Bizde “Kemalist sol” tabirinin bir çeşit oksimoron olduğu söylenir. Açıkçası, Kemalizmin solla ilgisinin olmadığına katılmak mümkündür ama özellikle Türkiye soluyla Kemalizmin zihni temellerinin birbirine çok benzediğini de göz ardı etmemek gerekir. Bu iki ideoloji de özünde doğrunun ne olduğunu bildiğinin iddia etmekte, ilerlemeye inanmakta ve bildikleri “doğru” reçetelerin halka uygulanması halinde topyekûn hedefe ulaşılacağını öngörmektedir. Biri için hedef, bazı büyük kurucuların (Marx, Lenin, Stalin) şekillendirdiği sistematik bir teorinin rehberliğinde, sömürünün olmadığı, eşitlikçi ve özgürlükçü bir sosyalist dünya inşa etmek; diğeri içinse, Atatürk’ün koyduğu (daha az teorik, daha ampirik) çerçeve içerisinde, aydınlanmış, çağdaş, modern, “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmış bir ülke haline gelmektir. Doğrunun ve hedefin netliği, hedefe giden yoldaki teknikleri de belirlemiş; Kemalizm ile sosyalist sol arasında şaşırtıcı bir benzerlik ortaya çıkmıştır. Sosyalist solcular doğru bildikleri hedefe ulaşabilmek için devrim yapmayı neredeyse yegâne çözüm yolu olarak benimserken, Kemalistler devrim ile darbe arasında pek bir fark gözetmemiş, hattâ halkı aşağıdan yukarı bir devrime hazırlamanın zahmetine katlanmaktansa daha yukarıdan ve kestirme yöntemleri tercih etmiş; doğru yola girmek (veya doğru yoldan sapmaları düzeltmek) için gerekli olduğuna inandıkları her an darbe yapılmasını meşru görmüşlerdir. Kimliksel, kültürel ve ideolojik çıkarları açısından yığınla farklılık barındıran bu iki görüşün zihniyet olarak otoriter olduğu açıktır.
Hepimiz, hoşumuza gitmeyen ve/ya doğru olmadığına inandığımız şeylerin değişmesini isteriz. Bizi dünya görüşümüzün peşinden gitmemiz için iten ana neden bu olsa gerektir. Kimimiz adaleti, kimimiz eşitlik ve özgürlüğü, kimimiz kardeşliği baş tacı eder; fakat hemen hiçbir zaman kafamızdaki ideal dünyaya ulaşamayıp, hep istemediğimiz ve kabul etmekte zorlandığımız bir “gerçekliğin çölü”nde yaşarız. Kimse ölmesin isteriz, ama yeryüzünde 24 saatlik süre içerisinde bir insanın ölmediğini görebileceğimiz bir dönem veya çağ hiç var olmayacaktır. Bu çaresizlik, bu realite karşısında duyulan “elden hiçbir şey gelmiyor” hissi, insanı sanki bir umutsuzluk kafesine hapseder. Hayal edilen o güzel dünyaya ulaşılamayacak olunmasının içten içe bilinmesi kimimizi sabretmeye, tevekküle ve haddini bilmeye götürürken; kimimizi bir âciliyet duygusuna, paniğe ve korkuya sürükler. İkilem çok açıktır: Doğru bilinmektedir, harita ve pusula elimizdedir, yol karşımızdadır ve hedef oradadır; buna rağmen arzulanan cennete ulaşılamamaktadır! Kimileri bu sabırsız kesime “bu bir süreç” derler; “bir yolu bilmekle o yolu yürümek aynı şey değildir.” Kimileriyse sürecin varlığına inanmaz. O bir sihirbaz gibi “abra kadabra” diyecek ve bir anda mutlu güzel günlere ulaşacaktır. Devrim ve darbeden başka şey düşünmeyen kişilerin psikolojik dünyası böyle bir ruhsal ikilemin izlerini taşır.
Bugün içinde bulunduğumuz “savaş” haline baktığımızda o mutlu ve güzel Türkiye’nin uzağında olduğumuzu görüp üzülüyoruz. Bir kez daha demokrasiyle yönetilen Batılı ülkeleri özlemle yâd ediyor ve kendi ülkemizin içinde bulunduğu duruma lânet ediyoruz. Eşitlik, özgürlük, demokrasi, evrensel değerler ve insan hakları gibi kavramlar önümüzde duruyor; tüm malzemeler hazırken “ne duruyorsun, demokratik güzel bir ülke yapsana!” diye çekişiyor ve elbette iktidara kızıyoruz. Harita, pusula ve tüm malzemeler hazır, doğrunun ne olduğunu da biliyoruz; ama tüm bunların toplamından şöyle güzel bir demokrasi çıkmıyor. O zaman “biz ‘biliyoruz’, onlar ‘bilmiyor’” oluyor. Öyle olunca da “onlar hemen gitmeli” sonucuna sıçranıyor. “Demokrasiyi onlar yapamıyor, ama biz yapabiliriz!”
Burada gelinen nokta ve beliren olay, sahte demokratlıktır. Sahte demokratlık kendisiyle değil ötekiyle ilgilenir. Bu nedenle kendi pozisyonunu ya da kendisine yakın olan siyasi partilerin tutumunu irdelemektense rakiple uğraşmayı tercih eder. Kendini düzeltmektense, rakibinin neden düzelemeyeceğini kanıtlamakla uğraşır. Bu anlayışa göre, kendisi demokrat davranmayanlara demokratça davranmak da mübah değildir. Dolayısıyla karşısındakinin demokrat olmadığının sergilenmesi, onu demokrat olma zorunluluğundan kurtarır ve içgüdülerine rahatlıkla teslim olmasına yol açar. Ötekinin demokrat olmaması kendisinin otoriter zihniyete teslimiyetinin meşruiyetidir.
Bu kesim “demokrat olmayan” birini gördüğü anda hemen onu kötülüyor, onun yerine “demokrat” birinin geçmesini istiyor. İşte burada yukarıda bahsettiğim bir “abra kadabra” durumu söz konusu oluyor ve hemen, âcilen normatif doğrunun (ki bu çoğu zaman şiddet anlamına geliyor) sahaya sürülmesi vaz’ediliyor. Siyaseten kendini ifade etmenin, fikir beyan etmenin, ikna yöntemlerinin, masa başında çözüm aramanın bir mantığı kalmıyor. Bunlar boş işler. Belli olan doğruya gitmek için uydurulmuş ayak bağları sadece. Zaman kaybından ibaret.
Oysa Tayyip Erdoğan ile AKP’ye kızar, onları aşağılar ve düzgün bir demokratik siyaset beklerken, tepeden inen bir demokrasi icat etmemiz mümkün değil. Siz demokratsanız (anlaşılan herkes kendini öyle görüyor), amacınız demokrat olmayanları mahkûm etmek olamaz; bu bir totolojidir çünkü demokrat olmayan biri zaten demokrat değildir. O halde amaç Erdoğan’ı düşürüp yerine İsveç’ten bir cumhurbaşkanı ithal etmek olamaz; amaç Erdoğan’ın temsil yeteneğinin farkında olmak ve dönüşüm için siyasi yollarla ve ikna mekanizmalarıyla çabalamaktır.
O mutlu güzel günleri âcilen ve hemen istemek duygusal bir davranıştır ve bir miktar romantiktir de. Oysa hayat bir süreçtir ve asıl büyük devrimler derinden ve zihniyetsel dönüşümler sayesinde gerçekleşir.