Ana SayfaYazarlarTartışmayan toplum olmanın bedeli

Tartışmayan toplum olmanın bedeli

 

Türkiye’nin, ekonomide, dış politikada, siyasal rejimin yönetme kapasitesinde yaşadığı aşırı sıkışmışlık artık çoğunluk açısından iyice görünürlük kazandı. Yönetenlerin başvurmak zorunda hissettikleri hamaset, algılar üzerindeki etkisini giderek kaybediyor. Bugüne kadar iktidara destek vermiş kesimlerde de ülkenin yönetilmekten çok savrulduğuna ve sorunların büyüdüğüne inananların sayısı artıyor.

 

Bu sürüklenişin ardındaki karmaşık dinamikleri anlamaya elverişli bir tartışma ortamına sahip değiliz ne yazık ki. Verimli bir düşünce etkileşimi açısından çok ciddi iki engelle karşı karşıyayız. Birincisi; “kutuplaşma” olarak nitelenen toplumsal psikolojik iklim. Bu katı aidiyet ve hınç yüklü ayrışma sadece taraflar arası düşünce iletişimini ortadan kaldırmakla kalmıyor. Aynı zamanda her türlü sorunu kestirmeden politik aktörlerle ilişkilendiriyor. Bu anlamda bu durumu “politizasyon” olarak nitelemek de yerinde bir kavramsallaştırma mıdır; doğrusu tartışmaya değer. Çünkü “politizasyon” daha ziyade toplumun politik sorunlara aşırı ilgisi ve bu sorunlar etrafında yürüyen yoğun bir tartışmayı çağrıştıran bir kavram. Oysa bizim (zaman zaman bu satırların yazarı da dahil) kendimizi koruyamadığımız yanlış, politik sorunların gerçek derinliğini ele almayı güçleştirecek derecede politik aktörlere odaklanmak ve duygusal gerilimleri hakkınca aşamamak.  

 

Tartışma vasatını yozlaştıran ikinci engel ise hiç kuşkusuz iktidarın otoriter politikalarıdır. Güvenlik teşkilatı ve yargı organlarıyla, hukuku da aşan bir devlet cebrinin keyfi olarak işletildiği hiçbir toplumsal ortamda, fikirlerin hakkıyla savunulması, tartışılması söz konusu olamaz.

 

Bu gürültülü, gerilimli, puslu sahnenin en büyük bedeli, Kürt sorununun Türkiye için sorunların anası olduğunun yeterince fark edilememesidir. Özellikle son yıllarda sadece “beka” ve “terör” bağlamında sunulan ve düşünülen bir meseleye dönüşmüş olan bu sorun, Türkiye siyasetinin bütün parametreleri üzerinde birinci derecede etkili olmayı sürdürmektedir.

            

Türkiye Cumhuriyeti devleti, topraklarında vücut bulan Kürt ulusallaşması sürecine, işlerliği olan, istikrarlı, barışçı bir cevap üretememiştir. Var olan rejimi etnik kimlik talepleri üzerinden reddeden milliyetçi/ayrılıkçı hareketlere karşı, statüyü şiddet yoluyla ayakta tutmaya çalışmanın sorunu çözmediğini gösteren dünya örneklerine rağmen; ulus devletlerin ilk reflekslerinin de bu yönde olduğu bilinmektedir.

 

Geçen yüzyılın başlarında Balkan milliyetçiliklerinin yarattığı travmanın hafızasıyla, dağılan bir imparatorluğun bakiyesi olarak kurulan Cumhuriyet’in en büyük korkusunun “toprak kaybı” olması zaten çok anlaşılır bir durum. Egemenliğin tek merkezde toplandığı katı üniter bir devlet tercihi ve bunun ideolojik çimentosu olarak gecikmeli biçimde üretilen Türk kimliği üzerine inşa edilen milliyetçilik, yasakçı otoriter siyasetlerle desteklenince ülkeyi 50-60 yıl kadar “sessizlik” içinde yönetebilmek mümkün oldu.

 

Ancak 70’li yıllardan itibaren açıkça görünen şuydu ki, Cumhuriyet siyasetleri Kürt kimliğini asimile etmekte başarısız kalmıştı. Üstelik bu başarısız asimilasyon politikalarına, darbeli yılların ölçüsüz, acımasız, insanlık dışı şiddeti de eklenince Kürt kimlik bilinci eşik atlamıştı. Ne yazık ki bu hepimiz için, can kayıplarıyla, çok acı olaylarla yaşanacak şiddet yüklü yılların habercisiydi.

