Geçen hafta Bülent Ersoy’un Anıtkabir’i ziyareti sırasında bir deniz subayının kendisine şemsiye tuttuğu görüntünün sosyal medyada tartışmaya açılmasının ardından iki gelişme yaşandı.
Önce, Milli Savunma Bakanlığı sadece şemsiye tutan subayın değil, onunla birlikte, Anıtkabir Komutanı olarak görev yapan albayın da görevden alınarak Hakkari’ye gönderildiğini duyurdu.
Ardından Bülent Ersoy’un konuyla ilgili açıklamaları geldi; Ersoy şemsiye tutulduğundan haberi dahi olmadığını söyledikten sonra iki şeyi ekledi: (1) Tutulmuşsa ne olmuş? (2) Bu komutanlar için elimden geleni yapacağım.
Şemsiye tutmak siviller için sıradan görünebilir ancak Prusya tipi ordu geleneğinden gelen ve askeri liseye girdiği andan itibaren üniformalı iken sadece şemsiyenin değil, yanı sıra herhangi bir poşet, çanta, torba, kitap vs. taşımasının yasak olduğu bilinciyle yetiştirilen subaylar için bu olay çarpıcıydı. Üstelik bu subay taşıdığı şemsiyeyi kendisine değil, bir başkasına tutuyordu.
Meselenin sosyal medyada ortaya konuş biçimlerinden biri şuydu:
Bir subay bir kadına, üstelik tekerlekli sandalye kullanmak zorunda olacak kadar hasta bir kadına, spontane bir şekilde şemsiye tutmuştu. Bu centilmence ve nadir gözlenen davranışı gösteren bir askeri takdir etmek yerine yuhalamak, üstelik Bakanlık tarafından bir cezaya da maruz kalmışken, doğru muydu?
Sosyal medyada ele alınışında devreye sokulan bu düşünce izleğinin yeterince doğru parametreler içermediğini düşündüğüm bu olayı biraz eşelemek istiyorum.
Çünkü bu olayın, sadece TSK’nın son dönem durumu hakkında değil daha genel olarak Türkiye siyaseti hakkında da göründüğünden çok daha fazla şey söylediğini düşünüyorum.
İlkin, ben bu yukarıdaki “centilmenlik” argümantasyonunu, meselenin özünü kaçırmamıza neden olacak bir Korkuluk (Strawman) Argümanına benzer görme eğilimindeyim.
“Çöp Adam Safsatası” da denilen bu argüman tekniği, özgün iddianın çarpıtılarak zayıflatılması ve böylece zayıflatılan iddianın çok daha kolay bir şekilde çürütülmesine dayanıyor. Örneğin; “Aşılamayı yaygınlaştırmalıyız” diyen bir kişiye, “Bu sözünüzün altında ilaç şirketlerine kâr sağlama amacının yattığından kuşkulanıyorum” demek gibi…
Dolayısıyla aşağıda konunun bir centilmenlik ve spontanlık meselesi olup olmadığına da değinmiş olacağım.
Bu olayı eşelemek istediğimi söyledim ancak elimizde, sosyal medyada yer alan fotoğraf dışında bir veri bulunmuyor.
Olayın nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Bakanlık da, söz konusu askerlerin neden görevden alınarak Yüksekova’ya sürüldüğünü açıklamış değil. Gerçekten, bu askerlerin suçu tam olarak neydi? Bakanlık açıklamasında buna cevap verilmiyor. Ama Bakanlık, adı konulmamış, var olduğu herkesçe varsayılan ve böyle olduğu için de ayrıca zikredilmesine gerek olmayan bir suç işlendiğini düşünüyor olmalı.
Haller böyleyken, bazı askerî bilgilerimi devreye sokarak, bu somut durumun somut bir tahliline girişmeyi denemek istiyorum.
Olayın gerçekleştiği yer: Anıtkabir.
Anıtkabir’deki faaliyetler, Anıtkabir Komutanlığı adı verilen askerî bir yapıya bağlı olarak yürütülüyor.
