Ana SayfaYazarlarSuriye politikası ve “Feleği arayan adam”

Suriye politikası ve “Feleği arayan adam”

 

Türkiye’nin Suriye meselesinde izlemiş olduğu dış politika, bana İranlı çocuk edebiyatı yazarlarından Samet Behrengi’nin “Feleği arayan adam” hikâyesini hatırlatıyor. Büyüklerimiz “teşbihte hatâ olmaz” demiş. Ben de affınıza sığınarak, hikâyeyi özetleyip birkaç kelâm etmek istiyorum.

 

“Feleği arayan adam”ı 1990’lı yıllarda Kürtçeye çevirmiştim.  Muhtemelen çoğunuz okumuşsunuzdur, ancak ben yine de aklımda kaldığı kadarıyla sizler için buradan özetlemeye çalışacağım. Feleğin silesini yemiş, hiçbir zaman işleri yolunda gitmeyen, bahtı kara birinin hikayesidir.  Bıçak kemiğe dayanınca artık dayanamaz ve Feleği aramaya, bulup da kötü alın yazısını değiştirmeye karar verir.  Ahd etmiştir; Feleği bulup bütün bu talihsizliklerin hesabını sormayıncaya kadar eve dönmeyecektir.

 

Bir gün yola koyulur; günlerce, haftalarca, aylarca dur durak bilmeden yol alır.  Dağları, tepeleri, ovaları aşar. Öfkeli duruşu, çatık kaşları ve kararlı yürüyüşü yol kenarındaki bir kurdun dikkatini çeker. Kurt derhal buna yanaşır ve kendisine şöyle der: “Ey insanoğlu,  görüyorum ki can havliyle bir yerlere ulaşmaya çalışıyorsun. Derdin nedir? Nereden gelir, nereye gidersin?” Adam şöyle cevap verir: “Ben Feleği arıyorum. Onu bulunca derdimi anlatacak ve kötü alın yazımı değiştireceğim.”  Bunun üzerine kurt, “Benim de sizden bir ricam olacak” der: “benim de başımda sürekli bir ağrı var. Hiçbir hekim derman olamadı. Eğer Feleği bulursan, sor bakalım benim derdimin dermanı neymiş.” Feleği arayan adam “hay hay” deyip, daha fazla vakit kaybetmeden yola koyulur.

 

Adam yoluna devam ederken, birden karşısında savaştan dönen bir orduyu ve başlarındaki kralı  bulur.  Ordu perişan haldedir ve kralın da morali oldukça bozuktur. Buna rağmen kral yalnız başına kendini yollara vurmuş bu adamı ve hikâyesini merak eder. Adam kendi hikâyesini anlattıktan sonra, kral ona şöyle der: “Benim de bir derdim var. Feleği bulduğunda ona sor bakalım, neden ben bütün savaşlardan hep yenilgi ile çıkıyorum? Ömrüm boyunca hiçbir zafer elde edemedim, her savaş halkım ve ordum için hezimete dönüşüyor.” Feleği arayan adam, “Memnuniyetle kralım, sizin derdinizin dermanını da soracağım” der.

 

Feleği arayan adam oldukça uzun bir yolculuktan sonra bir denizin kenarına varır.  Feleğin olsa olsa bu denizin öte tarafında olabileceğini düşünür; ancak bütün mesele bu suyu, bu okyanus büyüklüğündeki denizi aşmaktır.  Adam kara kara düşünürken, birden koca bir balık başını çıkarır ve şöyle der: “Hayır ola, neden böyle dalmışsın?” Adam “Ben Feleği bulmak için yollara düştüm” der. “Şimdi de bu deniz benim karşıma çıktı. Eğer karşıya geçebilirsem, Feleği bulacak, alın yazımı değiştirecek, bütün dertlerimin dermanını da elde edeceğim. Ama bu deniz engel oluyor.” Bunun üzerine balık, “Ben seni denizin öbür tarafına sırtımda götürürüm, lakin benim de bir derdim var” der: “Feleği bulduğunda sor bakalım, benim damağım neden hep kaşınıyor?” Adam memnuniyetle kabul eder ve balık da onu sırtında öte tarafa geçirir.

