Kaldığımız yerden ilerleyelim…“Tarih” denebilecek bir uzaklıktan konuşmadığımızın farkındayım. Ve henüz içinden geçerken, süreçlerin kırılma noktalarında mutabık kalmak kolay değil. Baktığınız yere göre değişen bir öznellik barındırıyor.Ben son 12 yıllık dönemi üçe ayırıyorum. Fakat bu, hiç de Erdoğan’ın seçimlere göre yaptığı “çıraklık-kalfalık-ustalık” tasniflerine benzemiyor.Birincisi; 2002 seçimleriyle başlayıp, 27 Nisan 2007’de verilen e-muhtıraya kadar olan “kararsız denge” durumu. İkincisi; Muhtıradan 27 Aralık 2008 Gazze savaşına kadar geçen yaklaşık 20 ay içinde yaşanan “değişim”. Üçüncüsü ise o günlerden günümüze uzanan ve şimdi en sert aşamasına tanık olduğumuz, “değişim koalisyonunun dağılma ve çatışma” süreci…Kolayca anlaşılabileceği gibi bu bakış, değişimi, küresel güçlerle iç içe yürüyen bir dinamiğin ürünü olarak ele alıyor.Kaybolan hayatlar ya da hazırlık ve dengeHatırlayacaksınız, geçen yazıda 2003 Mart tezkeresi hüsranından sonra neo-con/İsrail ekseninin Türkiye’de ordu merkezli güç dağılımını değiştirmeye karar vermiş olduğunu öne sürmüştüm. Biz 2007 Nisan’ına kadar içeride bunun açık işaretlerini görmedik. Sahnede vesayet güçlerinin karanlık, bildik bayat oyunları tekrarlanıyor, hükümet bu derin yapıları tasfiyeye yönelik hiçbir açık hamle yapamıyordu. Bunu, koalisyonun toplum üzerinde siyasal meşruiyetini güçlendirme ve bürokraside mevzi kazanma süreci olarak değerlendirebiliriz. “kararsız denge durumu” olarak niteleyebileceğimiz bu dönemde yaşananları hatırlayalım.9 Kasım 2005; Şemdinli’de umut kitabevinin bombalanması.20 Nisan 2006; Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın HSYK kararı ile meslekten atılması.5 Şubat 2006; Rahip Santoro cinayeti.17 Mayıs 2006; Danıştay baskını.19 Ocak 2007; Hrant Dink’in katledilmesi.22 Mart 2007; Nokta dergisinde darbe günlüklerinin yayımlanması.13 Nisan 2007; Nokta dergisine Askerî Mahkeme kararıyla yapılan baskın.14 Nisan 2007; Ankara Cumhuriyet mitingi. Darbe günlüklerinden “kafayı darbeyle bozmuş” komutan sıfatıyla tanıdığımız Eruygur’un örgütlediği ve toplanan kalabalıklara balkondan bakıp heyecan ve büyük bir öngörüyle! “bu iş bitmiştir” dediği ünlü ADD eylemi… Ardından İstanbul Çağlayan ve İzmir Konak gelecektir.18 Nisan 2007; Malatya Zirve yayınevi katliamı.Fazla söze gerek var mı?Ve geliyoruz 27 Nisan e-muhtırasına. Hani “diktatörlüklerden nefret eden demokrat” CHP’nin o zamanki lideri Deniz Baykal’ın bir hevesle “altına imzamızı atarız” dediği meşhur bildiriye…Evet; “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışına karşı çıkan herkesi düşman ilan eden, kendisine yasalarla verilen (darbe!) görevini yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını bildiren açıklamayla ordu “höt” demişti…İşte bence bu denge dönemi burada kapandı.Burada küçük bir anekdot anlatmama izin verin. Babam sağlam ataerkil bir adamdı. Otoritesinin üstüne titrerdi. Ağabeyim ve ben ona “siz” demeden konuşamaz, herhangi bir komutuna itiraz demiyorum cevap bile veremezdik. Ağabeyim (Kök) 18 yaşına gelmişti. Hayatında