Ana SayfaYazarlarTamirci çırağı

Tamirci çırağı

 

Gözyaşım Saraybosna’nın sırtlarına yerleşmiş asırlık tekkenin eprimiş kilimlerine doğru usulca yol alıyordu. Hayatımda ilk defa bir zikrin akışına kendimi bırakmış, etrafımdaki uğultuyla birlikte kainatın ritmine katılmış, bana değen dünyayı içimden boşaltmak istercesine  ‘estağfurullah’ diyordum. Kendi toprağında bir defa bile bir efendinin önünde diz çökmemiş benim gibi bir şüpheciyi bilmem kaç asırlık bu tekkede alıp götüren akşam rüzgarı da neydi böyle? Arada gözlerimi açıp dünyaya dirseklerimi dayamak, madde alemine fırlattığım bakışlarla ruhumu çimdiklemek istiyor, Boşnak dervişlerin simalarından hayata dair bir şeyler okuyarak kendimi o lahuti alemden adeta geri çağırıyordum. Sağ yanağımdan usulca süzülerek gövdemden ayrılan ilk gözyaşı, ağır çekim bir halde yere yönelirken, hayatımın muhtasar ilmi halini de içinde taşıyordu. ‘Bay kontrol’ derlerdi bana, kolay kolay akışa kaptırmazdım kendimi, dizginleri elde tutmanın yararına hep inanır ve insanlara ulu orta duygularını gösterebilenleri kibirli bir acıma hissiyle karşılardım. Bana kalırsa olgun insan olmak ancak kendini denetleyebilmekle, duyguları aklın emrine verebilmekle mümkündü. Sulu gözler, korkaklar, aşk ahmakları, cesaret şövalyeleri  hep benim paylamamdan nasiplenir ve kendi çizdiğim bir insanlık hiyerarşisinde  mutlaka daha alt bir konuma yerleştirilirdi. Zaaf gösterenleri sevmezdim, sınav kapılarında titreyen öğrencileri, onlara acıyıp notu bol tutan arkadaşım öğretim üyelerini içten içe kınardım. Merhamet, bana sorarsanız, duyguların en tiksinciydi ve birini ondan söz ederken gördüğümde bedenim korkunç bir iğrentiyle sarsılır, kim bilir hangi mülevves çocukluktan bu duyguyu artırdığını hesap eder ve kendimce hızlı bir psikanalizle onu mahkum ederdim. Şimdi benim psikanalist olduğumu düşüneceksiniz, hayır efendim, benim o tür bilim dışı disiplin ve meraklarla işim olmaz! Pozitif bilimler dururken, insanların edebi heveslerine bilim kisvesi giydirerek saçma sapan varsayımlar üretmelerini hiç anlayamam. Örgütlü yalanlar başka kapıya gitsin, ben bir fizik profesörüyüm ama elbette zihnimi arada bu yalan meslekleri uygularken de yakalıyorum. Doğrusu çok eğlenceli oluyor, bir hayat hikayesinden onlarca varsayıma ulaşmak ve bunların hiçbirini laboratuvar ortamında kanıtlamak zorunda bulunmamak. Pes vallahi. Bu sahte bilimlere üniversite kürsülerinde yer verdirmemek için dekanlığım döneminde az ter dökmedim. Modern hurafedir efendim bunlar, dinciliğin başka halleridir ! Ne diyordum, ben akla inanırım  beyefendiler ve hanımefendiler ve şu an benimle seyahat eden sevgili çocuklar, gördüğüm şeye, matematik ve fizik kesinliğe inanırım. İşin tuhafı bu mistik haller modern fiziğe bile sirayet etti, rakamların kesin dünyasından felsefenin buğulu dünyasına atlayan kaç soylu bilim adamı yolunu şaşırdı. Gidip de geri dönemeyenlerin hikayeleri ciltler tutar. Biraz mürekkep yalamışlarınızın zihni hemen ışıldadı bakıyorum, evet ben bir pozitivistim. Her bilim adamının olması gerektiği gibi şüpheci bir insanım. Kainat dediğiniz şey bir neden sonuç ilişkisi içinde akıp gitmektedir, insan da böyledir. İnsan elde ettiği her sonuca kendisinin yol açtığını bilmek mecburiyetindedir. Fukaralıktan dem vurup dünyayı değiştirmeye yeltenen süslü beyefendi sana söylüyorum, zengin zenginliğini fakir fakirliğini hak ettiği için orada durmaktadır.  Ben böyle söyleyince bakıyorum bazılarınız elektrik verilmiş gibi kıvranmaya başladı, bilim hanımefendiler beyefendiler ve sevgili çocuklar, hakikati söyleme mecburiyetinden doğar. Yoksa atalarımızın hurafeleri içinde kendimizi aldatır giderdik, değil  mi? İyi de bana ne oluyor? Neden ağlıyorum? Sen söyle gözyaşım.

