ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den çekilme kararı ve sonrasında yaşanan belirsizlik Ankara’yı bir kez daha Moskova ile ‘en üst düzeyde’ koordinasyona mecbur ediyor. Aşağı yukarı dört hafta önce (29 Aralık 2018) Ankara’dan gayet üst düzeyde bir heyet (Dışişleri ve Savunma Bakanları, MİT Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü) Moskova’daydı ve görüştükleri konu, ‘Amerika’nın çekilme kararı sonrasında Suriye’nin durumu’ydu. O görüşmeden sonra yapılan açıklamada, iki ülke arasında Suriye’deki gelişmelere dair ‘koordinasyon’ ve ‘bütün terör örgütleriyle mücadele’ vurguları öne çıkmıştı. Bu açıklamanın birinci bölümü, Türkiye’nin bölge genelinde Rusya’yı yanında tutma arayışlarına; ikinci bölümü ise Rusya’nın İdlib’deki beklentilerine işaret ediyordu. 29 Aralık görüşmesinin Türkiye’nin beklentilerini tam olarak karşıladığını söylemek zor. Eğer öyle olsaydı, Ankara aradan dört hafta geçmeden, bu kez en üst düzeyde yeni bir görüşmeye ihtiyaç duymazdı.
Suriye’de ‘koordinasyon’un asıl adresi Moskova
Amerikan askerlerinin Suriye’den çekilmesi gündeme geldikten sonra, Türkiye’den zaman zaman ‘Amerika ile koordinasyon’ şeklinde açıklamalar geliyor. Stratejik karar mekanizmaları dumûra uğramış bir Amerika ile herhangi bir politikayı ‘koordine’ etmek, Türkiye’ye ancak zaman kaybettirir. Suriye dosyası bunun sayısız örnekleriyle dolu. Son olarak, Amerika’nın sahada yarattığı riskler yüzünden 80 bin askerini sınıra yığmak zorunda kalan Türkiye, öyle görünüyor ki, yine Amerika’nın koyduğu engel yüzünden bu harekâtı gerçekleştiremiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Aralık günü, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna müdahale için, ’tek bir günlük gecikmeye dahi tahammülü kalmadığını’ söylemesinin üzerinden 40 gün geçti ama harekât yapılabilmiş değil. Amerika Başkanı Trump, YPG’yi kastederek ‘Kürtlere saldırırlarsa Türkiye’nin ekonomisini mahvederiz’ diye tehdit savurabiliyor.
Sekiz yıllık Suriye dosyası, esasen Amerika’nın Türkiye’yi Rusya’nın kucağına itmesinin hikâyesidir. Tayyip Erdoğan’ın 23 Ocak Çarşamba günü Vladimir Putin ile bir kez daha müzâkereye oturması bu halin yeni bir yansıması gibi görünüyor. Bir gerçeğin altını çizelim: Suriye sahasındaki iki hareket tarzı, Türkiye’yi her seferinde kazançlı çıkarttı. Birincisi, sahaya fiilen müdahale etmek, ikincisi de, kritik dönemeçlerde Rusya ile işbirliği içinde hareket etmek.
Rusya ile taktik ittifaklar
Türkiye ile Rusya, Suriye krizinin kritik dönemeçlerinde, ‘taktik ittifaklar’ kurabildiklerini ve sonuç alabildiklerini gösterdi. Bunların çoğu, Türkiye’ye manevra alanı yaratan mutabakatlardı. Bunun ilk örneği, düşürülen Rus uçağı krizinin aşılmasından sonra, Türkiye’ye Fırat Kalkanı ve El Bab harekâtında Suriye hava sahasının açılmasıdır. Belki daha önemli bir örnek, Türkiye’nin Afrin’e yönelik Zeytin Dalı harekâtıydı. Türkiye o harekâtı Rusya’nın sağladığı kolaylıklar sayesinde gerçekleştirmişti.
Bir başka örnek, Ankara ile Moskova arasındaki ‘İdlib mutabakatı’dır. Tahran zirvesinde İdlib konusunda Türkiye’ye karşı İran ile birlikte hareket ederek, İdlib’e saldırı kararında ısrar eden Rusya; Türkiye’nin ısrarları karşısında bir-iki hafta içinde pozisyon değiştirip, Soçi’deki Erdoğan-Putin buluşmasında Türkiye’ye istediğini vermiş; ‘terörist yuvası’ diye gördüğü İdlib’e saldırıdan geçici olarak vazgeçerek Türkiye’ye alan açmıştı. Üstelik bunu İran’ın bir kenara iterek yapmıştı.
23 Ocak görüşmesindeki gündem
Cumhurbaşkanı Erdoğan 23 Ocak’ta Rus lideri Putin ile ağırlık olarak ‘güvenli bölge’ konusunu görüşecek. Rusların öncelikli tercihi, Amerika’nın çekileceği alana-eğer gerçekten çekilirlerse- Şam rejimi kuvvetlerinin girmesi. Ancak, Türkiye’nin Suriye krizinin başından beri bütün kritik dönemeçlerde YPG ile taktik işbirliği içinde olan rejime güveni yok. Daha da önemlisi, Türkiye dört milyona yakın mültecinin bir bölümünün yaratılacak bu güvenli alanlara dönmesini sağlamaya çalışıyor. Bu insanlar, o bölgeler rejimin kontrolündeyken oraya dönemez.