ne o güne kadar ne de daha sonraları bir kere bile bacak bacak üzerine atarak oturduğunu görmediğim Kök (çünkü kiloluydu ve rahat ettiği bir oturma biçimi değildi bu), bir akşam yemekten sonra babamın karşısına geçti ve kendini zorlaya zorlaya gözünün içine bakarak bacak bacak üzerine atıp oturdu. Babam, “indir bacağını” dedi. Kök hiç duymadı. Babam okkalı bir küfürle komutunu tekrarladı. Kök kımıldamıyor, babamın gözünün içine buz gibi bakıyordu. Babam bağırarak ayağa kalktı. Kök de sessizce kalktı koltuktan. Gözünden gözlüklerini çıkardı, bir adım attı babamın karşısında durdu. Hiçbir şey söylemeden sadece ona bakarak durdu. Bakıştılar. Babam döndü gitti…Ben bu dramatik sahneyi unutamam. Sonra konuşmuştuk; annem sapsarı suratıma bakıp bayılacağımı düşünmüş.O günden sonra sadece oturma biçimlerimiz değil her şey değişti. Aileye demokrasi gelmişti…O yumruğu vuramayacaksan ayağa da kalkmayacaksın. Bitersin… 27 Nisan’da olduğu gibi…Devlet değişiyorMuhtıranın ardından Erdoğan da gözlüğü çıkartıp ayağa kalktı. 30 Nisan’da Anayasa Mahkemesi’nden ünlü 367 kararı çıktı. 1 Mayıs’ta hükümet erken seçim kararı aldı. 4 Mayıs’ta Büyükanıt’la Erdoğan Dolmabahçe’de buluştu… 135 dakika süren bu görüşmeden bolca “medya dedikodusu” ndan başka hiçbir ciddi bilgi sızmadı…Araya 14 Mart’ta açılıp, 30 Temmuz’da karara bağlanan AKP’yi kapatma davası girdi. O zamanlardaki karamsarlığımızı hatırlıyorum. Olup bittikten sonra söylemesi kolay tabii ama, şimdi biraz naif buluyorum o günlerdeki heyecanımızı. Bütün dünyanın gözü önünde, yüzde 47 oya karşı elinde gazete kupürlerini sallayan bir Cumhuriyet Başsavcısı! Çok dengesiz değil mi?Daha dava bitmeden 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bulunan el bombalarıyla Ergenekon soruşturması başladı.İlk dönem sona ermiş, düğmeye basılmıştı.Dönüşümün koşulları ve aktörleri“Denge durumu” olarak nitelediğim dönemi şöyle özetleyebiliriz: İdeolojik meşruiyet ve sosyolojik destek alanlarında ibre muhafazakâr siyasetin lehine dönüyordu ve bunun taşıyıcılığını modern bir siyasal parti olarak AKP yapıyordu. Diğer tarafta, başta ordu ve yargı olmak üzere devletin merkezi kurumları, ellerinde bulundurdukları legal ve illegal olanaklarla şiddetli bir kavga yürütüyor, değişimi tehdit ediyorlardı.Kısacası bu asimetrik dengenin bozulması için siyaset biliminde “iktidar” kavramının merkezine yerleştirilen “devlet” dediğimiz kurumsal gücün dönüştürülmesi yaşamsaldı.Bu ise iki koşul gerektiriyordu: (1) Kamuoyu desteği, (2) hukuk mekanizmalarının etkin işletilmesi. Değişimin aktörleri, bu iki koşulun oluşması mücadelesinde, kendi tarihsel ve yapısal özelliklerinin belirlediği alanlara yerleştiler. AKP siyasi iradesiyle ve demokrat aydınlarla beraber topluma seslenme kapasitesiyle, ağırlıklı olarak kamuoyu desteği oluşturma işlevini üstlendi. Hukuk mekanizmalarının işletilmesi fonksiyonunda ise Cemaat’le uzlaştı ve ona alan açtı. Bürokratik kadrolaşmada güçler dengesi, çok anlaşılır tarihsel nedenlerle açık ara Cemaat lehineydi.Bugün herkes biliyor ki, Cemaat