 

Ben, ‘Bay Kontrol’ün gözyaşıyım. Çok zamandır sayın profesörün göz pınarlarında mahkum yaşıyordum. Kaç zaman dışarı çıkmaya niyet ettimse de bir yol bulup çıkamadım. Şimdi ne oldu da bana izin verdi tam anlamış değilim ama izin verin size bir hikaye anlatayım: Sayın profesör sever gibi olduğunda ben de tahliye olacağım sevinciyle zıp zıp zıplamıştım. Ama o sonra aşkın bir ahmaklık olduğuna hükmetti, bana da zindanımda yine gün saymak düştü. Sonra bir oğlu oldu, onu kucağına aldığı ilk gün ‘bugün benim günüm’ dedim kendi kendime. Ama o bebeğini, buğulu gözlerinin faş edeceği duygusal zaaflarıyla ilk günden malul bırakmak istemiyordu. Ne de olsa daima kötülerin galip geldiği bir dünyada insan ancak tunçtan iradesi ve duygularını asla ele vermeyen poker suratıyla galipler safında yer alabilirdi. Profesörlüğe atandığı gün, ‘hah’ dedim, ‘bir insan hayatta en çok sevdiği şeye kavuştuğunda tutamaz kendini’. Yok efendim, orada da meslektaşlarına güçlü görünme kaygısı ağır bastı. Nasıl da mağrurdu o gün, beni ebedi bir hapse mahkum ettiğinden artık neredeyse emindim. Babası vefat ettiğinde uzun uzun uzaklara baktı, sonra çözümü imkansız fizik problemlerine verdi kendini, arada Cem Karaca dinledi ama beni yine bırakmadı. Bir ruhu vardıysa eğer beyefendinin, o da benimle birlikte mahpus olmalıydı. Çiçek tarlalarının üzerinde usulca gezinen rüzgar, yürümeyi henüz sökmüş bir evladın dönüp de coşkuyla anneye tutunduğu anlar ve inanmış bir adamın yüzünü okşayan bahar, dünyayı dolaşsa da ona uğramıyor gibiydi. O irade insanıydı ve kendi aklının hapishanesinde mesut yaşarken beni de hücremde tutuyor, dünyayı görüp bilmeme geçit vermiyordu. Şimdi uzakta bir yerde, tarihin bize fazla geldiği bir akşam vaktinde, akşam namazından sonra başlayan şu mecliste beni birdenbire serbest bırakmasının ne gibi bir anlamı olabilir? Az sonra tenine değeceğim kilime bunu soracağım. Bakalım o ne söyleyecek.

 

Ben dilimizi bilmese de benim epridiğimi söyleyebilen, kibirli bir edayla kurulduğu üzerimden usul usul salınımlarla kendinin ötesine gidip gelen o adamın gözyaşını ağırlayan tekke kilimiyim.  Burada kaçıncı yılım bilmiyorum, saymak gibi beyhude işlerle uğraşmam. Hakkı zikredenlerin yoldaşıyım. Gözyaşı bana geldiğinde pek dertliydi. Burası zaten dertlilerin dergahıdır. Hoş gelmiş safalar getirmiş. Bendenize bir sıcaklık, bir aşinalık getirmiş. Aşk aşina olmaktır. Ben halkada olup da dünyada olan, Hak’tan sefer eylemiş çok cisim tanıdım. Sevmeden bilmek mümkün değil. Bu sözleri söylüyorsam da çok bildiğimden değil. Altı üstü bir kilimim işte, efendim kaldırdığı gün, göçer giderim bu alemden. Etrafımda dolaşan ruhların soluğu üzerime sindiği içindir böylesine cüretkar konuşmam. Gözyaşı bana hal diliyle dedi ki, ben kapıları sıkı sıkıya kapalı bir evden sızan son ışık huzmesiyim. Geldiğim yerde bir dert var ki tarife gelmez. Var git sen onu efendiye söyle, kalpleri okuyanlardan birisiyse o-el hak öyledir-, bir nazar etsin bu dert yumağına da çözülsün düğüm. Aldım o gözyaşını içime, sımsıkı sardım onu, büyüttüm de büyüttüm, yaydım da yaydım. Onu bir avuç içi kadar genişlettim de efendi, niyaz eden bir el gördü orada, göğe açılmış avuçlar gördü, sonra döndü o adama baktı. Yok bakmadı nazar etti. Nazar etmedi yok, içini okudu. Onun içini, benim gözyaşına yaptığım gibi, ta içine aldı. Avcunu avcuna, ruhunu ruhuna. Ben sustum o söylesin.