1981 tarihli ve 2524 sayılı “Anıtkabir Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin Kanun” ve bu kanuna istinaden çıkartılmış 1982 tarihli bir yönetmelik bulunuyor.
Burada amacım bu Kanun ve Yönetmelikten uzun uzadıya bahsetmek değil ama Anıtkabir’deki tüm faaliyetlerin bu kanun ve yönetmeliğe göre yürütüldüğünü vurgulamak gerek.
Bu kanun ve yine yönetmeliğe göre Anıtkabir, Genelkurmay Başkanlığı’na doğrudan bağlı bulunan Anıtkabir Komutanlığı’nın sorumluluğunda.
Bu Kanun ve Yönetmelik’e göre, bahçesindeki ağaçlardan Atatürk’ün Anıtkabir’de bulunan şahsi kitaplığına ve oradan da Aslanlı Yol’daki aslanların düz değil kıvırcık yelelerine kadar (bkz. Osman Özarslan, Dekalog: Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal) Anıtkabir sınırları içinde bulunan her şey bu komutanlığın “zimmetinde” ve sorumluluğunda bulunuyor.
İkinci bir husus şu:
TSK’nin bazı kurumları onun gözbebeği gibidir. Bu gözbebeği kurumlarda olan ve olmayan, olabilecek ve olmayabilecek her şey, oraya bırakılmadan, en tepeden, en yukarıdan ve çok yakından kontrol edilir, gözetim altında tutulur.
Harp Okulları, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı, Özel Kuvvetlerin MAK (Muharebe Arama Kurtarma) unsurları, konumuz olması bakımından Anıtkabir Komutanlığı ve şimdi kapatılmış olan Askeri Liseler bunların başında gelir. Bir zamanların Harp Akademileri’ni de buraya ekleyebiliriz.
Saydığım bu kurumların birkaç özelliği vardır (vardı). Birincisi, buraya atanacak personel epeyce ince elenip sık dokunur. Emsalleri arasında en başarılı, en disiplinli, eğer gerekliyse fiziksel özellikleri en mükemmel kişilerdir bunlar.
İkincisi ve daha önemlisi, bu kurumlardaki tüm bir sistemin tarihselliği ve gelenekleri, oraya atanan personelden bağımsız işlev görebilecek bir otomatikliğe ve olgunluğa erişmiş haldedir. “Bu durumda ne yapacağız?” yahut “Acaba şöyle mi yapmalıyız?” türü soruların sorulmasına gerek duyulmayacak bir yerleşiklik söz konusudur. Akla gelebilecek tüm sorular, bu soruların anlık ortaya çıkışından çok daha önce deneyimlenmiş, cevapları çoktan bulunmuş ve bu cevaplar kurumsal hafızaya işlenmiştir. Buraya atanan bir personelin tek yapması gereken (ve ondan beklenen), bu otomasyona kendisini bırakması ve asla onun dışına çıkmamasıdır. Buralarda görev yapan kişilerden beklenen çoğunlukla inisiyatif değil emirlere ve oraya özgü habitus’a uymasıdır.
Buna bağlı ve bununla ilintili olarak, bu kurumlarda, taşra diyebileceğimiz uçtaki birliklerde göz yumulabilecek birtakım kusurların en miniğine bile göz yumulmaz (yumulmazdı).
Bu kurum ve birliklerin bir özelliği de “bir dediklerinin iki edilmemesidir”. Örneğin buraların ani ortaya çıkabilecek çeşitli maddi gereksinmeleri, gerektiğinde rutin dışına da çıkılarak, bir biçimde, acilen ve yukarıdan çözülür. Yahut bir personelinde “problem” saptanırsa tayin dönemi gibi kısıtlamalar dikkate alınmadan derhal başka bir birliğe, il içi olması da gözetilerek örneğin Mamak’taki Mekanize Tugay’a, tayin edilir.
