Ana SayfaYazarlarSuriye’de üçüncü bir yol mümkün mü?

Suriye’de üçüncü bir yol mümkün mü?

 

Memleketin hal ve ahvali malum. Hepimizin içinde olduğu geminin bir kaya parçasına çarpması veya başka teknik sebeplerle su alması, hiç birimizin hayrına olmayacak. Berbat bir yıl yaşadık ve önümüz puslu. Oysa bu ülkede barış ve huzurun egemen olduğu, Kürt meselesinin çözüm yoluna girdiği 2012-2015 yılları, Cumhuriyet döneminin en müreffeh dönemi olarak tarihte yerini aldı bile. Turizmde, konut sektöründe, emlak piyasasında, iş ve istihdam anlamında muazzam gelişmeler sağladık. Düşünsenize; henüz bir yıl önce, bırakınız İstanbul’u ve kıyı şehirlerimizi, Diyarbakır’da, Mardin’de, Van’da otellerde yer bulmak için çok önceden rezervasyon yapmak gerekiyordu. 2014’ün ilk altı ayında Mardin’e 500 bin turist ziyarette bulundu; aynı yıl Van’a bir milyona yakın turist gelişi sağlandı.

 

İktidar ve ekonomik istikrar

 

Peki, bugün nereye geldik? Diyarbakır, Mardin ve Van kentlerini unutalım; turizm ve istihdam anlamında buralarda umutlar soldu artık. Lâkin Batı’da da işler iç açıcı değil. Turistik mekânlar boş; sanayi ve tekstilde de iyi durumda olduğumuz söylenemez. Dünyanın her tarafında siyasi ve ekonomik istikrar at başı gider; biri olmadan öbürünü yakalamak mucize gibi.  Ekonomik istikrarsızlıklar önce toplumu, sonra siyasi iktidarları vurur. Türkiye’de 1990’ların koalisyon yönetimlerinin iş başına geçip ardından kısa sürede dağılmaları ve güçlü bir iktidarın ortaya çıkamaması, ekonomik istikrarsızlıktan kaynaklandı. Şüphesiz AK Parti’nin de 13 yıl kesintisiz tek başına iktidar olmasında, ülkedeki ekonomik istikrar çok önemli bir rol oynadı.  Ancak ekonomik istikrarsızlıklar, dünyanın en güçlü iktidarlarını bile sallar ve bir müddet sonra yerlerinden bile edebilir.

 

Aslında hem ekonomik istikrar ve hem de demokrasi konusunda çok iyi gidiyorduk. Bir dönem “Ankara Kriterleri”nden söz eder olmuştuk. Ancak PKK’nin 2015 Haziran seçimlerinden sonra basiretsizce şiddete yönelerek HDP’yi işlevsiz bırakması,  ülke içindeki huzuru alıp götürdü. Oysa PKK, HDP’nin sivil ve demokratik eksende siyaset yapma imkânlarını zehirlememiş olsaydı, Kürt meselesinin demokratik zeminde çözülmesi olanağı doğmuştu. Tabii HDP’nin de, sivil siyasetin kadir ve kıymetini tam olarak anlamış olduğunu söyleyemeyiz. Yoksa PKK’nin sivil siyaset kazanımlarını elinden alıp heder etmesine karşı ölümüne direnirdi. 

 

PKK süreci zehirlerken, HDP de sivil siyasetin kıymetini bilmedi

 