Türkiye’de güç dengelerinin değişmesinde muazzam bir operasyonel rol oynadı. Güvenlik sektörünün bütün taktik-teknik imkânlarından sınırsızca yararlandı. Yargının olağanüstü yaptırımlarla donatılmış meşru gücünü kullandı. Dahası; bu süreçler ilerlerken biz, sadece bir teknik yeteneğin değil, aynı zamanda bir politik perspektifin de varlığına tanık olduk. Kamuoyu oluşturmayı önemseyen, zamanlamayı dikkate alan, her adımda politik güçler dengesini hesaba katan stratejik bir akıl işletildi. Kısacası süreç, “politika dışı” bir “hayır işleri” ağının düşünme ve tecrübe kapasitesi bakımından oldukça şaşırtıcı “inceliklerle” yürüyordu.Kuşkusuz ki; devlet cihazı içinden işletilen bu tasfiye ve yerleşme operasyonunun en güçlü tarafı, sahip olduğu olağanüstü meşruiyet şemsiyesi idi. Eski rejimin ordu, yargı gibi temel vesayet kurumları büyük otorite kaybına uğramışlar, kirli, eli kanlı suç örgütleriyle iç içe geçmişlerdi. İlk bölümde sadece en önemlilerine yer verebildiğim olaylar listesini hatırlarsak, bu tasfiye operasyonunun nasıl güçlü bir meşruiyete sahip olduğunu anlarız.Kelimenin en dolu anlamıyla “ölüm kalım” mücadelesinde, hükümetin hiçbir hazırlığının olmadığı bürokrasi sektöründeki operasyonun sınırlarını denetlemesi hem mümkün değildi, hem de böyle bir niyet taşıması beklenemezdi. Boğazındaki eli söküp atmaya çalışırken bütün siyasi iradesini tasfiye sürecinin arkasına yığmasını açıklayabilmek için hepimizin tabiattan tanıdığı basit bilgiye başvurmak yeter: “Hayatta kalmak güdüsü”…Özetle, değişimin koalisyonerleri arasında bürokrasi ve siyaset üzerine oluşan fiili iş bölümü, tarihsel bir mecburiyetin ürünü olarak değerlendirilebilir.Ancak şimdi yaşadığımız tecrübelerden sonra “mecburiyet” açıklamasını genişleten tartışmalara ihtiyacımız olduğu da açıkça gözüküyor. Çıkartılması gereken daha zengin sonuçlar var ve bu noktaya ileride yeniden döneceğim.Cemaat’e yakından bakmakSözün burasında bir parantez açıp, hem dönüşümün hem de bu günkü çatışmanın “özgün” aktörü üzerinde biraz durmak gerekir.Cemaat, toplumsal işlevini İslami ve milli değerlerin yaygınlaştırılması, “ahlaklı bir toplum inşası” üzerinden tanımlamış bir yapı. İlan edilmiş fonksiyonun kendisine yarattığı korumanın farkında. Aşırı uzlaşmacı. Batı modernliğiyle kavgalı değil; tersine ideolojik koordinatlarını modernlikle Müslümanlığın kesiştiği alanda tanımlıyor. Dini referanslı ahlak dilinin dışına taşmıyor; politik alana yabancı duran bir görüntü vermeye özellikle itina gösteriyor. Seküler aydınlarla ortak alanlar yaratmanın meşrulaştırıcı etkisinin farkında ve olağanüstü esneyebiliyor (Abant platformu ve Taraf gazetesi).Fakat bu özelliklerin hiçbirisi gerçek içeriğe ait değil; bunlar, yapının kendisini toplumsal olarak var etmek, etkisini genişletmek ve korumaya almak için seçtiği yöntemsel ilkeler. Onu modern siyasi partilerden ayıran özellik “politika dışı” lık değil; tam da bu yöntemsel ilkeler. Modern siyaset şemasında yeterince tanınmayan; nereye yerleştirileceği kuşkulu ikili bir karakter. Bir yanda inanç ve çıkar