İmdi, tüm bu verili koşullar altında, nasıl olmuştu da Anıtkabir Komutanlığı’nda görev yapan denizci bir takım komutanı (pozisyonu bakımından 28-30 yaşlarında bir üsteğmen olmalı) Bülent Ersoy gibi kamuoyuna mal olmuş bir isme şemsiye tutmuştu? Üsteğmen ve/veya amirleri, olay öncesi ve esnasında, olayda bir “tuhaflık” olabileceğine ilişkin bir basireti geliştirememişler miydi?
Aslında, bu verili koşullara bir ekleme daha yapmamız gerekiyor: Olaydan sonra yaptığı açıklamada Ersoy, ziyareti sırasında dokuz kişilik bir yardımcı ekibinin kendisinin yanında olduğunu söylüyordu.
Bu durum, yani dokuz kişilik bir yardımcı ekibin orada mevcut oluşu, iddia olunan “hasta ve tekerlekli bir kadına şemsiye tutulma ihtiyacı” olduğu şeklindeki argümanı boşa çıkartıyor.
O zaman soruyu, daha vurgulanmış olarak tekrar sorabiliriz.
Nasıl olmuştu da Anıtkabir Komutanlığı’nda görev yapan denizci bir takım komutanı, bizzat kendisinin tutmasına da ihtiyaç yokken, bir ziyaretçiye şemsiye tutmuştu?
Düşünmeye/soruşturmaya devam edelim.
Anıtkabir’e gittiyseniz görmüş olmalısınız: Nöbet tutan üniformalı askerlerin yanı sıra, yine asker olan ancak askerî bir üniforma giymeyen, ve fakat asker oldukları her hallerinden belli olan, siyah takım elbiseli, beyaz gömlekli, rugan ayakkabılı, kravatlı ve bazıları telsizli askerler vardır etrafta. Bunlar, saygı nöbeti tutmak gibi doğrudan askeri nitelikli olmayan ancak mozole önünde düzenin sağlanması gibi askerlerin yapması icap eden askeri işleri yapan, “evet, devam edelim lütfen” diyen kişilerdir.
Bu askerlerin üniformalı değil siyah takım elbiseli olmasının tercih edilmesi, yukarıda sözünü ettiğim, yıllar içinde süzülmüş, tarihselleşmiş ve gelenekselleşmiş bir kurumsal bilgi ve deneyimin bir ürünü olsa gerektir. Anlaşılan, TSK’nin tarihsel ve kurumsal aklı ve belleği “evet, devam edelim lütfen” uyarısını üniformalı bir askere yaptırmak istememek gibi kurumsal bir duyarlık taşımaktadır.
Verili bilgilere bunu da ekleyelim.
Bir an için Ersoy’un dokuz kişilik kendi ekibinin şemsiye tutma konusunda yeterli olmadığını veya bu ekibin yanında şemsiye olmadığını (?) varsayalım.
Hatta daha da ileri gidelim ve Anıtkabir Komutanlığı’nın, tüm bu olasılıkların zorluğuna rağmen, tekerlekli sandalyesiyle Ata’sını ziyarete gelmiş ve haberlere göre mal varlığını Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na miras bırakacağını açıklayan Bülent Ersoy’a şemsiye tutmak gibi bir jest yapmak istediğini varsayalım.
Bu durumda bile eldeki makul seçeneklerden biri, yukarıda sözünü ettiğim, doğrudan askeri nitelikli olmayan etkinlikler için istihdam edilen sivil-siyah takım elbiseli Anıtkabir Komutanlığı görevlisi askerlerden yararlanmak olabilirdi.
Buraya kadar anlattıklarımın, üniformalı bir subayın Bülent Ersoy’a şemsiye tutması meselesinin bir “zorunluluk”a karşılık gelmediğini kanıtladığını zannediyorum.
Ama soru hâlâ yerinde duruyor. Geliştirerek tekrar edelim:
Nasıl olmuştu da Anıtkabir Komutanlığı’nda görev yapan genç bir subay, bizzat kendisinin tutması gibi bir zorunluluk yokken, Bülent Ersoy’a şemsiye tutmuştu?
Burada iki ihtimal var gibi görünüyor:
Birincisi, bunu o üsteğmenin kendisi tercih etti.
