Kitaplar zaten hep vardı. Çocukluğumdan beri, param olsa da olmasa da, herhangi bir kitaba erişmekte zorlanmadım. Sadece biraz sabretmek gerekti bazı durumlarda. Eskiden bir kitap çıktığında gidip kitabı almak diye bir şey yoktu. Önce uzun uzadıya alan var mı diye araştırılır, varsa, okuma sırasına girilirdi. Kitaplar oradan oraya dolaşır ve genelde ilk alıcısına geri dönemezdi. Şu anda herhangi bir kitaba erişim imkanı çok daha fazla, aklınıza gelip de erişemeyeceğiniz bir kitap neredeyse yok. “Sepete at”, “Alışverişi tamamla”.
Filmler de vardı ama işte bu, günümüzle karşılaştırdığımızda çok çok daha sınırlı bir imkandı. Bir kere birçok film vizyona bile girmezdi, yani Türkiye’ye gelmezdi. Bazıları 5-10 yıl sonra geldiğinde çok büyük bir mutlulukla gidip izlerdik. Daha eski filmleri bulmak mümkün değildi. Bu nedenle sinematekler vs kuruldu ama bir avuç insan faydalanabilirdi bu tip yerlerden. Video çıktı sonraları, biraz daha kolaylaştı belki, ama sadece “biraz daha”. Evde “vhs” ya da “betamax” videonuz varsa bile, istediğiniz filmleri bulamayıp, videocudakilere “razı olma” dönemiydi.
Şimdi, benim tahayyülümdeki, yani izlemeyi hayal edebileceğim tüm filmlere, çok çok kolayca erişebiliyorum. Hatta hiç aklıma gelmeyenler, çekildiğini bile bilmediğim filmler, “pat” diye karşıma çıkıyor. Tabii, aslında seçiciliğimiz azaldı, filmlere ayırdığımız vakit bollaştı. Özellikle benim gibi evde izlemenin yanısıra sinemaya da gitmeyi sevenlerdenseniz, sürekli bir film izleme halindesiniz demektir.
Geçen hafta bakınırken fark ettiğim kısa bir belgesel izledim: “27 Gone Too Soon” (“27 Çok Erken Gittiler”).
“27 yaşında aramızdan ayrılan Jimi Hendrix, Jim Morrison, Brian Jones, Janis Joplin, Kurt Cobain ve Amy Winehouse’un trajik ölümlerinin gerçekleştiği koşulları inceleyin.” deniliyordu kısacık tanıtımında.
Belgeselden uzun uzadıya bahsetmeyeceğim, yani izlemeseniz de olur. Bu kadar zengin bir konu ancak bu kadar özet ve “laf olsun” diye çekilebilirdi gibi geldi bana. 70 dakikada bu altı şahsiyetin “trajik ölümlerinin gerçekleştiği koşullar” ne kadar anlatılabilirse, o kadar anlatmışlar. Hâlâ çok ilgi çeken bu isimlerle ilgili her şeyin izleneceğini hesaplamışlar muhtemelen. Bu açıdan doğru bir girişim olduğuna şüphe yok tabii ki. İzleriz.
Zaten, birinin, birkaçının ama muhtemelen hepsinin, bu “garip çocukların”, birbirlerine çok benzeyen hikayelerine aşinayız pek çoğumuz.
Hikaye genellikle çocukluğun telafi edilemez yollarında başlıyor. Kendini toplamaktan aciz ve bazı durumlarda yaşça da, ama her zaman ruhen kendileri de çocuk olan anneler babalar, şu veya bu şekilde samimi bir ilgiden veya sevgiden mahrum kalan, ayna olmaksızın ya da kötü gösteren bir aynada kendi olmanın anlamını kavramaya çalışan çocuklar… Sırtını kimseye yaslayamamak ve bilinen sıradan hikayeler… Zaten çocukluk hâli dediğimiz şey, kırılganlıkta sınır tanımamak demek, bu çocuklar da nerede ve kim olduklarını anlayamadan sadece zaman akıp gittiği için büyümek zorunda kalıyorlar muhtemelen.
O zamandan sonra artık, hep bir tanımlama, hep bir telafi etme telaşı…
Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşım, bu yaşımızda, hâlâ, telafi kelimesinin anlamına takıldığını anlattı. Bazen bazı kelimeler her şeyin açıklanmasında baş rolü kapıveriyor.
Bence arkadaşım haklı. Bir çoğumuz açısından, hayatımızın kelimesidir telafi… “Bozulmuş bir şeyi düzeltme, ziyanı giderme.”
İşte bu “garip çocuklar” da telafi peşindeler büyük ölçüde. Bu telafide onlara yardımcı olacak, bizzat telafinin kendisi olacak güvenilir insanlar arıyorlar çevrelerinde her zaman.
Ama hikaye değişmez. “Güvenilir” birini aradığın belliyse, çoğu zaman “güvenilemez” birilerini bulursun. Çünkü o istek o kadar baskındır ki, karşındaki insanı olduğundan farklı görmek, tam aradığını bulduğuna kendini inandırmak için her şeyi yaparsın. Hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Ve kısır döngü başlar. O “yaslı-zavallı” çocuğa aşık olursun. Ondan başka kimsen yoktur.