 

Dağlar, ovalar ve denizlerden sonra artık Feleğe ulaşmanın vakti gelmiştir. Son olarak adamın önüne yüksekçe bir kaya çıkar. Adam bu kayayı aşıp yukarı çıktığında, oldukça büyük bir düzlükte, irili ufaklı binlerce, milyonlarca çukurun başında, sakallı bir adamın elindeki kürekle gidip geldiğini görür. Bizim adam “siz kimsiniz? diye sorduğunda,  çukurların başındaki adam “ben Feleğim” der. Peki, kimisi boş, kimisi dolu, kimisi taşan ve kimisi de susuzluktan kurumuş  bütün bu çukurların anlamı nedir? Felek gülerek şöyle der: “O gördüğün çukurlar dünyadaki insanların nasip çukurlarıdır.” Adam “benimki nerede” diye sorduğunda, Felek eliyle kurumuş bir çukuru göstererek, “işte sizinki de bu” der. Bunun üzerine adam Feleğin elinde küreği kaptığı gibi kendisine ait olan çukuru  ağzına kadar suyla doldurur ve dönüp Feleğe sorar: “Şimdi benim de nasip çukurum doldu mu?” Felek nazikçe “evet” der.  “Artık senin çukur da dolu, lâkin gerisi sana kalmıştır.”

 

Feleği arayan adam kendi derdine derman bulduktan sonra, önce kurdun, sonra Mutsuz Kralın ve son olarak da balığın dertlerini bir bir anlatır ve çarelerini sorar. Felek şöyle devam eder: “Balığın damağının üstüne bir parça elmas ilişmiş, rahatsızlık veren kaşıntı ondandır. Çıkarıldığı an geçer. Mutsuz Kral da kendisini erkek olarak kamuflaj eden güzel bir hanımdır. Evlenirse hem savaşlarda zafer kazanır, hem de mutlu olur. Kurdun da iyileşmesi için, kafasını kullanmayan birinin beyninden biraz yemesi kâfi gelir.”

 

Nasip çukurunu ağzına kadar su ile doldurmuş adam evinin yolunu tutar. Yolda, önce deniz kenarındaki balık omu karşılar. Adama  “Feleği buldun mu?” diye sorar. Adam “hem Feleği buldun hem de senin derdini öğrendim. Ama önce beni öte tarafa taşı, sonra sana derdinin dermanını söyleyeyim.” Balık seve seve onu sırtına alır ve denizin öte tarafına bırakır. Adam balığa dönüp şöyle der: ”Senin damak kaşıntısının sebebi, damağının üst tarafına yapışmış olan elmastır.  O elmas çıkarıldığında,  o rahatsız edici kaşıntıdan kurtulursun.” Bunun üzerine balık “O halde ne duruyorsun? Elması alıp gitsene” der. Ancak adam hiç oralı olmaz: “Valla ben nasip çukurumu ağzına kadar suyla doldurdum. Ne yapacağım ben elması!” deyip yoluna devam eder. Yolda Mutsuz Kralın ülkesine uğrar. Kral onu ağırlar ve derdinin dermanını sorar. Adam şöyle der: “Felek sizin erkek kılığına girmiş çok güzel bir kadın olduğunuzu söyledi. Eğer evlenirseniz bütün dertleriniz bitecektir.” Bunun üzerine Kral, “Bu sırrımı ilk bilen sizsiziniz” der: “Gelin, sizinle evlenelim, siz bu ülkenin kralı olun, ben de kraliçe olurum, ikimiz de mutlu bir hayat yaşarız.” Ancak bizim adam hiç oralı olmaz: “Vallahi ben nasip çukurumu ağzına kadar suyla doldurdum. Neden sizinle evleneyim ki?”

 

Adam kralın yanından ayrılıp tekrar yola koyulur. Aynı yerde gene kurt ile karşılaşır. Kurt merakla ona yaklaşır ve yolculuğunun nasıl geçtiğini sorar. Adam yol boyunca karşılaştığı şeyleri bir bir anlatır. Balığın ve Mutsuz Kralın dertlerini ve dermanlarını açıklar. Kurt elması almamış olmasına ve kral/içe ile evlenmemesine çok hayıflanır. Sonunda kendi derdini sorunca, adam şöyle der: “Senin derdinin dermanı çok basit. Sen şöyle kafasını iyi kullanmayan bir adamın beyninden azıcık yedin mi, bütün baş ağrıların geçer ve hiçbir şeyciğin kalmaz.” Adam sözünü henüz bitirmeden kurt ona saldırır.  Kafasını dişlerinin arasına aldığında şöyle mırıldanır: “Kafasını iyi kullanmayan dedin. Neden kafanı kullanıp elması almadın ve kraliçe ile evlenmedin? Kusura bakma; bu dağ başında, kafasını senden daha az kullanan birilerini bir daha bulamam.

 

Kullanılmayan birikim

 

Dışişleri Bakanlığımızın çok değerli diplomatları var. Çoğu bu ülkenin en iyi okullarında eğitim almış ve birkaç dil konuşur. Türkiyeli bir diplomat, diplomasi sanatından Batılı bir meslektaşından hiç de geri değil. Çoğunun akademik kariyeri var; aralarında etnik, dini ve mezhebi konularda ciddi eserler veren, Türkiye ve dünya gündemine ilişkin derin analizler yapabilenler mevcut. İyi de, neden bu birikim Suriye meselesinde bir türlü kullanılmadı? Düşünüyorum da, aklıma Kürt meselesindeki “ürküntü ve çekingenlik”ten başka bir şey gelmiyor. Acaba bu “Kürt fobisi” daha ne zamana kadar, hariciyemizin adam gibi kararlar almasını engelleyecek?