Eğer bu ihtimal doğru ise, söz konusu subay bunu olaydan önce tasarlamış, subaylar yanında şemsiye taşımadığına göre, şemsiyenin orada bulunmasını bir şekilde sağlamış ve sivil giyimli bir astı da bu işi yapabilecek olduğu halde, şemsiyeyi taşıyanın kendisi olmasını bilinçli bir şekilde tercih etmişti.
İkinci olasılık, bu, ona emredilmişti.
Emredildiyse, kim tarafından? Anıtkabir Komutanı albay tarafından mı?
Yoksa Anıtkabir Komutanlığının bağlı olduğu Genelkurmay Başkanı, Genelkurmay İkinci Başkanı ya da Genelkurmay Personel Başkanı tarafından mı?
Emirde “şemsiye tutun” denilmiş olması güç bir ihtimal.
Belki de emir sadece “gerekli ihtimamı gösterin” şeklindeydi.
Bu ihtimallerin her birinde de, sıralı kişilerin her birinin belirli bir maslahata binaen böyle davrandığı anlaşılıyor.
Öyleyse, o maslahat ne idi?
Esas soru bu.
Bence bu sorunun yaşamsal cevabı, son yıllarda aşırı politikleşen ordu ikliminde gizli.
Bu politikleşmenin hakiki boyutlarını ve olası sonuçlarını toplum da, siyaset de, akademi de henüz kavrayabilmiş değil.
Bence, aşırı politikleşmeyle birlikte değer atıflarına ilişkin nirengi noktaları iyiden iyiye dağınıklaşan ordu mensuplarının yaşadığı mesleki değer kargaşasının hem de hiç olmadık bir yerde patlak vermesiydi bu olay.
2018’de Suriye sınırındaki bir hudut karakoluna Savunma Bakanı ve Cumhurbaşkanı’nın yaptığı Sibel Can’lı, İbrahim Tatlıses’li ziyarette, “ortama” bakıp durumdan kendince pay çıkartan ve öylelikle Akar’ın oturduğu verzalit yemekhane sandalyesine neredeyse çarpacak biçimde selfie çekme cüreti gösteren o malum asker ile Ersoy’a şemsiye tutan üsteğmeni birbirine bağlayan bir hat var.
Bu hattın üstünde “devler gelir devler gider, bir tek dev kalır o da Sedat Peker” diyen sözleşmeli er de var, Çukurca’yı ziyaret eden Başbakan Binali Yıldırım’a hitaben yeni duruma uygun kelimeleri tüm gücüyle seçmeye çabalarken “zatı alinizin buraya gelişiyle birlikte, başta tümen komutanı ben olmak üzere, bu onuru ruhlarımızda ve tüylerimizde şu anda yaşıyoruz, arkadaşlarımız da siz gelmeden sanki sizin geleceğinizi hissetmiş gibi sizin gözlerinden öptüğünü ifade etti, Allah arkadaşlarımızın yar ve yardımcısı olsun, Allah sizden razı olsun” diyen tümen komutanı general de.
Gerek Suriye sınırındaki o asker, gerekse TSK’nın gözbebeği bir yerde görev yapmak üzere seçilmiş bu denizci üsteğmen ve komutanı albay, kendilerinin dışında döşenmiş, tam çözemedikleri, bir biçimde yönlendirildikleri, karmaşık ve politikleşmiş bir zemindeki mayın tarlasının kurbanı oldular.
Mayın tarlasının döşenmesinde payı olanları etkili biçimde tartışacak bir demokratik zeminden şu an için yoksunuz.
Her karışı kutsal olduğu mütemadiyen söylenen vatan topraklarından biri olarak başka bir yere değil de her nedense Hakkari’ye görevlendirildikleri Bakanlıkça açıklanan, fotoğrafı verili o üsteğmen ile ismi verili o albayın ailesinin, anne-babasının, varsa eşlerinin ve varsa çocuklarının bu olaydan nasıl etkilendiği üzerinde duran ise olmadı, muhtemelen de olmayacak.