üzerinden aidiyetlerle oluşan sivil toplumsal gövde; öte yandan kendini bu sivil ağın içine gömen, bütün varlığıyla iktidar oyunlarına odaklanmış “som politik” bir derin çekirdek…Bu merkezi çekirdek, devlet cihazının nasıl bir iktidar barındırdığının ziyadesiyle farkında. İş hayatı, medya ve eğitim sektöründe küresel kurumsallaşmayla devşirilen büyük güç, istihbarat teknikleriyle ve duruma göre sağlanan siyasal ortaklıklarla devlete taşınıyor. Yargı, güvenlik, istihbarat gibi bürokrasinin kritik sektörlerinde yıllara yayılan sabırlı ve dikkatli bir yerleşme, tırmanma çalışması yürütülüyor. İktidar stratejisi, modern partilerde olduğu gibi toplum odaklı değil; devlet odaklı. Seçim mekanizmaları ve topluma açık çalışma alanları bu devlet odaklı stratejide lojistik değer taşıyor.Bunlar Cemaat’in yapısal özellikleri. Onun bir cephesini aydınlatabilir ancak. Çünkü o, zamansız ve uzamsız, boşlukta var olan bir yapı değil. Bir tarihi ve içine yerleştiği küresel çatışmalar dünyası var. Bu tarih ve ilişkiler hala büyük ölçüde aydınlatılmayı bekliyor. Zira, göz önünde, şeffaf bir yapıdan söz etmiyoruz. Oldukça gölgeli. Fakat tamamen bilgisiz de değiliz. Hem Gülen’in kişisel macerasının tarihi biliniyor, hem de kimi küresel güçlerin tutumlarıyla paralellik taşıyan açık politik hamlelere tanık oluyoruz.Bu paralellikler elbette şaşırtıcı değil. Küresel güçlerin bugünün dünyasında yürüttüğü kıran kırana güç kavgasında, Cemaat gibi sosyal, ticari, dini örüntülerle genişleyen ve gelişmiş konspiratif yöntemlerle devlet cihazlarına sızmayı temel yöntem olarak kullanan bir “politik cihaz” ın kendi başına varlık bulabileceğini; küresel-bölgesel iddiaları olan odakların kendileriyle işbirliği dayatması yapmaksızın böyle bir yapının önünü açabileceklerini; ya da ona ilişmeden eylemlerine kayıtsız kalabileceklerini düşünenler varsa onlara sözüm yok. Fakat ben onlardan değilim.Bu söylediklerim ilişkileri “kriminal” bir açıdan gördüğüm anlamına gelmez. Söylemek istediğim şey; bugünün çatışmalı küresel süreçlerinde rol alan odakların tamamen bağımsız davranamayacakları, koşullara ve bünyelerine uygun işbirliklerine mecbur olduklarıdır. İktidar arzusu, küresel güç hiyerarşilerine boyun eğmeyi zorunlu kılabilir. Yola çıkılan noktayla varılan yer çok farklı olabilir. Dünya zannettiğimiz kadar tekin bir yer değildir!Parantezi kapatayım…Sözün başına dönersem; Türkiye’nin değişim sancıları yaşadığı 2000’lerin başında üç aktörün yolu kesişti.(1) Beyaz Saray’ın “kalbi kırık” neo-con’ları,(2) 1999’da Pennsylvania’ya yerleşen, büyük güçlerle çatışmamayı çoktan keşfetmiş, Batı’yla barışık, “Pers alerjili” bir din adamı ve (3) tarih boyunca devletin yanına yaklaştırılmamış muhafazakâr taşranın yükselen acemi siyasi temsilcisi…Söylemiştim; ben İsrail Gazze’ye “dökme kurşun harekatı”yla bomba yağdırmaya başladığında bu yol arkadaşlığının da sona erdiğine inanıyorum.Fakat yine sözü uzattık ve oralara gelemedik…Kısa bir mola rica ediyorum.İnat edip sıkılmayanlarla haftaya devam ederiz umarım…
- Advertisment -
Sonraki İçerik