Maalesef Kürt mahallesinde siyaset yapmaya çalışan cenahın önemli bir kesimi, Türkiye’de hem sivil siyasetin hem de şiddete dayalı politikaların aynı anda bir arada yürümesinin olanaksız olduğunu göremedi. Ya şiddet sivil siyaseti nefessiz bırakacaktı; ya da sivil ve demokratik siyaset,  terör ve şiddete yaşam alanı bırakmayacaktı. Nitekim gelinen aşamada şiddet sivil siyasetin elini kolunu kırarak işlevsiz bıraktı. Bugün dünyada 6 milyon seçmenin desteğiyle 102 belediye başkanlığı ve 80 milletvekilliği elde etmişken hâlâ şiddetten medet uman başka bir yapıya rastlanamaz. Yıllardır yönettiği belediye sınırları dahilinde, henüz içeriğini dahi bilmediği “özyönetim çukurları”na sessiz kalıp kimi yerlerde desteklemeye kalkmak,  siyasi kumarın da ötesinde, cinayete iştirak etmekti. Bu arada HDP’nin, Kemalist akıl hocaları öncülüğünde Kürt meselesini AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığına indirgemesi, siyasi sefaletin varabileceği en son noktaydı.

 

Diyarbakırlıların deyimiyle, “gitti işte!” Artık ne belediyeler, ne milyonlarca seçmen ve ne de o çok güvenilen vekillikler kaldı. Neo-klasik realizmin babası Hans Morgenthau, “gücünüzü dikkatli kullanın, boşuna harcamayın” diyordu.  Ona göre bir partinin, bir milletin gücünü arttıran politikalar akılcı, azaltan politikalar aptalcadır. Diyarbakır’da IŞİD ile terör eylemlerini üstlenme yarışına giren PKK, son bir yılda sivil Kürt siyasetini tüketti.

 

Barışı Suriye’de kaybetmiştik

 

Elbette geldiğimiz noktada, Suriye krizinin başat bir rol oynadığını kabul etmek durumundayız. Türkiye’deki barış sürecinin akamete uğramasında IŞİD muazzam bir oyun oynadı. Cinayetleri ve soykırımını Suruç’un arka mahallesi konumundaki Kobani’ye taşıyınca, Türkiye’deki toplumsal barışın sinir uçlarını zedeledi. Bu planlı cinayet karşısında Türkiye için iki seçenek vardı: (1) Müdahale ederek bu cinayeti engellemek; (2) tarafsız kalıp iç huzurunu kaybetmek. Doğal olarak ülkedeki Kürt kamuoyu Türkiye’nin bir an önce müdahale ederek cinayeti durdurması beklentisi içindeydi. Hani Kürtler de kendilerince pek de haksız sayılmazdı, çünkü eğer Kobani bir Türkmen kenti olsaydı, Türk tankları o tepede öylece seyirci kalmayacaktı. Ancak uluslararası hukuk, kendi sınırları dışına çıkmanın her zaman değilse de çoğu zaman riskli olduğunu göstermişti.  İşte Türkiye bu noktada bir müddet bocaladıktan sonra ikinci tercihten yana tavır takındı.  Lâkin bana göre doğru bir tercih değildi.  Zaten doğru olmadığı anlaşıldıktan sonra, Türkiye pêşmerge güçlerini kendi sınırları içinden geçirip bu soykırım sürecine müdahale etmelerine imkân tanıdı.

 

Rusya bilerek Esat’ın zayıflamasını bekledi

 