 

Çok kirli ve kanlı bir sürecin içine sürüklendik. O yılların ayrıntıları bu yazıyı aşar. Ancak şu kaydı düşmeden geçmemek gerek: Biz bu sorunun, devleti, kendi bünyesinde oluşan çetelerle çalışmak zorunda bıraktığını; uyuşturucu kaçakçılığından yargısız infazlara, sivil katliamlardan gücün kişisel çıkarlar için pervasızca kullanılmasına kadar derin bir yozlaşmanın içine sürüklediğine tanık olduk.

 

Denilebilir ki; Kürt etnik siyasallaşmasının önünü kesmek için şiddet adına akla gelip de denenmedik yöntem bırakılmadı.

 

Bu söylediklerim 1984’te Şemdinli ve Eruh’ta gerçekleştirilen PKK baskınlarını takip eden uzun yılları kapsıyor. Şimdi tarih 2019… Dile kolay 35 yıldır bazı aralıklar dışında durmaksızın kan dökülen bir mesele bu. Ve son seçimlerde iktidar hala kürsülerde “beka” diye bağırırken aslında Kürtlerin (dahası PKK’nın) Suriye’de otonomi kazanmasını ve elbette bu ihtimalin Türkiye topraklarında olabilecek yansımalarını kastediyordu.

 

Ak Parti ve Erdoğan Kürt meselesini bir barış ve birlikte yaşama projesine çeviremedi. (Barış Sürecini değerlendirmeyi bir sonraki yazıya bırakıyorum). Döndük dolaştık yine bir “egemenlik kaybı”, “düşmana karşı beka korkusu” zeminine saplandık. Bu durum ülkenin bütün hayatını zehirliyor ve biz hakkıyla tartışamıyoruz.

 

Kürt ulusallaşmasıyla savaş değil barış içinde olunabilse Batı ile ilişkilerimiz hangi düzlemde seyrederdi? Ortadoğu denkleminde bugünkü açmazlarımız, savrulmalarımız, zayıflıklarımız söz konusu olur muydu? Kürt barışı sağlamış bir Türkiye; ekonomi, hukuk, hak ve özgürlükler alanlarında dibe vurur muydu?

 

Türkiye’de toplumsal çelişkilerin çatışmasız yönetilebilmesini; taleplerin dengeli tatmin edilmesini, kimlikler arası ilişkilerin yumuşamasını zorlaştıran karmaşık tarihsel etkenler var. Ancak şunu görmek gerekir; bütün bu sorunları ateş topuna çeviren, otoriter yöntemleri ve düşmanca duyguları davet eden en baskın sorun, Kürt ulusallaşmasıyla barışçı bir yön tutturamamış olmamızdır.

 

Bu sorun bu haliyle durdukça, şiddet yüklü, çatışmacı, düşmanlaştırıcı milliyetçi ideoloji toplumda müşteri bulmaya devam edecektir. Otoriter, baskıcı, savaşçı yöntemlerin meşruiyeti daha az sorgulanacaktır. Demokrasi, hukuk ve dünyayla ilişkiler önemsenmeyecek, “beka” için bütün keyfiliklere, medeniyetsizliklere göz yuman bir varoluş kanıksanacak; bunun kaçınılmaz sonucu da giderek dünyadan daha fazla kopma, daha güvenilmez ve istikrarsız bir ülke durumuna düşme, kaynak sıkıntısı çekme, ekonomik daralma ve yoksullaşma olacaktır.

 

Fark edileceği gibi bu yazı Kürt sorununun içeriğini; barışçı çözümün önündeki engelleri, bunları aşmanın mümkün olup olmadığını tartışmak iddiası taşımıyor. Bu yazı sadece sorunun yaşamsal önemi ve özgürce tartışamıyor olmamızın ağır sakıncalarına dikkat çekmeyi amaçlıyor.

 

Yaşanan çatışma ortamı ve propagandif söylemin yarattığı algıyla, tartışacak bir şey bulunmadığını; PKK’nın Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen emperyalist güçlerin gönüllü bir aleti olduğunu, Barış Sürecinin akıbetinin de Kandil’in niteliğini gösterdiğini; tek yolun savaşmaktan geçtiğini düşünenlerin hayli çok olduğu görülüyor. Bu keskin karamsar kalıp da zaten ne yazık ki, tartışamıyor oluşumuzun bir bedeli. Akılla düşünmeyi, yol açmayı, hâkim yargıları sorgulamayı değil; nefret ve hınç duygularına teslim olmayı seçen bir ruh haline işaret ediyor.

 

            Kuşkusuz böyle düşünenler ve ebedi bir savaş önerenler hep olacaktır.

            Ancak farklı düşünenler de konuşabilmeli, tartışabilmelidir.

            Hainlikle suçlanmadan, linç edilmeden, ceza evlerine gönderilmeden.

            İnsanı insan yapan; düşünmek ve düşündüğünü konuşabilmektir…

            Medeniyeti bu hasletimize borçluyuz. Vurup kırıp yıkma gücümüze değil.

                   

 

                

- Advertisment -