 

Şimdi de Türkiye’nin ÖSO öncülüğünde Afrin’e bir operasyon yapması konuşulmakta. Adının da “Fırat Kalkanı II” olacağı yazılıyor. Neymiş; “efendim Kürt kantonları birleşmesin, Kürtler Akdeniz’e çıkmasın!” Defalarca yazdım: Kürdün ve Türkün üzerinde yaşadığı topraklar Malazgirt’ten bu yana birdir ve iki halkın ortak vatanıdır. Osmanlının omurgasını Türkler ve Kürtler oluşturuyordu. Yeni kurulan Cumhuriyetin de ana omurgası Türkler ve Kürtlerdi. Türkiye irili ufaklı 23 Arap ülkesinin (24’üncüsü Filistin yolda ve Türkiye hep destekledi) kurulmasını kendi bekası için tehlikeli görmüyor da, Suriye’deki bir Kürt özerk bölgesini mi tehlike olarak görüyor?   Oysa Türkiye’nin Suriye’deki bir Kürt oluşumundan korkmasının hiçbir gereği yoktur. “Kürt anasını görmesin” politikası bizi dünyanın iki süper gücü  ABD ve Rusya ile komşu kıldı. Oysa Türkiye, Irak Kürtleri meselesinde olduğu gibi Suriye Kürtlerini de başından beri kucaklayabilseydi, bugün bu ülkede 5 milyon Suriyeli mülteci olmazdı ve Suriye krizinde eli en güçlü olan ülke Türkiye olurdu. Irak Kürtleri meselesinde, Kemalist politikalar bu ülkeye 20 yıl zarar verdi. AK Parti ise PKK’nin bütün basiretsizliklerine rağmen Suriye Kürtlerini kazanabilirdi; halen de kazanabilir.

 

Türkiye bölge ölçeğinde büyük bir ülke, büyük bir güç; Afrin’e de girebilir, belki Suriye’nin bir parçasını da alabilir. Ama bu sorunları çözmez, aksine daha da büyütür ve içinden çıkılmaz yapar. Alman Birliği’nin kurucusu Bismarck, istese kolaylıkla Danimarka, Avusturya ve hattâ Fransa’nın tamamını işgal edebilirdi. Ancak tehlikeli sonuçlar doğuracağını bildiği için, asla böyle bir eyleme kalkışmadı. Mesela Bismarck, Avusturya’nın Balkanlar üzerindeki ihtiraslarından haberdardı ve bu ihtirasın bir savaşa yol açabileceğini önceden görerek şöyle diyordu: “Balkanların tümü, Pomeranyalı tek bir askerin kemiklerine bile değmez.” Bismarck’ın öngörüsü doğru çıktı,  zira Birinci Dünya Savaşı’nın ilk kıvılcımı Balkanlarda ateşlendi. Bismarck’ın hırslı, ancak yeterince yetenekli olmayan halefleri ülkeyi felâkete sürükledi. Kayser II. Wilhelm 1914 yılının Ağustos ayında askerler şöyle sesleniyordu: “Ağaçların yaprakları dökülmeden önce evinizde olacaksınız.” Ancak öyle olmadı; ağaçlar tekrar tekrar yeşerdi ve yaprak döktü; sonrasını ise hepimiz biliyoruz. Oysa savaşı sadece bir araç olarak gören Bismarck hep şunu derdi: “Savaşa nerede ve nasıl girileceğine siz karar verebilirsiniz; ancak savaşın ne zaman, nasıl ve nerede biteceğini asla tahmin edemezsiniz.”

 

Osmanlının koca mirası Türke de, Kürde de yeter ve artar. Dağılan imparatorluğun koca toprakları üzerinde kırktan fazla devlet kuruldu. Kürtler bir veya birkaç devlet kursa ne olur? En fazla olacağı, bugün ABD ile İsrail arasındaki ilişkinin on katı içiçe ve kenetlenmiş devletler olur. İngilizler dünkü sömürgeleriyle İngiliz Devletler Topluluğu’nu kurdu ve gayet iyi işliyor. Türkiye neden bir “Osmanlı Devletler Topluluğu”na öncülük etmesin, edemiyor?

 

Türkiye, diplomatik birikimini Suriye politikasında tarihsel Türk-Kürt ittifakı ekseninde daha etkin ve sonuç alıcı bir tarzda kullanmalıdır.

- Advertisment -