Bir taraftan içlerindeki müthiş parlak ışık da bu telafi etmeye çalışmanın bir parçası olarak ortaya çıkıyor tabii ki. Bahsettiğimiz isimlerin tamamı çok yetenekli, onu kabul ediyorum ama travmalı olmasalardı, telafi istekleri bu denli büyük olmasaydı, annelerinin babalarının üstüne titrediği çocuklardan olsalardı, bu kadar yaratıcı olmayacaklardı. Büyük sanatçıların önemli bir bölümü için de bunun geçerli olduğunu sanıyorum. Çocukluğun zorluklarını telafi etmeye çalışmak, neredeyse sanatın ta kendisidir.
Kahramanlarımızın tamamı çok genç yaşta büyük birer şöhret oluyorlar. Herkesin tanıdığı ve daha da önemlisi hayran olduğu kişisiniz, neredeyse bir anda, sihirli değnek değmiş gibi. Üstelik olduğunuz gibisiniz. İçinizdekileri döküyorsunuz ve çok para kazanıyorsunuz.
Şöhretin başlangıcında çok güzel ve insanı sarhoş edebilecek şeyler bunlar. Ama hemen birkaç adım sonrasında, suistimalleri görmeye başlıyorlar, şöhretin sarhoşluğu yetmiyor. Aileleri, sevgilileri, arkadaşları, kim varsa yakın bulabilecekleri, hepsi bıçak sırtı ilişkilere dönüşüyor… Onları sömürmeye ve hatta posalarını çıkarmaya çalışan müzik endüstrisini saymıyorum bile.
O aşamada, yeniden, o aşık oldukları “yaslı-zavallı çocuk” geri dönüyor belki de. Gece yattıklarında, yanlarında bitiveriyor. Birlikte acıyorlar kendi hayatlarına.
Sakin bir hayat yaşayamayacakları belli, tamam, ama bu “yaslı-zavallı çocuk”a aşık olmak da kötü şeylerin habercisidir. Belki, gerçekten iyi bir rehber, bir arkadaş, bir terapist, bir yakın akraba, yol gösterebiliyorsa, samimiyetle yanlarındaysa, endişeleri giderilmese bile, yüzleşilir hâle gelebilir. Geçmişin geri getirilemeyeceğini, telafi edilemeyeceğini kabul etmek, endişelerini ehlileştirebilir ve ancak o zaman geleceğe çevirebilirler yüzlerini. Ama çok az sayıda kişiye nasip oluyor böyle bir destek bahsettiğim dünyada.
Bu çocukların hemen tamamı alkolle çok küçük yaşlarda tanışıyorlar zaten, hayatlarının bu şanlı şöhretli aşamasında ise artık alkolden, uyuşturuculardan, sakinleştiricilerden başka bir şeyden medet umamaz hâle geliyorlar.
Bundan sonraki yıkım çok hızlı… (Yazı konu icabı zaten dramatik kelimelerle gidiyor ama şunu da eklemezsem olmayacak.) “Anlamsızlık denizinde boğuluyorlar sanki”… Giderek hiçbir şey yetmiyor, boşluk büyüdükçe büyüyor. Ve, sanıyorum, artık ölümle hayat arasındaki fark önemsiz hâle geliyor.
Sonrasında, hiçbir şey önemli bir fark yaratamıyor. İster intihar, isterse günlük küçük dozda intiharlar silsilesi olsun… Bu “garip çocuklar” gayet anlaşılır şekilde ölüme doğru gidiyorlar.
Janis Joplin’in “Me and Bobby Mc Gee” (Ben ve Bobby Mc Gee) şarkısında yıllar önce ilk kez dinlediğim anda beni çarpan bir özgürlük tanımı vardı: “Özgürlük, kaybedecek hiçbir şeyin kalmamasının diğer adıdır.” (“Freedom’s just another word for nothing left to loose.”)
Keşke diyor insan, bu çocuklar içlerindeki öfkeyle barışmayı bilebilselerdi. Bu çocuklar derken, yazı boyunca bahsettiğim altı müzisyeni kast ediyorum ama siz onu “neredeyse hepimiz” olarak anlayın. Çünkü çeşitli boyutlarda da olsa, hepimizde bu telafi etme çırpınışının olduğunu sanıyorum.
Yaralanabilen, hatalara düşebilen, belirsizliklerle ve maalesef acımasızlıklarla dolu bir dünyada ölümlü birer insan olduğumuzu kabul etsek önce. Sevdiklerimizle bir gelecek kurmayı hayal etmenin, sorumluluk almanın bağımlılık ve zayıflık olmadığını anlasak. Hayatın kaybetmeye ve kazanmaya indirgenemeyeceğini bilsek.
O zaman özgürlük de Janis Joplin’in şarkısındaki gibi sadece kaybetmekle ilgili bir şey olmaktan çıkar. Seçimlerde bulunabilen, incinmeyi göze alan, “hayatın hakkını verme özgürlüğü” olan insanlar oluruz belki de.