı hayatımızın erken dönemlerinde anlarız, ancak yine çoğumuz, yalnızca bu oyunların bizlere verdiği keyif için uzun saatlerimizi spor yaparak geçiririz. Aynısı çalışma hayatı için de geçerli. Angarya işler, haksız tazminatlar ve sürekli olarak yaşanan işten çıkarılma korkusu, her daim kapitalist sistem bağlamındaki çalışma kavramıyla ilişkilendirilmiştir. Eğer Squid Game’den çıkarılacak bir ders varsa, bu, hayata farklı bir pencereden yaklaşmanın mümkün olduğudur.”
Dizinin tek çok zengin karakteri üzerinden en sonunda anlatılıyor bu oyuna/hayata katılma mevzuu. Aslında aynı karakter üzerinden “vahşi kapitalizm”in neden vahşi olduğunu da açıklayabiliriz. En çok parası olanların bile mutlu olamadığı bir sistemden bahsediyoruz çünkü. Sistemin bu insanî şeyleri küçümseyen hâli, paranız olduğunda başarılı olduğunuzu hissettirir belki, ama sevildiğinizi, değer verildiğinizi ve hatta oyunun/hayatın içinde yer aldığınızı hissettirmez. O eski Türk filmlerinde söylenen de doğrudur dolayısıyla: Para ile (bile) saadet olmaz.