Non-paper’daki ikinci güvenli bölge
Biraz spekülatif bir değerlendirme gibi görünse de, bizim tabloya baktığımızda gördüğümüz şudur: Amerika’nın aklında bir değil, iki ‘güvenli bölge’ var. Birinci güvenli bölgenin, hangi güvenlik parametreleri içinde ve hangi aktör veya aktörlerin kontrolünde olacağı belli değil. Bu konuda Türkiye’ye iletilmiş bir öneri veya taslak plan yok. Ancak Cumhuriyetçi senatör Lindsey Graham’ın Ankara’daki görüşmelerinden sonra yaptığı açıklamalar, Amerika’nın Türkiye’yi tatmin edecek bir ‘güvenli bölge’ fikriyle gelmesinin zor olduğunu gösteriyor. Göreceğiz.
Ama ‘ikinci güvenli bölge’nin, PYD/YPG silahlı kadrolarının güvende olacağı bir yer olacağını söylemek mümkün. Amerika’dan yapılan açıklamalardan çıkan sonuç budur. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un Ankara ziyaretinde, Türkiye’ye verilen non-paper (resmi olmayan belge) bunu göstermiyor mu? O belgede söylenen şeyleri hatırlayalım: IŞİD ile mücadele daha bitmemiştir, mücadele devam edecek. (Bu cümleyi siz, ‘Mücadeleyi yine YPG güçleriyle vereceğiz’ diye okuyun) Nitekim, aynı kağıtta, ‘IŞİD ile mücadelede yanımızda yer alan müttefiklerimize zarar gelsin istemiyoruz’ ifadesi var. Hem Türkiye’nin güvenlik kaygılarını gidermek üzere ’20 mil’ derinliğinde ‘güvenli bölge’ tesis edip, hem de ‘müttefiklerimize zarar gelmesin’ demek; Amerika’nın müttefiki gördüğü YPG’lilerin, Türk askerinin muhtemel harekâtına karşı koruma altına alınması demektir.
Bütün bu sebeplerden, artık Suriye sahasında Amerika’yı herhangi bir konuda partner olarak görmenin imkânı kalmadı. Türkiye’nin Amerika ile bu alandaki diyaloğunu asgari seviyelere çekmesinde sayısız fayda var. Aksi tutum, son zamanlarda örnekleri görüldüğü üzere, hem Türkiye’nin zaman kaybetmesine, hem de alandaki asıl muhatap olan Rusya’yı kendisinden uzaklaştırmasına yol açar.
Rusya sahada ‘güvenilir ortak’ mı?
Türkiye ile Rusya arasındaki temel çelişkiler ortadayken, Rusya’dan ‘güvenilir ortak’ diye bahsetmenin imkânı yoktur. Ancak mesele, Suriye’nin toprak bütünlüğüne, Irak sınırından Akdeniz’e uzanan ‘PKK koridoru’na geldiğinde, Ruslar Amerika ile kabil-i kıyas olamayacak derecede, konuşulabilecek bir partnerdir.
Ruslar YPG’ye silah vermedi mi? Verdi. Anayasa taslağında kuzey bölgelerin özerklik zemininde fiilen PYD yönetimine bırakılması yok muydu? Vardı. Amerika PYD/YPG’yi ‘terör örgütü’ olarak görmüyor da Rusya görüyor mu? Hayır görmüyor.
Bu tablonun bize gösterdiği Rusya’nın da ‘Kürt kartı’yla oynamak istediğidir. Ancak Rusya’nın Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozmak gibi bir hedefi yoktur. Rusların Suriye’de İsrail’in güvenlik çıkarlarını korumak, Irak’tan Akdeniz’e kadar bir PKK/YPG şeridi yaratmak gibi politik hedeflerinin olmadığı söylenebilir. O projenin sahipleri Trump’ın çekilme kararına seslerini yükselten başkentler. Suriye sahasında PYD/YPG’yi deyim yerindeyse ‘satan’ ilk büyük gücün Rusya olduğunu unutmayalım. 2018 Ocak ayında Afrin’de PKK’yı yarı yolda bırakmış; Türkiye’ye Zeytin Dalı harekâtını yapabilmesi için imkân yaratmıştır.
02 Aralık 2018 günü Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da ABD’ye Suriye’de “devlet benzeri yapılar kurma” suçlamasını yöneltiyordu. Lavrov, bakanlığının web sitesinde yer alan 2 Aralık tarihli mülâkatında şunları söylüyordu:
“Fırat’ın doğu yakasında kabul edilemez şeylerin meydana geldiği artık aşikâr. ABD, burada devlet benzeri yapılar yaratmaya çalışıyor. ABD’nin özel kuvvetlerini ve danışmanlarını bulundurduğu Fırat’ın doğusu ve diğer bölgelerindeki faaliyetleri, Kürt kartının kullanılmasını da kapsıyor. Kürt sorununun, Suriye bir tarafa, Irak, İran ve tabii Türkiye gibi bir dizi ülkede çok akut bir halde olduğunu dikkate alırsanız, bu çok tehlikeli bir oyundur.”
Bu sözlerin işaret ettiği şey açık: Rusya İsrail’in emrinde, İsrail’in stratejik çıkarlarının peşinde olan bir ülke değil. Ankara ile Moskova’nın birlikte manevra yapabilmeleri işte bu alan sayesinde. 23 Ocak görüşmesi bu mutabakatın zemininde yapılıyor.