Suriye halen çok ciddi bir çatışma alanı ve Türkiye açısından büyük riskler barındıran bir bölge. Rusya, savaşın ilk birkaç yılında sürece âdeta seyirci kalarak, Esat rejimine sadece sözlü destek sunmuş ve pusuya yatıp Esat’ın iyice zayıflamasını beklemişti.  Esat’ın düşmesine ramak kala sahneye indi ve böylece Suriye’deki varlığı ve kazanımlarını hepten pekiştirdi. Esat’ı iktidarda tutan Rusya’nın artık Suriye’den koparamayacağı bir taviz yoktur. Bu arada Türkiye’nin de Fırat Kalkanı operasyonu ile Suriye’ye müdahalede bulunması, Suriye paylaşım savaşı”nı daha da kızıştırdıEğer Türkiye, oldukça dağınık durumdaki Sünni muhalefeti bir araya toplar ve Sünni Arapları bir potada eritip fiili bir devlete dönüştürmeyi başarırsa, Suriye’de hem sahada hem masada kritik bir aktör olarak yer alır. Ancak Türkiye’nin işi kolay değil.  Bir kere Türkiye, Halep ve Şam gibi yerleri olası Sünni devletin sınırları dahilinde gördüğünde, ister istemez Rusya artı Esat artı İran bloku ile karşı karşıya gelecektir.  Öte yandan Türkiye, bu Sünni devleti Rojava’daki Kürt topraklarını ve Suriye’deki Arap çölünü kapsayacak şekilde örgütlerse,  bu kez hem Kürtleri ve hem de Esat’ı karşısına alır.  Suriye, asla çatışma ikliminden çıkamaz. Kürtler tamamen bastırılsa bile, Suriye’de bir Sünni-Şii savaşı devam eder. Ayrıca Türkiye’nin Araplar arası bir çatışmada, tamamen bir tarafta yer almasının da ciddi riskleri var.  Bu noktada dönüp biraz tarihe bakmak kâfidir.

 

Üçüncü yol

 

Peki, Türkiye için üçüncü bir yol yok mu? Var. Kürtler ile ortak bir zeminde buluşmakBir kere Suriye’deki Kürt toprakları, Misak-ı Milli bağlamında ele alındığında, Kürt ve Türk topraklarıdır. Türkiye buradaki bir Kürt yapılanmasını desteklediğinde, “Kürt meşruiyeti” üzerinden Suriye’de hem masada hem sahada en güçlü aktör olur. Çünkü Kürt ve Türkün arasına duvar örülemez, sınır çizilemez. Lord Curzon, Lozan’da İsmet Paşa’ya “Musul kentinde nüfusun çoğunluğu Kürtlerden oluşur; siz ne hakla Musul’u istersini?”anlamında sözlerle çıkıştığında, İsmet Paşa: “Biz de Musul’u bir Kürt kenti olduğu için istiyoruz” demiş ve Lozan görüşmeleri sürecinde “biz Türkler ve Kürtler” kavramını kullanarak iki unsuru yekvücut savunmuştu.  Öte yandan Türkiye’nin “Kürt meşruiyeti” üzerinden Suriye’de bulunması, Araplar arasındaki bir çatışmayı da dengeler. Kürtler sırf Sünni veya sırf Şii bloktan yana durmadıkça, ne Sünniler Şiileri, ne Şiiler Sünnileri tamamen denetim altına alabilir.

 

Elbette Amerika faktörünü de gözardı edemeyiz. Rusya her yönüyle Alevistan’a yerleşip Akdeniz’e indiğinde, ABD Rusya’yı dengeleyici “dost” bir ülkeye ihtiyaç duyacaktır. Dünyanın birinci hegemonik gücü Amerika, Ortadoğu’daki enerji (petrol ve doğalgaz) güzergâhlarını Rusya’ya devredip bölgeden çekilemez. Asya ve Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını denetim altına almış bir Rusya’yı kim durdurabilir? Suriye’de sular durulduğunda, Rusya hiç şüphesiz Suudi Arabistan’a yönelecektir. Çünkü Suudi Arabistan’ın son birkaç yıldır sınırsız bir petrol üretimiyle  fiyatları dibe düşürüp Rusya’nın GSMH’sini iki trilyondan bir trilyona düşürmesi, Putin’in sineye çekeceği bir durum değildir. Ya yıllardır İran’ın Suudi Arabistan’a diş bilemesi ne olacak?  Rusya Suudi Arabistan’dan birkaç yıldır zarar görmekte; ancak İran petrol para ettiğinden bu yana hep Suudi Arabistan’dan muzdarip.   Acaba Rusya ve İran, Asya- Ortadoğu enerji güzergâhlarını denetim altına aldıklarında (alırlarsa), Suudi Arabistan’a bir zeytin dalı mı uzatırlar? Burası Ortadoğu, burada sorunlar bitmez.

- Advertisment -