 

Ben bu tekkenin hizmetkarıyım. Bir hiçim ve dahi yolum hiçliğedir. Harpte omzumdan yaralandım, zalimlere karşı her cephede savaştım. Rabbim nasip etti, efendim himmet etti, sonra bu posta oturdum. Kimsenin yol göstereni değilim, sadece dertlinin yoldaşı, yolda kalmışın hizmetkarıyım. Hiçbir övgüye layık değilim ve yolum hiçliğedir. İçli içli ağlayan şu adamın bir yabancı olduğu her halinden belli idi. Sadece tekkemize değil, dilimize ve memleketimize değil, manamıza da yabancı. Halbuki aşk aşinalıktır. Zikr i hakk, ruhunun neresine değdi de bir yanardağ için için kaynayıp taştı? Allah bilir. Yalnızca o bilir. Sol yanıma buyur ettim. Dili döndüğünce bizimle birlikte kainatın övüncü Resulullah efendimize övgülerde bulundu. O da manamıza bitişti,  halkamıza girdi de lafza-i Celal’i mırıldandığı her seferinde dünyayı kustu. Boşalan yerlere kuş sesleri, çiçek kokuları, akşam rüzgarları doldu. Onlarla birlikte hem dem oldu. İkimizin de anladığı bir lisanda konuştu bana. ‘Efendi’ dedi, ne haddime efendilik, ‘biliyor musunuz, bir kez de çocukken ağladıydım. Bu ikincisi. Rahmetli babam uzun yollarda Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı’nı koyardı kaset çalara, o ağlar ben ağlardım. Dünyanın adaletsizliğine ağlardı babam. Kavuşamayan aşıklara ağlardı. Rütbenin ve iktidarın sevenlerin dilini lal etmesine ağlardı. Dünyanın sevenlere bir tuzak olmasına ağlardı. Ben babam ağladığı için ağlardım. Bir kötülük olduğunu dünyada, sezmesine seziyordum da o yaşımda yine de pek anlamamıştım. Ben sadece babamın ağlamasına ağlardım’. O şarkı nedir, nereden hangi hançereden kopup gelmiştir bilmiyorum. Bosna’da kendi halinde bir adamım. Yirmi otuz dervişin hizmetkarıyım. Ama dertli adamı endamından tanırım. Tanımazsam da tanıtırlar. Bir kilim bile tanıtır, o kadar yani.  Bizim için aşk dünyanın bütün feryatlarını duymaktır. Aşk demek inildeyen bir ruh gördüğünde geçip gitmemek demektir. Onunla birlikte inlemek demektir. Biz de o gün kardeş olduk. Sazlıktan koparılmış iki kamış gibi birlikte dem tuttuk, hu dedik. Meclis dağılıp da baş başa kaldığımızda, bana Tamirci Çırağı’nı talim etti de, birlikte ağlaşıp söyledik. Birbirimize bakıp ağlamadık, dünyaya dönüp baktık  ağladık.

 

Söz o kadar yere uğradı sonra da bana geldi yine, değil mi? Ah söz boşboğaz adamı nasıl da yakalıyorsun perçeminden. Hanımefendiler, beyefendiler ve sevgili çocuklar dediğimde kim olduğumu anlayacaksınız. Artık o kadar konuşasım yok. Susmayı öğreniyorum burada, kelimelerimi uzun sessizliklerin arasına yerleştirerek tasarruf ediyorum. İçime bakmayı, içime değmeyi öğreniyorum. Ne ‘bay kontrol’ olmak, ne ‘sayın profesör’lük yaramdan sızan kanı durdurabilir. Babama bakıp da ağladığım o günden, kendime bakıp da ağladığım bu güne geldim. Ben bir tamirci çırağıyım artık. Ustamla birlikte kendimi onarmanın sevdasındayım. Kendimi onarırsam şayet, dünyayı da onarabileceğim. Şükür olsun, aşk olsun.

- Advertisment -